25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 6 MART 2013 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER İnanç, Bilim ve Evrim... Soran akıl ve şüpheci bilimden korkulmaz. Yanlışlarını bulur, yanılgıları düzeltir, yoluna devam eder. Asıl sakıncalı olan Erik Hoffer’in “Kesin İnançlılar” dediği “şek ve şüphesi” olmayan katı inançlılardır. Bir uçtan karşıtına kolayca geçerler ama orta yolda, ortak akılda buluşup anlaşamazlar. Bozkurt GÜVENÇ E vrensel olmasa da inançilim ayrımı yaygındır. İnanan kişinin bilim yapmasına, bilim yapanların inanmasına görünürde bir engel yoktur. Ne var ki bazı din adamları, kimi filozoflar bu beşeri ayrışmayı destekler. İmam Gazali, aklın inanca ters düştüğünü görmüş, ünlü Filozofların Yanılgısı (Tehafut el Felasefe) adlı eserinde, Farabi ve İbn Sina gibi Platoncu İslam bilginlerini eleştirerek “Akıl, inanca ters düşemez” demiş; Devletin varlığı ve güvenliği için akılcı gidişi önlemeye, hiç olmazsa frenlemeye çalışmıştır. Gazali’den yaklaşık yüz yıl sonra, Endülüslü Halife İbn Rüşd ise “Yanılgının Yanılgısı” (Tehafut et Tehafut) denemesinde, akılinanç çelişkisinin kaçınılmazlığını, hatta gerekliliğini savunmuştur. Bilim tarihçisi Aydın Sayılı, Gazali’nin Ortadoğu’da, İbn Rüşd’ün ise Batı Rönesansı’nın doğuşunda etkili olduğunu yazmıştır. Gazali, tasarladığı devlet düzeninde, siya Ehli iman, ehli ilim set, din ve eğitim işlerinin, halife vekili bir vezirin gözetiminde ayrı tutulmasını önermişse de, uygulama Selçuklu’da başarılı olmamış; medreseli ulema siyasi görevler almış, bilimin özerkliği korunamamıştı. Fatih’ten sonra, Gazali’nin önerisi Osmanlı medresesine de egemen olmuştur (İnalcık). Osmanlıcada Ehli İman ve Ehli İlim ve Ehli Hikmet (felsefe) kavramları vardı ama, özgür düşünce ve felsefeden uzak durulmuş, bilim gelişmemiş; kamu vicdanı ve yönetim özgürlüğünün güvencesi olan özerkliğe sahip çıkmamıştır. Günümüzde de yaygın söylemin gerekçesi, Devlet’in birlik ve bütünlüğünü korumaktır. Oysa ifade özgürlüğü yoksa ya da özerklik kısıtlıysa düşünce özgürlüğünün ne anlamı olabilir ki? Erdal İnönü’nün giderayak KHK ile kurduğu Bilimler Akademisi’ne Hükümet KHK ile son verdi. Bilim ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün, “Darwinizmin inanca dönüşmesi”nden yakınıyor. Darwinizm Bilim mi inanç mı?.. [evrim inancı olarak] dine yaklaşır ama bilim şüphecidir, inanca dönüşmez. Sanımca, iktidar, evrim kuramını doğru bulanların artmasından çekiniyor. Evrimciler “dinsiz ve ateist” oldukları için “yaratılış”a karşıdırlar. Öyleyse bilim yapsınlar ama orada dursunlar, inanca ters düşmesinler. Bilim insanları sanıldığı gibi dinsiz, imansız değil, sorgulayan kişilerdir. Oysa ülkemizde, evrim kuramını doğru bulmayanlar bulanları üçe katlıyor (Miller). Dahası, biyoloji öğretmenlerimizin yaklaşık yarısı evrime inanmıyor. Tanınmış yazar Nazlı Ilıcak, “Metafizik kurgular değil mi, okullarda ikisi de öğretilsin!” yorumunu yaptı. Güvenç, evrimin kurgu değil, bir olgu olduğunu savundu. Tarihçi Osman Bahadır da “Evrim kuramının metafizik bir kurgu olmadığını; buna karşın, dini inançların bilimsel teorilere karıştırıldığını” gösterdi. Gerçekten de son yıllarda şehirlerarası yolculara sunulan “Ateizmi Yıkan Gerçekler” dizisinde, Tanrının varlığını “bilimsel yöntem ve verilerle” kanıtlama çabası sürüyor (Güvenç, 2011). Evrim kuramı yeni bulgularla yanlışlanabilir; ama yaratılılış inancı yanlışlanamaz; yanlışlanırsa, vahiye dayanan semavi/kitabi dinler çöker. İnanır ya da inanmazsınız, derler; ama, soru sorulmasına izin vermezler. Soran akıl ve şüpheci bilimden korkulmaz. Yanlışlarını bulur, yanılgıları düzel ‘Tarihten dersler’ tir, yoluna devam eder. Asıl sakıncalı olan Erik Hoffer’in “Kesin İnançlılar” dediği “şek ve şüphesi” olmayan katı inançlılardır. Bir uçtan karşıtına kolayca geçerler ama orta yolda, ortak akılda buluşup anlaşamazlar. Sorunun evrenselliği ve ülkemizdeki güncelliği şu anekdotla anlatılabilir: 19. yy. sonlarında “Bilim insanları, var olmayan kara kutuda, var olmayan kara kediyi arar” eleştirisini yapan üst düzey kilise yöneticisine, bilim insanı şu yanıtı vermiştir: “Doğrudur. Bizler arıyoruz, onlar bulduklarına inanıyor.” Amerikalıların evrime inanmayanlarının yarısı, üniversitelerini kıyasıya eleştirir ama bilimin özerkliğine dokunmaz, dokundurtmaz. Din devleti Vatikan tarihi yanılgısını yüzlerce yıllık gecikmeyle açıkladı, özür diledi; Bruno’ları yaktıktan, inanmayanları “Engizisyon kafesi”ne, Galile’yi evine kapattıktan sonra. Osmanlı yöneticileri de imanın akla ters düştüğünü, kendi deyişleriyle “Basra harap olduktan sonra!” gördüler. Tarih, yarın n’apacağımızı söylemiyor. Durant’ın ‘Tarihten Alınacak Dersler’ denemesi geçmişte değil, önümüzde duruyor. Dinimizin emri gereği ‘Oku’mak zorunlu ama herkes okumuyor. Bilimsel buluşlarıyla ünlü Tesla, yıllar önce şöyle özetlemiş küresel durumu: Dini kitapları okuyup anlayanlara “ateist”, okuyup anlamayanlara “dinci”, okumadan savunanlara “yobaz” deniyor. Birisi Sallasa Düşecekler... Sokaklara çıkıp da insanlara soramazsanız eğer, bir gece kendi vicdanınızı dinleyin... Bu güzel ülke, hiç bu kadar endişeler, evhamlar, korkular içinde kıvranmış mıydı?.. (.........) Telefonla konuşmaya korktuğunuz zamanlar hiç oldu mu?.. İş hayatınızdan, çevrenizdeki sevdiklerinizden endişe duyduğunuz... Misafirinizle konuşurken sesinizi kıstığınız günleri hatırlar mısınız?.. (.........) Televizyonunuzu açarken “Acaba yine kötü ne oldu” endişesi... Her sabah muhtemel bir rezaletin, bir skandalın, bir pisliğin sizi üzeceği beklentisi... Yakanızı bıraktı mı hiç?.. (.........) İnançlarınız aynı temiz duygularla yerli yerinde mi?.. Dine mesafeniz?.. Nasıl bu hale geldiniz?.. (.........) Japonya’dan Amerika’ya kadar tüm ulusların hayran olduğu, tarihin büyük insanı Atatürk’e bakışınızdaki o ezikliği şimdiye kadar hiç duydunuz mu?.. O utanma duygusu sizi kemirdi mi hiç?.. (.........) Size her gün yalan söylendiğini... Söylenen her sözün tersinin yapıldığını ya da yapılacağını... Sizden gizli saklı bir sürü rezaletin sürüp gittiğini hissetmez misiniz?.. (.........) Yaşamınız boyunca Türkiye’nin parçalanmasından ilk kez korkmuyor musunuz?.. İlk kez rejim endişesi yok mu sizde?.. H Küçük bir testti şu yukarıdakiler... Eğer birazına olsun katılıyorsanız, yalnız değilsiniz... Çok kalabalıksınız... Biraz aklı olan, biraz zihni çalışan, biraz çevresine bakan, biraz gözü gören herkes sizinle aynı duygular içinde... Pişman olanların, umutsuzların, yaka silkenlerin, canı yananların, vicdan azabı çekenlerin sayısını bir bilseniz... H Bu iktidar; çağdaşlığı, hukuku, yargıyı, güvenliğimizi, Cumhuriyetimizi, ulusal duygularımızı, gururumuzu, umutlarımızı, geleceğimizi ayaklar altına aldığı halde, hâlâ orada duruyorsa... Sallayacak birisi olmadığı içindir... Bir esinti... Bir rüzgâr... Bir bilek... Bir yürek... Birisi... H Birisi sallasa... Düşecekler... İş Kazaları Yanlıştan Dönmek Erdemdir İ Artarken Av. Dr. Sabiha ALATAN ÇAYCI İlgili yasa ve yönetmeliklerin değiştirilmesi ile Öğretim Birliği Yasası değiştirilemez. Öğretim Birliği Yasası ve öteki yasal düzenlemelere göre, imam hatip lisesi mezunu gencin imam olması, güzel sanatlar lisesi mezununun sanatçı olması, teknik lise mezununun teknisyen olması ve yetiştiği alanda yükseköğrenim görmesi gerekmektedir. Prof. Dr. Mahmut ÂDEM Ankara Ü. Emekli Öğ.Üyesi din duyguları sömürülüyor. mam hatip okullarında şeriat eğitimi veriliyor D ünyada hızla gelişen küreselleşme olgusu, ileri teknolojinin büyük ölçüde ülkemizde de kullanılmasını kaçınılmaz kılmıştır. İleri teknoloji uygulamasının geçiş sürecinde ne yazık ki sağlığın korunması için gerekli yaşam standartlarının belirtilmesi ihmal edilmiştir. Bu uygulama, gerek işletmeler gerekse sendikalar bakımından kalifiye işçi sorununu gündeme getirdiği gibi işyerlerinde iş kazaları ve meslek hastalıklarında artışa neden olmuştur. Holdingler, küreselleşmenin, uluslararası tekelleşmenin yol açtığı acımasız rekabet kurallarına dayanabilmek için çözümler aramaktadırlar. Bu bağlamda holdinglerin birleşmeleri, tekelleşmeler ve yapısal reformlar gündeme gelmektedir. Ülkemizde de işverenler köklü yapısal reform programlarını hazırlarken Avrupa Birliği’nin sosyal normlarına kendisini hazırlamak gereğini duymamaktadırlar. İşverenler sadece gelir ve kâr hesapları üzerinde durmaktadırlar. Bu gelişmeler, değişen yapı, holdinglerin tüm birimlerinde toplam kalite yaklaşımını öne çıkarırken bu yaklaşımla toplam kalitenin temel unsurlarından olan insan eğitimine ağırlık vermenin önemini de ortaya koymaktadır. Eğitim programlarında sadece mesleki ve teknik eğitim değil, çalışma ortamından kaynaklanan yaşamsal tehditleri, zararları ve riskleri ortadan kaldırmaya yönelik eğitimler de yer almalıdır. Çünkü ülkemizde kötü bir tablo oluşturan iş kazaları ve meslek hastalıkları konuları acilen eğitsel araştırmacı çalışmalar yapma ihtiyacını hissettirmektedir. Son yıllarda işçi ölümleri artmaktadır. İşçi ölümlerinin yüzde 16’sı madencilik, yüzde 15’i inşaat ve yüzde 10’u metal sektöründe meydana geldi. 2012 yılında 878 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetmişti. İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, Bakırköy Özgürlük Meydanı’nda “Ocak ayı iş cinayetleri raporu”nu açıkladı. Raporda medyada yer alan haberler ve emek örgütlerinden gelen bilgiler ışığında tespit edilen bilgiler yer aldı. İşverenler bütçelerinden işçi sağlığı ve güvenliği için yeterli bir pay ayırmazken devlet de işyerlerindeki denetim görevini yerine getirememektedir. İşverenleri işyerinde önlem almaya ikna etmek için, önlenebilir iş kazaları nedeniyle oluşan kayıpların maliyetini belirlemek amacıyla Batılı demokratik ülkelerde özellikle İngiltere’de olduğu gibi ülkemizde de “iş kazalarının maliyet metodolojisi” çalışmaları geliştirilmelidir. Batılı demokratik ülkeler “toplam kalite güvence sistemi” içerisinde vazgeçilmez unsur olarak yeni yönetim sistemleri geliştirmektedirler. Bu sistem iş sağlığı ve güvenliği politikasını gerekli kılmaktadır. İşyeri sağlık birimleri multi disiplinlerin gereği olarak işyerlerinde yönetim sistemlerinin de takım çalışmasına dönüşmesini önermektedir. Ülkemizde taşeronlaşma devamlı ölüm getirmektedir. İşçi ölümlerinin açıklandığı son haberde 5 işçinin ölümünü duyan Başbakan’ın, 8 olduğunu duyduğunda “Neyse ki 8” ifadesini kullanması dil sürçmesi olamaz. Sadece bu ifade bile iktidarın işçi ölümleri karşısındaki duyarsızlığını göstermektedir. İktidarın ve sendikaların her gün artan işçi ölümleri karşısında ciddi önlemler almasını bekliyoruz. Sosyal devlet ilkesi bunu gerektirmektedir. 4 +4+4 kesintili eğitim dayatmasını; koşullanmış, önyargılılar dışında, başta öğrenciler, veliler, öğretmenler, okul yöneticileri, hatta AKP’ye oy vermiş pek çok yurttaş olmak üzere eğitim bilimciler, aydınlar, sanatçılar, demokratik kitle örgütleri vb. hiç kimse içine sindirememiştir. Bu iktidarın, geçmiş deneyimlerden ders alma diye bir derdi hiç olmamıştır. Eğitim tarihimizde bu tür yanlışlardan dönülen çok örnek vardır. İşte iki örnek: XII. Milli Eğitim Şurası’nda (1988) ortaokullarda yabancı dil dersinin seçmeli olması kabul edilmişti. Bu akıl dışı kararı, bakanlık uygulamaya başlamıştır. Genelde bir seçmeli dersi seçmeyenler için aynı saatlerde başka seçmeli dersler açılır. O da ek derslik, ek öğretmen demektir. Ancak bugünkü gibi, o gün de eğitimin “E”sini dahi bilmeyen bir eğitim bakanlığı, seçmeli yabancı dil dersine koşut seçmeli dersler açmadı. Yabancı dili seçmeyen öğrenciler, seçen arkadaşlarının sınıfında arka sıralara oturtuldular ve öndeki arkadaşlarına leblebi vb. atıyorlar, dersin disiplinini bozuyorlardı. Yabancı dil dersi yeniden zorunlu yapıldı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Avni Akyol, ders geçme/kredi dizgesini uygulamaya başladı. Sonraki Bakan Köksal Toptan, ders geçme/kredi dizgesinin uygulandığı sınıfların öğrencileri, velileri, öğretmenleri, okul yöneticileri, TalimTerbiye Kurulu (TTK) üyeleri ile akademisyenleri toplayıp görüşlerini sordu. Öğrenciler, veliler, öğretmenler, okul yöneticileri vb. görüşlerini açıkladılar. Dizgenin mağdurları öğrenciler adeta sorun küpüydüler. Onlardan biri, “Sn. Bakan, biz deneme tahtası mı oluyoruz?” demişti. Veliler, öğrencilerle aynı tonda sorunu ölge halkını dep remlerle mücadele konusunda bilgilendirmek ve bilinçlendirmek amacıyla İstanbul, Kocaeli ve Bursa’da kurulan Deprem Eğitim Merkezleri , Türkiye’de deprem zararlarını azaltma çalışmalarına çok önemli katkılar sağlayacaktır ve depremlerle mücadele konusunda atılmış çok önemli bir adımdır. Ancak Türkiye’nin hemen tümünün deprem riski altında olduğu gerçeği dikkate alınarak bu tür merkezlerin tüm Türkiye sathına yayılması gerekir. Ayrıca, bu konuda salt eğitimin yeterli olmadığı, eğitim ve uygulamanın eşgüdümlü olarak yürütülmesi gerektiği gerçeği de göz ardı edilmemelidir. Öte yandan, depremler dile getirdiler. Öğretmenler, daha yumuşak ama dizgeden dertli olduklarını açık yüreklilikle ifade ettiler. Sıra yöneticilere gelince, durum çok değişti. Hatta biri, “Bu dizge yüzde 97 oranında başarılıdır, gelecek öğretim yılı hiçbir sorun kalmayacak” dedi. Ben, “Sayın Bakan görüyorsunuz, sorunları birebir yaşayan öğrenciler, veliler, öğretmenler bu dizgeyi ‘kabul edilemez’ olarak değerlendiriyorlar. O zaman bu düzenin sürdürülmesinin ne yararı var? Yanlışın neresinden dönülse kârdır. Bu dizgenin iyi planlanmadığı, başa rılı uygulanmadığı açık seçik ortada” demiştim. Ders geçme/kredi dizgesinden vazgeçildi. Ama öğrenim gören gençler, gerçekten “deneme tahtası” olmuşlardı. 20122013 öğretim yılında uygulamaya başlanan 4+4+4 zorlamasından da geç de olsa kesinlikle vazgeçilecektir. Ama olan, bu dizgenin “deneme tahtası” olan öğrencilere, velilere, öğretmenlere, hatta okul yöneticilerine olacaktır. Bu kesintili dizgeye geçilirken, özellikle “bilim ve uzmanlar kurulu” olan TTK’nin bile görüşleri alınmamıştır. Büyük çoğunluğu “imam” olan iktidar kadrolarının kafasında yer etmiş bir “imam hatip ezikliği” her durumda dışavurmaktadır. Bu insanların akıl ve bilimi rehber almaları beklenebilir mi? Aldıkları eğitim de buna uygun değil. Bu “imamlar”; inançlı seçmenlerin seçimlerde kendilerine verecekleri oyların, resmi/özel (cemaat/tarikat) Kuran kursu, imam hatip ve ilahiyat fakültesi öğrenci sayısı ile artacağına inanıyorlar. Sonuçta böylece gerçek dindarların kutsal ‘İmam’ bildiğini okur Şeriat, Kuran ayetlerine dayanan Müslümanlık yasası. Ayetler, hadisler, icmali ümmet, imamların içtihadı ile kurulmuş temeldir. Ord. Prof. Dr. H.V. Velidedeoğlu şöyle diyor: “İmam hatip okullarının ders programlarında şeriat, yani dinsel hukuk bilgisinin (fıkıh) yer almış bulunması, olumsuz doğrultuda birçok din adamının yetişmesine neden olmaktadır”… “Böyle eğitim gören gençlerin kafaları bir kez Kuran’daki hukuk kurallarının değiştirilemeyeceği yolunda eğitilip yıkanınca, artık onları akılcı ve laik düşünce doğrultusuna getirmek çok güç olmakta, hatta olanaksızlaşmaktadır”… Velidedeoğlu, 31 yıl önceden bugünü öngörmüş ki, şöyle bitiriyor sözlerini: “Türkiye’de eğer kafalar, şeriat hukukunun kesinlikle değiştirilemeyeceği, çünkü bu hukukun Tanrı buyruğu olduğu yolunda sürekli olarak yıkanıp ve bir gün beyinleri bu doğrultuda yıkananlar, ülke yönetimini ele geçirirse Türkiye batar, sömürge olur”. (1) AKP iktidarı yanlıştan döner mi? Başbakan Erdoğan şöyle demişti: “Ben imam hatip lisesi mezunuyum. Beni, babam, illa imam olsun diye göndermedi…” İmam hatip okulları, Öğretim Birliği Yasası uyarınca kurulmuştur: “Milli Eğitim Bakanlığı, imamlık ve hatiplik gibi dinsel hizmetlerin yerine getirilmesiyle görevli memurların yetişmesi için ayrı okullar açacaktır” (Madde:4). Sonuç olarak ilgili yasa ve yönetmeliklerin değiştirilmesi ile Öğretim Birliği Yasası değiştirilemez. Öğretim Birliği Yasası ve öteki yasal düzenlemelere göre, imam hatip lisesi mezunu gencin imam olması, güzel sanatlar lisesi mezununun sanatçı olması, teknik lise mezununun teknisyen olması ve yetiştiği alanda yükseköğrenim görmesi gerekmektedir. Çünkü kendisi ya da velisi bu okulu seçerken, bu mesleği de seçmiştir. Erdemli insanlar yanlıştan döner. Bunlar dönerler mi? (1) Türk Eğitim Derneği, Eğitim Bilim Dergisi, Ankara, 1981, s.910. önündeki en büyük engel ise yasal mevzuattır. Öte yandan, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere tüm kentlerimizdeki binaların yüzde 70’e yakınının depreme dayanıksız olduğunun belirlendiği ve bunların yıkılarak yerlerine depreme dayanıklı yenilerinin yapılması gerektiği halde bu konuda da bugüne dek ciddi bir adım atılamamıştır. Hükümetin, depremi bahane ederek İstanbul’un dört ilçesinde (Zeytinburnu, Avcılar, Pendik ve Ümraniye) başlattığı Kensel Dönüşüm projeleri ise depremle mücadeleden çok, rant amaçlı olduğu için ve vatandaşı hem ekonomik hem sosyal açıdan mağdur duruma düşürdüğü kamuoyunda yeterli desteği bulamamıştır. B Deprem Eğitim Merkezleri Prof. Dr. K. Erçin KASAPOĞLU le mücadelede temel amaç olan Zarar Azaltma çalışmaları, başta hükümet olmak üzere yerel yönetimler, meslek odaları, sivil toplum örgütleri, üniversiteler ve araştırma merkezleri gibi toplumun konu ile ilgili tüm kurum ve kuruluşlarının koordinasyonunu ve işbirliğini gerektirir. Ancak hepsinden daha önemlisi bu konuda hükümet tarafından bir siyasi iradenin ortaya konulması gerekir. Bu siyasi irade olmadan ilgili kurum ve kuruluşlar arasında söz konusu koordinasyon ve işbirliğinin sağlanabilmesi olanaklı değildir. Ayrıca yukarıda deprem eğitim merkezleri ile ilgili olarak belirtildiği gibi, depremlerle mücadele konusunda da belirlenen stratejilerin, alınan kararların ve yapılması gereken çalışmaların uygulamaya konulması çok önemlidir. Örneğin, 2004 yılında İstanbul’da toplanan Deprem Şurası’nda alınan kararların, daha sonra İstanbul, Ankara ve İzmir için ayrı ayrı hazırlanan Deprem Stratejisi ve Eylem Planı’nda öngörülen çalışmaların hemen hiçbiri bugüne dek uygulamaya konulamamıştır. Uygulamanın
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle