22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 22 MAYIS 2013 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Gurur Gecesi DEVLET Opera ve Balesi’nin Büyük Tiyatro diye bilinen emektar salonu kuruldu kurulalı herhalde 20 Mayıs Pazartesi akşamı yaşanan kadar yoğun emek, sanatçılık, güzellik, heyecan, sevinç, mutluluk ve gurur anlarını hiç böyle hep bir arada yaşamamıştır. Giuseppe Verdi’nin Rigoletto’sunu uzun bir aradan sonra yeniden sahneye koymak, çok anlamlı bir yığın duygu birikiminin birdenbire meydana çıkmasına yol açmışa benziyordu o gece. Kısaca bir “nostalji patlaması” demekle yetinilemezdi bu durum için. Harika bestecinin unutulmaz aryalarını yeni yetişmiş yetenekli sanatçıların seslerinden duymak herkese çok iyi gelmişti elbette. Vaktiyle Gilda’yı seslendirerek alkışlanmış bir Işık Kurt’ un şimdi aynı rolde kızı Çiğdem Önol’un başarısına tanık olmasında müzik tutkusunun kuşaktan kuşağa aktarıcılığını görmek ilginç değil miydi? Saray soytarısı Rigoletto’yu müthiş etkili sesiyle ve vücudunu kullanışı da dahil başarılı oyunculuğuyla canlandıran bariton Eralp’i bir kez daha dinleyebilmek büyük mutluluk sayılmaz mı? Ayrıca, belki de kuruluş yıllarının Cebeci Konservatuvarı’ndan kalma bir geleneğin etkisiyle, Ankara Operası genellikle yabancı kuruluşların pek beceremediği bir ustalığı başarmış ve opera sanatının özüne uygun olarak müzikle tiyatroculuğu birbirinden kopmaz bir bütünlük içinde yürütmeyi hep başaragelmiştir. ma o unutulmaz akşamın anlamı bu müzik ve oyunculuk ziyafetinden ibaret değildi. Başka bir şey, sihirli bir ortak azim havası vardı sanki salonda; yenilmezliğin, vazgeçilmezliğin, Cumhuriyete ve onun getirdiklerine bağlılığın havası. En iyiyi, en güzeli, en çağdaş olanı hedeflemenin, daha üstününü başarmak istemenin başarılamayacağı mı söyleniyordu kimilerince? “Muasır medeniyet seviyesi”ni aşmanın hayal olduğu, ister istemez geçmişin safsatalarına dönme zamanının geleceği mi iddia ediliyordu gericilerce? Oysa, Cumhuriyetin gösterdiği yolun geriye dönüşü yoktu. Sanatçılar, düzgün orkestralarıyla, iyi çalışılmış rolleriyle, kusursuz sesleriyle, bütün o karamsarlıkların yanlış olduğunu ve çok daha güzel bir geleceğin mutlaka yaşanacağını müjdelemekteydiler. O halde, 19 Mayıs’ın hemen ertesinde alkışların ve “bravo” seslerinin bir kısmı da Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti içindi muhakkak. Millet, Milliyet, Cehalet SPD’nin 150. yılı Geçen on yıl içinde, ABD emperyalizminin “büyük sopası” altında, Türkiye, değil komşularına, arkadaşlarına, kardeşlerine, kendine de düşmanlaştırıldı; ulus ve ulusallık paspas yapılmaya çalışıldı. Muzaffer İlhan ERDOST TİHAK / Türkiye İnsan Hakları Kurumu Başkanı P A rof. Dr. Birgül Ayman Güler’in, “Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit değildir” sözünün tartışma konusu yapıldığı bugün de belleklerde olmalı. Prof. Güler, bir kısım medyada ırkçılıkla karalanmak istenmiş, Başbakan Erdoğan, Güler’in, “ulus ile millet kavramını birbirine karıştırdığını”, “ülkemizdeki Türk için millet, Kürt için ulus” dediğini, “millet”in Arapça, “ulus”un öztürkçe olduğunu söyleyerek, üniversite kürsüsünden, bilim adamlarını, “imam” olarak irşad eylemişti. Oysa Prof. Dr. Güler, “Türk milleti” ile “Kürt ulusu” karşılaştırması yapmamış, “Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit değildir” demiş, bir başka deyişle, “ulus” ile “milliyet”in nicel ve nitel olarak eşit olmadığını söylemişti. Erdoğan’ın söylemiyle “ülkemizdeki Türk için millet, Kürt için ulus” denmemiş, böyle cahillikler yapılmamıştı. Ne demek “ülkemizdeki Türk milleti” ve ne demekti “ülkemizdeki Kürt ulusu”? Türkiye Cumhuriyeti, Türk milletinden ve Kürt ulusundan oluşuyorsa, bu, nasıl bir ulus ve bu nasıl bir milletti! İkincisi, Prof. Güler’in söyleminden ırkçılık türetilebilir miydi ve bu, Nazi ırkçılığıyla özdeşleştirilir, Güler Ayman, faşist olarak nitelendirilebilir miydi? Fahri doktora unvanını aldığı kürsüden, Erdoğan, “kendisini güçlü olarak görenin ırkını yüceltmesi ne kadar tehlikeliyse, kendisini mağdur olarak görenin de ırkını yüceltmesinin, ırkını bir ayrımcılık unsuru olarak kullanmasının o kadar tehlikeli olduğunu” söylemiş, “Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit değildir” sözünden, Türk ırkının yüceltilmesi sonucunu çıkarmış, yeni “Babıâli esnafı”, bu yorumun üzerine, Hitler’in “üstün ırk” tabelasını çakmıştı. Zavallı ülkem! Başbakanı, “millet” ile “milliyet”i aynı şey sayıyor. Kendi sözleriyle söyleyelim “içerikten haberi yok”. “Millet”in Arapça kökenli olduğunu biliyor ama, “milliyet”in “millet” olmadığını bilmiyor. Hatta “milliyet”in ayırdında bile değil. Üstelik, ulusu ırk ile özdeşliyor. Türk ulusu, ulus olarak kendi bünyesindeki etnik topluluklardan doğası gereği nicel olarak büyüktür. Ulus, nitel olarak tarihin derinliğinden gelen ve ırksal özellik, dil, inanç bakımından farklılaşan milliyetten, tarihsel bir kategori olması açısından farklıdır. Bir ulus birimi olarak Türk ulusunun bünyesinde, Kürt etnik topluluğu, ulustan (Türk ulusundan) sayıca, yani nicel olarak küçüktür söyleminden, Kürtleri, “mağdur” bir ırk olarak ve sayıca çok olması açısından, Türkleri ırk olarak yüceltmek anlamı çıkarılabilir mi? Ulus, bir ırk topluluğu mudur? Irkların birliğinden mi oluşur? Ulus, birbirinden farklı uluslardan mı oluşur? Yoksa Türk milliyeti ile Kürt milliyetinden mi oluşur, yani milliyetlerin ortak birliği midir? Ulus’un tarihsel bir kategori olduğu bilinir. Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun’da, ulus’un, toplumların gelişmesinin belirli dönemlerinde, özellikle kapitalizmin şafak vaktinde oluşmaya başladığını belirtir ve “Ulus, tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliği” olarak tanımlar. oluşan, ekonomik temel üzerinde, siyasal örgütlenme biçimidir. Ulus, eşit ve özgür yurttaşların birliğidir. Toplumların gelişme düzeyine, tarihsel ve toplumsal konumuna göre farklı biçimler alır, insanlığın gelişme sürecinde temel öğeler kalmakla birlikte, sürekli değişir. Bu değişme, ileriye doğrudur. Ercan KARAKAŞ CHP Parti Meclisi Üyesi Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) 150. yılını kutluyor. SPD yönetimi, 150. yılını çeşitli etkinliklerle kutlamak üzere, kurulduğu Leipzig kenti merkezli bir program hazırladı. 2223 Mayıs 2013 tarihlerinde yedi etkinlikten oluşan kutlama programına tüm sosyal demokrat parti liderleri de davet edildiler. CHP de bir heyetle bu kutlamalara katılıyor. SPD (Almanya Sosyal Demokrat Partisi), Almanya ve Avrupa siyasal tarihinin en köklü ve en eski partisidir. SPD, kuruluşunu “Alman Genel İşçi Birliği ADAV”nin kurulduğu 1863 yılı olarak kabul etmektedir. Kuruluş aşamasında Karl Marx, Friedrich Engels ve August Bebel gibi Marksist kuramcıların etkisinde olan SPD’deki ideoloji ve program tartışmaları Avrupa’nın diğer ülkelerindeki sosyal demokrat partileri de etkilemiş ve bu partiler ile yakın bağlar kurulmuştur. Demokrasiyi ve sosyalizmi başından beri ayrılmaz bir bütünün parçaları olarak gören SPD içinden zamanla Marx’ın analizlerine ciddi itirazlar gelmiş; Bernstein’ın öncülük ettiği bu itirazlar, parti içerisinde de yıllarca büyük tartışmalara neden olmuştur. Sonuçta SPD, demokrasi içerisinde köklü reformlar yoluyla sistem değişikliğini temel strateji olarak benimsemiş ve bugüne kadar buna bağlı kalmıştır. SPD 150 yıllık tarihinin 24 yılını yasaklı olarak geçirdi. İlk yasaklama, Alman İmparatorluğu zamanında Bismarck’ın sola, sosyalistlere karşı çıkardığı bir yasaya dayanarak 18781890 yılları arasında, ikinci yasaklama Hitler faşizmi zamanında 19331945 yılları arasındaydı. Her iki yasaklamada da binlerce SPD’li zulüm gördü. Ağır cezalara çarptırıldılar. Rahatsızlık neden? Ulusun oluşmasında, tarihsel süreç açısından bir ya da birkaç kavim öncü rol oynayabilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında, bin yıla yaklaşan süreçte devlet kurmuş, imparatorluk olarak etnik bakımdan olduğu kadar, din ve mezhep bakımından birbirlerinden farklı, hatta birbirlerine hasım toplulukları bir arada yönetmiş bir imparatorluğun bünyesinde oluşan ve gelişen kadrolarının, işgal edilmiş öz yurdunu kurtaran Türklerin, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olmaları ve onların bu devlete “Türk Devleti” adını vermiş olmaları, kimi, niçin rahatsız ediyor! Kuşkusuz, Türkiye Cumhuriyeti, yalnız Türk kavminden gelenlerin değil, bazı araştırmacıların ellinin üstüne çıkardığı birbirinden farklı kavimlerin birliğinden oluşur. Ama soy, kavim, etnik topluluk, aşiret, kabile, beylik olarak değil, toprak sahibine, aşiretine, tarikatına bağlı ve bağımlı olsa da varsayımsal olarak, yani yasa açısından özgür ve bu anlamda eşit yurttaşlar olarak ulus birliğini oluştururlar. Etnik adlandırma, çok dikkat edilsin, Türk etnisitesinin Türkiye Cumhuriyeti sınırları içersinde kalacak olan öteki etnik toplulukları ya da bireyleri baskılama anlamında değil, bütün üyelerinin eşitlendiği, etnik adlarını koruyarak, ama bir etnik topluluğun değil ulusun üyesi Türk olarak adlandırılırlar. Kimliklerinde, etnik kimlikleri değil, ulusun üyesi kimliğini taşırlar. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze, örnek alınan Batı Avrupa’da, uluslar, ulusu kuran öncü kavmin adıyla adlandırıldılar. Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan ulusu gibi. Ama hiçbiri saf ve tek bir ırktan, etnisiteden oluşmuyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan, emperyalist paylaşımdan pay almak şöyle dursun bu emperyalist devletler tarafından paylaştırılan Almanya, Nazi Almanyası olarak, üstün ırk kuramını, faşizmin ve faşist yayılmacılığın kaidesine oturttuğu zaman, Türkiye’de, aynı anlamda, ırk üstünlüğünü esas alan eğilimler kitleselleşmeye başlamıştı. Türk Ocakları, Mussolini’yi kılavuz olarak bayraklaştırmak istedi. Kemal Atatürk, kurduğu Türk Ocakları’nı kapattı, ulus kültürünün kadrolarını, köyde, kasabada, kentte oluşturacak Halkevleri’ni kurdu. Ulusun oluşum süreci Ben, Ulus, Uluslaşma, Demokratikleşme’de, ülkemize uyarlayarak, ulusun oluşum sürecini ve niteliğini açımlamaya çalışmıştım: “Ulus, bireylerin, belirli sınırlar içersinde, boy gibi, kabile ve aşiret gibi birliğe kan bağıyla bağlı olmaktan; köleci ve feodal birliğe bedensel bağlılıktan (bağımlılıktan), tarikat, mezhep, din gibi bir birliğe inançsal bağlarla bağımlı bulunmaktan, toplumsal ölçekte kurtulmalarının, yani özgür bireyler haline gelmelerinin maddi temelini oluşturan ekonomik bütünleşme üzerinde, siyasal olarak örgütlendiği birliktir.” Kısacası ulus, boy, soy, kabile ya da aşiretlerin, feodal ve yarıfeodal birimlerin, tarikat, cemaat, mezhep ve dinlerin birliği değil, geleneksel bağlardan ve bağımlılıklardan kurtulmuş özgür bireylerden SPD hükümetleri SPD’li Friedrich Ebert 1918’de kurulan Weimar Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olmuş, sonrasında da SPD belli aralıklarla koalisyon hükümetlerini yönetmiştir. Bad Godesberg Programı ile kitle partisine dönüşen SPD, bu program sayesinde daha geniş seçmen tabanıyla buluşmayı başardı ve önce 19661969 arasında koalisyon hükümetine katıldı. Daha sonra da, 19691982 yılları arasında, önce Willy Brandt’ın ve 1974’ten itibaren Helmut Schmidt’in başbakan olduğu hükümetleri kurdu. SPD hükümetleri hem sosyoekonomik alanda hem de dış politikada önemli adımlar attı. Brandt’ın “Doğu ile yumuşama” politikası (Ostpolitik) tutucu kesimlerin, sağın sert muhalefetine rağmen başarılı oldu. Barışçı ve yenilikçi sol politikalarda ısrarlı davranan Brandt, barış girişimiyle Nobel Barış Ödülü’nü de kazandı. SPD’nin 2. Dünya Savaşı sonrasındaki 3. Başbakanı Gerhard Schröder oldu. SPD 1998 seçimlerine “Yenileş(tir)me ve Adalet” sloganı ile girdi ve seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Schröder’in başbakanlığında Yeşiller ile koalisyon hükümeti oluşturdu. Schröder hükümetinin neoliberal rüzgârlara kapıldığı eleştirisiyle, başta partinin 1998 seçim başarısına büyük katkısı olan parti genel başkanı Oskar Lafontaine olmak üzere birçok sendikacı ve sol kanat siyasetçi SPD’den ayrıldı. Ayrılanlar daha sonra Sol Parti’ye katıldılar. SPD, bu kopmalardan ve çalışan kesimlerin Schröder hükümetinin dayanışma ilkesini ve sosyal politikaları ikinci plana iten politikalarına gösterdikleri tepkilerden dolayı 2005 seçimlerinde ikinciliğe düştü. Bu, “3. Yol Yeni Merkez” politikalarının SPD seçmenleri tarafından reddedilmesiydi. SPD yönetimi, 2005 seçim yenilgisinden sonra, muhalefette kalmak yerine Merkel’in başbakanlığı altında CDU (Hıristiyan Demokrat Parti) ile koalisyon hükümeti oluşturdu. Atatürk’ün sözleri Irk ayrımcılığı söz konusu olduğunda, özellikle üstün ırk kuramına dayalı olarak Hitler ve Mussolini’nin Kuzey Afrika’daki vahşetlerini gördüğü zaman, “Bu hayvanların dünyasında yaşamış olmaktan utanç duyuyorum!” diyen Kemal Atatürk, Diyarbakır’da yayımlanan Diyarbekir gazetesinin sahibine Dolmabahçe Sarayı’nda verdiği demeçte, “Diyarbekirli, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evletleri, hep aynı cevherin damarlarıdır.” (Cumhuriyet, 5.10.1932) söylemiyle, yalnızca ırkçılığı değil, ırk ayrımcılığını da yadsımıştı. Irkları coğrafya ile adlandırarak, hepsini, aynı ırkın, aynı cevherin parçaları olarak nitelemiş, yalnızca ırkçılığı değil, “üstün ırk” kuramını da tarihin hurdalığına atmıştı. Ulusa gelince, ulusun üyelerini, Türkiye Cumhuriyeti’ne yurttaşlık bağıyla bağlı olanları Türk olarak nitelerken, etnik kökeni Türk olanlar Türktür demedi. Çünkü ulus, etnik toplulukların etnik özelliklerinin birliği değil, özgür bireylerin yurttaşlık bağıyla bağlı olduğu ulusun üyeleridir. Ulus, ne tek bir etnik topluluğun ulus adını almasıdır, ne de etnik toplulukların koalisyonudur. Ulus, etnik özelliklerin silindiği, yeni, siyasal, toplumsal ve ekonomik açıdan modern bir birimdir. 1990’da, İnsan Hakları Derneği Ankara Şube Başkanı olduğum dönemde yazdığım Ulus, Uluslaşma, Demokratikleşme’de, ulusun ileriye ve geriye doğru birbirine karşıt iki yönelimine değinmiş, şunları yazmıştım: Bugün, “ulus” birliği (birimi) içinde etnik gibi, dil, din, mezhep gibi farklılıkları, geriye doğru derinleştirerek karşıtlığa ve dolayısıyla düşmanlığa dönüştürmek de, bu farklılıkları geçmişten gelen özellikler ve zenginlikler olarak algılayarak insanlığın gelişmesinin dinemiğine dönüştürmek de olanaklı. Geçen on yıl içinde, ABD emperyalizminin “büyük sopası” altında, Türkiye, değil komşularına, arkadaşlarına, kardeşlerine, kendine de düşmanlaştırıldı; ulus ve ulusallık paspas yapılmaya çalışıldı. Emperyalist kuşatmaya ve köleleştirmeye karşı, ulus olarak varlığını ve bağımsızlığını korumanın büyük duvarı “ulusal”lığı paspas yapmaya kalkışanlar, ABD’nin “büyük sopası” sırtlarında, ulusu paspas yapanlar, ulusu ulus olarak çiğnemeye yeltenenler, unutulmasın, ulusun paspası olmaya er ya da geç yargılıdırlar. Yeni dönem CDU ile hükümet ortaklığı SPD’yi daha da zayıflattı ve 2009 seçim sonuçları SPD için büyük bir hezimet oldu. Oylar yüzde 23’e düştü. Partide bir şok yaşandı. Ancak SPD çabuk toparlandı. Genel başkan ve merkez kadro yenilendi. Parti içi kanatların uzlaşmasıyla genel başkanlığa Sigmar Gabriel, genel sekreterliğe Andrea Nahles getirildi. 19982005 yılları arasındaki hükümet uygulamalarının yanlışları tartışıldı. Yanlışlardan dersler çıkarıldı. Aynı şekilde örgüt yapısında ve çalışma tarzında katılımı artırma yönünde reformlar yapıldı. Aralık 2010’da yapılan kurultayda ise Eylül 2012 seçimlerinde izlenecek stratejiler ve seçim programında yer alacak politikalar ele alındı. Vergi politikasına, çalışma yaşamına, Avrupa Birliği’ne vb. ilişkin yeni politikalar saptandı. SPD’deki bu toparlanma ve yanlış politikalardan arınma çalışmaları halkta karşılık buldu. SPD birçok eyalette seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Bir süre önce başbakan adayını da belirleyen (Eski Maliye Bakanı Peer Steinbrück) SPD’nin, 22 Eylül 2013’te yapılacak olan seçimlerden başarı ile çıkması ve Yeşiller ile koalisyon hükümeti kurması bekleniyor. SPD’liler, partilerini 150. kuruluş yılında iktidarda görmek istiyorlar.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle