11 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 6 MART 2013 ÇARŞAMBA 6 DİZİ 300 metre derinlikteyiz Bugün yeraltına iniyorum. Üç yüz metre derinliğe. Oldukça heyecanlı olduğumu söylemeliyim. Ama TTK Üzülmez Müessesesi’nin (madeninin) eğitimden sorumlu kişisi Serap Hanım, bir anda heyecanımı yatıştırıyor. O da bugün madene inecekmiş. “Demek kadınlar da inebiliyor.” Hissiyatım böyle. Öte yandan madende dolaşırken yanımda teknisyen, yazar ve fotoğraf sanatçısı Alaaddin Bey de olacak. Sağ olsun, beni himayesine almış gibi önce malzeme bölümüne gidip bana uygun bir madenci elbisesi arayacağız. Mevcut çizmelerde en küçük numaranın kırktan başlayacağını düşündüğümüzden, çizmeyi bir gün önceden tedarik ettik, ama bakalım elbiseler nasıl olacak? TTK’de tanıştığım herkes benim bir astronot gibi ‘Mükellefiyet’ bir zulüm görüneceğimde hemfikir. Ama harika, malzeme bölümündeki görevli, “Şuralarda bir yerde küçük beden bir iki elbise saklamıştım” diyor. “Bu aralar madene kadın mühendisler çok sık geliyor. Bir de inceler, idareye yazmıştım. ‘Bir iki tane küçük beden gönderin’ diye.” Küçük beden elbise geliyor. Sanki üstüne dikilmiş. Bembeyaz, “karanlıkta daha da parlayacak, ama çıkışta kömür karası kesileceksin” diyorlar. Olsun, ben kaderime razıyım. zamanı mı? Zonguldak üstüne yazılan şiirlerde, hikâyelerde çoğunluk “mükellefiyet” diye bir sözcük geçiyor. Ve her Zonguldaklı bu kelimeyi duyduğunda şöyle bir irkiliyor. Zonguldak üstüne pek çok araştırması olan maden işçisiyazar ve sürekli muhalif Kadir Turan Hoca’ya soruyorum; 28 defa gözaltına alınmışlığı, epeyce bir süre de içerde yatmışlığı var. “Gel, benim eve gidip arşivlere girelim.” Onun tam bir çalışma mekânı olarak düzenlediği eve gidiyoruz. Eşi hemen çaylarımızı hazırlıyor ve Kadir Hoca söze başlıyor: “Mükellefiyet, çalışma zorunluluğu anlamına gelir. Zorunlusun. İkinci Dünya Savaşı sırasında, tek parti yönetimi, içinde ortası, sağı, solu mevcut, erkek nüfusu dört yıl askere alırken, işgücünün eksilmemesi gerekiyordu. Bu nedenle 1940’ta önce sıkıyönetim ilan edildi, ardından 26 Ocak 1940’da Milli Koruma Kanunu çıktı. Bu kanun özellikle mükellefiyeti içeriyordu ve özellikle Zonguldak Havzası için çok önemliydi. Mükellefiyetle birlikte köylerden, daha çocuk yaşta işçiler toplanıp madenlere sürüldü. Kaçanı jandarma tutuklayıp geri getiriyordu. O dönem Türkiye yoksul, Zonguldak daha da yoksul. Ama kömür gerek, ülkenin kalkınması için bazen nesiller feda edilir ya, bu iş de öyle bir iş işte. Yaptığım araştırmalar sırasında öğrendim, 20 saat ocaklardan çıkmayan işçiler var. Yemek ise sadece lapa! Köylerden toplanan işçiler ‘pavyon’ adı verilen öyle yerlerde kalıyorlarmış ki, köpek bağlasan durmaz. Bu dönem on yıla yakın sürüyor. Kara Elmas’ın karası o dönemden gelir. Zonguldak halkı bu zulüm dönemini unutmaya çalıştı. Sonuçta genç Cumhuriyetin ayakta kalması gerekiyordu. Bu kent ve çevresi vatanperverdir. Ve pek çok insan, bugün yapılan zulmün hesabını sormuyorsa, vatanperverlik duygusu nedeniyledir. Zonguldak halkı asil bir halktır. Ve ne zaman başkaldıracağı belli olmayan bir kenttir burası.” Kadir Hoca’nın çalışma mekânında onun bizzat topladığı Mükellefiyet dönemine ait fotoğraflara bakarken insanın içi acıyor ve ben fedakâr maden işçilerine ne kadar çok şey borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Bu Cumhuriyet kolay kurulmadı. Fotoğraflar: ALAADDİN KAYA, SALİM ÇALIK Yeraltı öyle bir yer ki canını düşmanın bile olsa yanındakine emanet etmek zorundasın Hasımlar bile dost olur Alaaddin Bey’le adına “kafes” denilen, ocağın girişindeki büyük asansörün bulunduğu yere geliyoruz. En az yirmi kişi alan kafesin belirli saatleri var, öyle her istediğinde inip çıkamıyorsun. “Peki ya aşağıda hastalanan olursa” diye soruyorum, bu soruyu neden sorduğumu tahmin edersiniz. Alaaddin Bey, gülerek “O zaman kafes vardiyasını şaşırır” diye içimi rahatlatıyor. Kafeste bir arıza var, bekliyoruz. O sırada incecik, gencecik bir kızcağız koşarak geliyor, o da kafese binip aşağı inecek. O bir maden mühendisi, vardiyasını kontrol etmeye gidiyor. Adı Zeynep, kızımdan küçük, bir buçuk yıldır bu madende çalışıyormuş, ama TTK’de değil, özelleştirilen bölümde, bu nedenle parası çok az ve işi çok ağır. Yine de gözleri parlıyor. Koskoca ocakta tek kadın mühendis o. Beklerken söz dönüp dolaşıp TTK’nin kadın mühendis istemediği noktasına geliyor. Sınavı geçen mülakatta nedense başarısız oluyormuş. den işçisi Kadir Bey’in söyledikleri geliyor aklıma: “Madenci yeraltında başka biridir. Maden dışında hasım olanlar, madende dost olurlar, dışarı çıktıklarında gene hasım olurlar. Çünkü madende birbirlerine can emanet ederler. Bu çok kutsal bir emanettir. Bak sana bir hikâye anlatayım: Madendeyiz, küçük bir grup ayakta çalışıyoruz. Bir arkadaş sağ tarafı işaret edip ‘orası pek sağlam görünmüyor, kazma vurmayın’ diyor. Bir başkası, hep aksilik çıkaran biri ‘hayır’ diyor, ‘burası çok sağlam gözüküyor’ ve vuruyor kazmayı, vurmasıyla birlikte, kocaman bir kaya parçası düşüp adamı altına alıyor. Biraz önce ‘oraya kazma vurmayın’ diyen kişi, ‘karışmayın’ diyor ‘çeksin cezasını’. O şef; donup kalıyoruz, öteki ‘ben ettim sen etme’diyor: ‘Bak beni burada bırakırsan uşaklar yetim kalır.’ Bu söz üstüne durulur mu, en başta ‘bırakın cezasını çeksin’ diyen arkadaş dayanıyor kayaya…” “Peki sonra ne oldu?” Kadir Bey, “kötü oldu” diyor: “Adamın belden aşağısı sakat kaldı.” ‘Hangi vardiyada patlayacak?’ Az sonra beni bekleyen madenci eşleriyle buluşacağım, ama Armutçuk’un merkezinde küçük bir tostçu dükkânı ve bakkal işleten Salih Kılavuz’a uğramadan olmaz. O büyük patlamadan sağ çıkan biri. Ölümün soğuk soluğunu ensesinde hissetmiş biri. Kılavuz’un dükkânı küçücük, bulduğum yere sığışıyorum. O bir yandan müşteriye tost yapıyor, bir yandan anlatıyor: “Aha, anlatmaya başladım ya, beni gene ter bastı. O zamanlar durumlar bugünkü gibi değil. Bizi deliler gibi çalıştırıyorlar. Tamam prim veriyorlar, ama primi de şefler dağıtıyor. Adamını kolluyor onlar da. tergesi ikiyi geçiyor, madenin hemen boşaltılması gerek. Şefi aramışlar, o da köyde okey oynuyormuş, ‘durum böyle böyle’ demişler, şef ‘oradaki gaz benim p.pumda da vardır’ diye madeni boşaltma emri vermemiş ve bir saat sonra da zaten patlama oldu. Ben önce başımın üstünden bir alev topunun geçtiğini gördüm, ardından öyle bir rüzgâr oldu ki daireler çizerek yuvarlanmaya başladım. Sonra ikinci bir patlama oldu, yere kapaklandım. Orada ne kadar yattığımı bilmiyorum. Sonra uyandım, ayağa kalktım, bir yerden cılız ışık sızıyordu, bir de baktım yerde cesedim yatıyor ve ben ona bakıyorum. Evet, kimseler inanmıyor, ama ben cesedimi gördüm. Sonra baktım bir boru kesilmiş ve oradan incecik bir hava sızıyor. Boruyu elime alıp solumaya başladım, biraz kendime geldim. Ayağa kalktım, boru elimde, sanki sular gibi dolaşmaya başladım. Ayaklarıma parçalanmış ceset parçaları dolaşıyordu, birkaç kişi benim tuttuğum havayla ayaklandı. Kurtulmuştuk…” Salih Bey, şimdi emekli; çocuklarından biri hamallık yapıyor, diğeri öğretmen ve o hâlâ didinip duruyor ve rüyalarında çoğu zaman kendi cesedini seyrediyor. ‘Cesedime bakıyorum’ ‘Gaz alarm veriyor şef okey oynuyor’ Biliyor musun, biz bütün madende çalışanlar bir göçük olacağını hissediyorduk. Tavan o kadar gerilmişti ki babayiğit üç kişi sürekli kalaslarla tavanı zorluyorlardı, çöksün de maden rahatlasın diye. Cahilliğe bak, tavan çöktüğünde altında kalacaklar, ama kalaslarla tavanı dövmeye devam ediyorlar. İşte sana bir misal, artık iş emniyetini sen düşün... Evet, metan gazı öylesine hissediliyordu ki kendi aramızda ‘acaba hangi vardiyada bir patlama olacak’ diye bahis bile oynuyorduk. O gün gaz çok kesifti. Aletle de bakmışlar, gaz gös Usul usul karanlıkta kayboluyoruz Nihayet kafesin tamiri bitti. Yirmi kişilik yerde dört kişiyiz. Aramıza bir mühendis daha katıldı. Kafes usul usul aşağı iniyor ve biz karanlıkta kayboluyoruz. Kısa bir süre sonra asansör duruyor. Yerin altında üç yüz metredeyiz. Burası istasyon; az ötede sıra sıra vagonlar duruyor. Hep birlikte vagonlara biniyoruz ve karanlık içinde bol zıplamalı bir yolculuk başlıyor. Yaklaşık on dakika sonra vagon duruyor ve biz iniyoruz. Alaaddin Bey, beni bir “ayak ağzına” götürecek, bu ne demek? İşçilerin yoğun olarak çalıştığı bölgelere bu ad veriliyor. Ama epeyice bir yolumuz var, yol dediğim balçık çamur, yer yer çukurlar var. Son derece dikkatle ilerlenmesi gerekiyor. Çünkü ortalık zifiri karanlık ve yolu aydınlatan sadece başımızdaki baretlerin ışığı. Uzun aralıklarla sağlam bir duvara monte edilmiş elektrik lambaları var. Yürüyorum. Önümde Alaaddin Bey, upuzun bir koridor, tavan kirişlerle sağlamlaştırılmış, yan duvarlar delik deşik ve sürekli bir su sızıntısı; sızıntı kimi yerde yağmur gibi yerde yoğunlaşıyor ve baretlerimizin ışığında duvarlar rengârenk görünüyor. O zaman her yer bir masal ülkesine dönüşüyor. Burası ölümün değil yaşamın bir parçası Yol git git bitmiyor, kimseler yok. Naylonla kaplanmış kapılardan geçiyoruz, bir an bizimle birlikte aşağı inen Zeynep’i düşünüyorum, tek başına o da böyle bir dehlizde yürüyor: Tek başına! Neyse ileride ışık görünüyor, demek ki birileri var. Yanlarına yaklaşıyoruz, iki kişiler, lağım yani yol kazıyorlar. Kırk yıllık arkadaşlar gibi selamlaşıyoruz. Ama gerisi gelmiyor, madende her dakika önemli, kimsenin lafla geçirecek vakti yok. Yine de onları görmek insanı sevindiriyor. Demek ki diyorsun “burası ölüm tanrısının mekânı değil, burası yaşamın bir parçası”. Ve yankılanan çekiç sesleri insanın kulağına hoş bir müzik gibi gelmeye başlıyor, yürüyüşe devam. Yol gittikçe bozuluyor, tavanlar için getirilmiş kütüklerin üstünde yürüyoruz. Kütükler sürekli kayıyor, bir ara dengemi kaybediyorum, tam toparlanıyorum, tavana kafamı çarpıyorum, bereket kafamda baret var, daha birkaç kez çok hızlı kafa çarpacağım. Nihayet ayak ağzına geliyoruz. Yedi sekiz işçi çalışıyor. Şöyle tarif etmeli: Burası başlangıç yeri, kömürün çıkarıldığı daha küçük dehlizlere buradan giriliyor. O dehlizlerde çoğu kez yerde sürünülerek iş yapılıyor. Bir iki laflıyoruz ve anlıyorum, maden işçisine iş yaparken soru sorulmaz. Geldiğimiz yoldan geri dönüp, yine vagona binip istasyona geliyoruz. Kafes bizi bekliyor, yeryüzüne çıktığımızda karşılaştığımız herkes “geçmiş olsun” diyor. Madenci eşi olmak zor 2013 yine Madenci eşi olmak ayrı bir özveri, ayrı bir sabır ve hepsinden ötesi kocaman bir yürek ister. Hele de erkeğiniz dünyanın en çok iş kazası olan madeninde çalışıyorsa. Her gün, endişeli bir bekleyiş demektir. Her an kulağın kirişte olmak demektir. Her an kötü bir haber beklemek demektir. Öznur, kırklarına yakın; o bir madenci eşi. “Bizim hayatımızı sorarsan, kocaman bir bekleyiştir” diye söze başlıyor. “Her gün beklersin, yüreğin ağzında beklersin. Şimdilerde cep telefonu var, bekleyiş biraz kısaldı. Eskiden eşim kapıdan girene kadar sürerdi ve ertesi gün yeniden başlardı. Buna alışmak mümkün değil. Öte yandan madenci eşiysen kendini hep silersin. Nasıl mı? Kendi derdin olur, çocukların derdi olur, bunları kocana yansıtmamaya çalışırsın, çünkü işte onun kafasının dalgın olmaması, başka işlerle meşgul olmaması gerekir. Bilirsin ki en ufak bir dalgınlık ölüm getirir.” Öznur susuyor, yan tarafında oturan Emine söz alıyor. Çevremdeki kadınların en yaşlısı o. “Madenci” diyor, “başka türlü bir insandır. Başka işçilere benzemez. Kolay mı sekiz saat karanlıkta, ölüm yanı başında kazma sallamak. Tabii bu onların psikolojisini bozuyor. Kendilerini avutmak için kimi kumara gidiyor, kimi başka kadınlara... Böyle bir durum da var. Bu nedenle hepsinin psikoloğa gidip konuşmaları, içlerindeki acıyı çıkarmaları gerek. Ama bizim buralarda böyle bir danışma merkezi yok. Öyle ki pek çok aile sapır sapır dökülüyor.” Öznur yeniden söze giriyor; “kadınlarda da kabahat var” diyor, “kimisi boyundan büyük şeyler istiyor, bilezik istiyor, dakika başı evin eşyasını de ‘Psikoloğa gitmeliler’ Korku uçup gitti Bu karanlık, kimi zaman da ışıltılı dehlizlerin garip bir büyüsü var. Korku, endişe bir anda uçup gidiyor. Ve karanlığın garip bir çekiciliği var. İnsan sanki yaşadığı zamandan kopup başka bir zamana geçiyor. Başka güçlerin egemen olduğu, gizlerle dolu bir zamana. Acaba ben mi böyle düşünüyorum; hayır, buranın bir büyüsü var. Dostum, ma ğiştirmek istiyor, peki ne oluyor, borca batıyorlar... Sonrası ver elini tefeci. Madenden gelmiş kocasının önüne bir tas çorba koymayanlar var. Adamcağızlar zaten zor besleniyorlar, işletme yemeği kesti, servisleri kesti.” Madenci eşlerine soruyorum: “İçinizden hiç madene inen oldu mu?” Çok garip bir soru sormuşum gibi bakıyorlar bana. Emine yanıt veriyor: “Babam, bir gün beni madenin kapısına kadar götürdü.” Öznur birden atılıyor: “Ben kocamı bir yürüyüşte tanıyamadım. Madenden çıktıkları gibi gelmişti. Neden sonra gözlerinden tanıdım. Kapkaraydı. O zaman içim ezilmişti.” Başından beri hiç söze karışmayan, hep dinleyen Fadime artık söze giriyor: “Büyük yürüyüşte ben de yürüdüm” diyor. Sohbet iyi de herkesin çok işi var. Az sonra erkekler vardiyadan dönecekler, sıcak bir çorba, sıcacık bir oda ve sessizlik gerek. mükellefiyet Birden Kadir Hoca, madende çalışan çocuk işçilerin iç karartan fotoğraflarını önüme atıyor. Ama bu fotoğraflar yeni, yıl 2013’te çekilmiş. Gene çocuklar iki büklüm, maskesiz, korunaksız madende çalışıyorlar. “Bu ne iş” diye soruyorum, Kadir Hoca, “Bunlar da bugünün mükellefleri… Bölgede taşeronculuk başını alıp gitti, devlet sürekli bunların kapılarını bombalıyor ama dur durak bilmiyorlar. Bu durumu buralara özel sektörü getirerek devlet kendisi yarattı. Şimdi baş edemiyor… Ve çocuk işçiler, bazen kadınlar, gençler emniyetsiz ocaklarda, gene iş emniyeti sıfır çalışıyorlar ve duyduğunuz ölüm haberleri şimdilerde en çok buralardan…” “Yani” diyorum Kadir Hoca’ya, “Zonguldak’ın işi zor.” “Ne zaman kolay oldu ki” diyor, “ne zaman kolay oldu?” BİTTİ
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle