18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
1 ARALIK 2013 PAZAR CUMHURİYET SAYFA Demokrasi ve hukuk devleti kavramlarının dilimizden düşmediği bir ülkede, insanların şiddet sarmalında yaşamaları... Temel hak ve özgürlüklerin çiğnenmesi... Bize bu yaşananlar neyi gösterir? Bu ülkede demokrasi ve hukuk devletinin olmadığını... Sağa sola, geriye ve arkaya baktığımızda bizi hep kandırdılar, gerçekleri gizlediler. İçi boş sözlerle, adalet, hak, hukuk, eşitlik diyerek... Eğitim sistemimizin bir benzeri dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde yok. Diplomalı işsizler ülkesinde yaşıyoruz. Emeğin sömürüldüğü, varsılın daha varsıl, yoksulun daha yoksul olduğu Türkiye’de, devletin yurttaşlara karşı olan suçları örtülüyor. HHH Orantısız şiddete destek verilen bir ülkede, birinin bir başkasını ezmesine göz yumulurken, suçsuzdan örgüt yaratılırken, suçlular özgürce dolaşabiliyor. Ethem Sarısülük’ü başından vuran polis Ahmet’e devlet neredeyse madalya verecek. Peki intihar edan polis Ahmet’lere ne yapıyor? Geride kalan karısı, iki çocuğu var. Ahmet’ler beylik silahlarını şakaklarına dayayıp tetiği çekiyorlar? Nedenini müdür beyler bulmuş: “Medya sorumlu!” Poliste iç şiddet var! Polisin örgütlenmesine karşı çıkılıyor. EmniyetSen uygulamada “orantısız güçle” karşı karşıya kalıyor... HHH Türkiye’nin son 40 yıllık tarihi kanlı sayfalarla doludur... Devlet, demokrasi, özgürlük, adalet, hak ve hukuk isteyen gençleri, aydınları, bilim insanlarını, yazarları, gazetecileri tetikçilerle öldürmüştür. Bırakalım 70’li ve 80’li yılları, yirmi yıl önceye dönüp bir HABERLER Hizbullah militanlarını koruyup kolluyordu... Dönemin OHAL valileri bu cinayetler karşısında ne diyorlardı: “Cinayetler münferit, örgütsel değil, üstelik Hizbullah diye bir terör örgütü yok!” 2000 yılında Hizbullah diye bir terör örgütü olduğunu öğrendik, yapılan operasyonlar sayesinde... Domuzbağı, işkence ve cinayetler. Mezar evler... Hepsi ortaya çıktı! Peki Hizbullah’ı Güneydoğu’da jandarmanın eğitim alaylarında eğiten JİTEM ne oldu? Hizbullah şimdi siyasal bir oluşum oldu, parti sözcüleri ise televizyonların vazgeçilmez konukları... HHH 24 Ekim 2004... Trabzon’da McDonald’s bombalandı, 5’i çocuk 6 kişi yaralandı. Bombacı İstanbul’da yakalandı. Dönemin Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek’ti... Akyürek açıklama yaptı: “Olay örgütsel değil, bireysel!” Zaten hep öyle olmuştu... Örgüt falan yoktu.. Eylemci Yasin Hayal’di... İşin içinde abi Erhan Tuncel vardı... O dönemde ya jandarmanın ya da polisin ücretli elemanıydı. Olayın üzerine gidilse Ogün Samast, Hrant Dink’i öldürmeyecekti. Neyse, abi Erhan birkaç gün gözaltında kaldı, salıverildi. Bireysel suçtan Yasin Hayal 11 ay kadar yatıp çıktı. HHH Pek çok olay var arşivimde... Ara sıra çıkarıp yazıyorum işte! Devlet böyle! Çok derinde... Birileri ne diyor: “Hizbullah, JİTEM, canilere selam!” Çoğu dışarıda... Hep birlikte yaşayıp gidiyoruz... Yeni gelenler de var... Türkiye Suriye sınırında onlar. El Kaide ve El Nusra... Hepsine selam olsun, örgütsel, bireysel(!)... 7 Hizbullah, JİTEM ve Canilere Selam(!) bakalım. Güneydoğu’da PKK ve devlet destekli Hizbullah’ın işlediği cinayetlere... Vedat Aydın, Diyarbakır’da gecenin kör karanlığında evinden alınıp öldürülmüştü. O tarihte Bülent Ecevit, Aydın cinayetiyle ilgili bir açıklama yaptı: “Bu cinayet kontrgerillanın işidir!” Yine o yıllar Hizbullah Diyarbakır, Silvan, Lice, Batman, Mardin’de üstelik gündüz, pantolon giyen, makyaj yapan kadınları arkadan yanaşıp satırla öldürüyordu. Devlet, insanları öldüren Tanilli Hoca’yı Anarken Server Hoca’yı, Tanilli Usta’yı yitireli iki yıl oldu. Geçen cuma akşamı, Cumhuriyet ailesinin, yakın dostlarının, duygu ve düşüncenin birlikte büyük bir zenginlik olduğunu kısacık konuşmasıyla bizlere aktaran oğlu Bülent Tanilli’nin katıldığı toplantıda andık onu. Büyük insanları anmanın ölçüsü olmaz. Bu anma da öyleydi. Onun mahkemede yaptığı, savunma demek ayıp olur, konuşmayı yeniden dinlerken Marksizmi ne büyük bir belagatla, ne büyük bir özgüven ve bilime saygıyla yaptığını hepimiz dinledik. Gecenin karanlığı yavaşça çökerken Taksim Meydanı’na, 1 Mayıs Alanı’na, onun orada tekerlekli sandalyesiyle muktedirlere nasıl meydan okuduğunu hatırladım sonra. HHH Vurup öldürmek istediler, vurdular ama öldüremediler. Büyük bir dirençle yaşamaya ama bencil bir yaşama tutkusuyla değil, üretme ve söyleyemediklerini söyleme, yazamadıklarını yazma tutkusuyla direndiğini ve başaracağını anlayamadılar. Yazdığı kitaplarla, yaptığı konuşmalarla, gönderdiği her iletiyle, mesajla gençlere, insanlara umut aşılayacağını bilemediler. “Uygarlığın Tarihi”ni yazarken öldürmeye yeltenenler ve onların arkasındaki karanlık belki hâlâ egemendir, ama o uygarlık da işte orada yenilmez bir şekilde durmuyor mu? Sonunda kazanacak olan o aydınlık değil mi? Marksizmin bu büyük öğrencisinden, büyük savunucusundan, anlatıcısından öğrendiklerimiz ve okumayı sürdürdüğümüz sürece öğreneceğimiz çoktur. Yeter ki onun ne anlattığını, nasıl anlattığını, yaşamanın ancak direnmekle anlam kazanabileceğini bize öğrettiğini unutmayalım. HHH Usul usul yağan yağmur Serez Çarşısı’na da böyle yağıyordu belki, ne değişir ki? Bedreddin’i astılar ama o çağları aştı geldi, Nâzım’ın dizelerine kondu. Server Hoca’nın yaşamı da kitapları da her biri bir derinliğe işaret eden anıları da karanlığın içinde parlayıp duruyor işte. Zorbalığa düşkün hurafenin, hurafeye medyun zorbalıkla kapıştığı bugünlerde Server Hoca’nın yazdıklarını okumanın anlamı daha da önem kazandı. Ömrünü boydan boya Aydınlanma savaşına adamış, onun çağdaş anlamı üzerine düşünmeyi, üretmeyi ve anlatmayı meslek, yaşam tarzı edinmiş bir bilgeyi anlatmak kuşkusuz kolay bir iş değildir. Onu denemiyorum zaten. Onu konuşurken dostlarının anlattığı anılar da onu anlatmaya yetmedi. Ama hepimizin de içinden taşan derin bir sevgiyi orada görmek bile yeterliydi Server Hoca’yı anlamak için. Çünkü Tanilli ne zaman bizimle konuşsa, ne zaman bize bir şey söylese gözlerinden bir ışık bize uzanırdı. Yalansız dolansız, hesapsız bir ışık. HHH Yaşıyor olsaydı o ışığı hep görecektik. Şimdi ona yakın olmuş insanların işi biraz daha zordur. Evet kitapları var, ama biz onun bize uzanan ışığını yitirdik. O nedenle anılar incecik yağmurun altında biraz hüzünle karıştı. 1 Mayıs Alanı gecenin yoğun gürültüsüne rağmen sessiz geldi bana. Bir çığlık gibi yükselen sesin onun elinde taşıdığı pankart olduğunu sandım bir an. Yargıçların karşısında “Ben işte bunları savunuyorum” derken “Peki, siz neyi savunuyorsunuz” der gibiydi Server Hoca. Anma toplantısı sessizce dağıldı. Sessizlik düşüncenin yaşadığı, hayat bulduğu mekândır her zaman. Sonra geriliğe karşı bir çığlığa dönüşür ve o nedenle hurafenin ustaları, zorbalığın mirasçıları çaresiz geçmişe bakarlar. Geçmişe bakarlar, hep geçmişe bakarlar, çünkü gelecek onlara ait değildir. Server Hoca’nın bize anlattığı da budur işte. ‘Samimi değiller’ Eski Yargıtay Başkanı Selçuk, anayasa yapımından rejimin yeni biçimine, başbakanın otoriterleşmesinden cemaat kavgasına kadar pek çok konuyu değerlendirdi İLHAN TAŞCI ANKARA Eski Yargıtay Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, AKP’nin tek başına yapacağı anayasanın kalıcı olamayacağına işaret ederek toplumun tüm kesimlerinin temsil edileceği kurucu meclis oluşturulmasını önerdi. Yürütmenin hem yargıyı hem de yasamayı kuşattığına dikkat çeken Sami Selçuk, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın otoriterleştiğini söyledi. Selçuk, ülkenin giderek kutuplaşmasının sokakta çatışmaya dönüşmesinden korktuğunun altını çizdi. Eski Yargıtay Başkanı, Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sami Selçuk’a yönelttiğimiz sorular ve verdiği yanıtlar şöyle: TBMM Anayasa Komisyonu iki yıl çalıştı. Sadece 60 maddede uzlaştı ve dağıldı. Temel maddeler düzenlenemedi. Sizce bu Meclis’in, anayasa yapma yeterliliği var mı? Bu Meclis’in yeni bir anayasa yapma açısından nicelik olarak gücü var ama anayasal ve hukuki yeterliliği yok. Ayrıca denklik açısından da yok. Birinci nokta anayasal yeterliliği yok çünkü bu Meclis, anayasanın 175. maddesine göre anayasayı değiştirebilir ama yeni bir anayasa yapamaz. İkinci nokta yanlış olgulara dayanan, yanlış hukuka göre anayasa yapılamaz. Bu olgulardan birincisi yüzde 10 barajı. Sandık başına giden ve “Benim partim yüzde 10’un altında” diyerek başka partiye oy vermek zorunda kalan seçmenler var. İkinci olgu, milletvekili adaylarını halk değil, genel başkanlar belirliyor. Dolayısıyla halk kendi vekilini değil, genel başkanların buyruğundan çıkmayan kişileri seçiyor. Böyle bir düzende halk adına korkusuzca konuşacak özgür iradeli ve anayasanın 83. maddesindeki sorumsuzluk ilkesini hak edecek bir vekili çıkaramazsınız. Üçüncü olgu, oyu geçersiz olacağından beğenmediği adayların üzerini çizemiyor. Bu üç olgunun her birini yüzde 30’a dek çıkaranlar var. Seçime katılma yüzde yüz bile olsa bu olguların etkisiyle parlamentoya yansıyan irade sakat bir iradedir, halkın iradesi değildir. Böyle bir parlamento halkı temsil edemez. Dolayısıyla halk adına yeni bir anayasa yapamaz. Öyleyse bir yasayla yeni bir anayasa yapacak kurucu kurultay oluşturulması en sağlıklı yoldur. Yüzde 1 oy alan dahil bütün toplum kesimlerinin katıldığı insanlarla yeni bir anayasa yapmalı. Bu yol olgulara denk düştüğü için en sağlıklı ve bütün toplum kesimleri temsil edildiği için kolaylıkla uzlaşılabilir bir yoldur. Eğer anayasa yapma konusunda içtenlikli isek doğrusu da budur. Üçüncü nokta, bizde denklik (correspondance) de yok. Çünkü oyların yarısını alan ama parlamentonun yaklaşık üçte ikisine sahip bir partiyle anayasa yapma konusunda uzlaşmak olanaksız. Muhalefet, işin başında bunu düşünmeli, kurucu kurultayda direnmeli, iktidarın görünüşte anayasa yapma önerisini benimsememeliydi. İşin bu noktaya geleceği belliydi. Görünen o ki, iktidar partisi tek başına anayasa yapacak, halkoyuna sunacak, büyük olasılıkla halk da bunu bıkkınlık karmaşasıyla benimseyecektir, ama bu anayasa sürekli tartışılır olacak, kalıcı olmayacak, bir süre sonra yeni bir anayasaya gerek duyulacaktır. 1961’de yasa kurucu meclis oluşturuldu, ama orada feshedilen DP’ye oy veren yüzde 50 temsil edilmedi. Kısaca tarih korkarım tekerrür edecek. Hukuk çözemiyor Hukuk bunları çözemez mi? Çözemiyor. Çünkü hukuk bilincine sahip bireylerden oluşan bir hukuk toplumu yaratamadık. Çarpıcı örnekler çok. Sözgelimi, eğer bir toplumda İsmet İnönü gibi güçlü bir başbakan, yolsuzluklarla savaş konusunda “Bir ülkede namuslular, en az namussuzlar kadar yürekli olmadıkça, o ülkede kurtuluş yoktur” sözleri seçkinlerce bile bir özdeyiş olarak algılanıyorsa, o toplumda hukuk bilinci yoktur ve bu söz aslında hukuk bilincinin eksikliği konusunda bir uyarıdır. Çünkü hukukun üstünlüğüne dayalı bir düzeni yaşama geçiren bir ülkede yolsuzluklarla savaşma görevi devletin savcısınındır, yargısınındır, kişilerin değil. Bu sözlerden 80 yıl sonra, 21. yüzyılın ilkyarısında bir başka başbakan, İstanbul kentinin görüntüsünü bozan bir gökdelenin sahibiyle konuştuğunu, hukuka başvuracak yerde, gökdeleni tıraşlayarak küçültmelerini istediğini, bu yapılmadığı için kendileriyle beş yıldır konuşmadığını söyleyebilmişse, değişen bir şey yok demektir. Dahası var. Ben uluslararası ilişkiler uzmanı değilim. Ama bu ilişkiler hukuk çerçevesinde yürütülür. Bunlardan biri, iç işlerine karışmama ilkesidir. Mısır devletini ne yapacağı belli, ciddi, ağırbaşlı, güvenilir olmayan, hukuksuz, ilkesiz bir devlet olarak görür ve küçümseriz. Mısır toplumu, devlet adamından çok oy peşinde bir siyasetçi olan başbakanını alkışlarsa hukuk toplumu, toplumda hukuk bilinci yok demektir. En önemlisi de Mısır devleti uluslararası alanda saygınlığını yitirir. Bir ülke düşünün ki, yargının görüşünü öğrenmeyi bir fırsat olarak değerlendirilecek yerde, Anayasa Mahkemesi’ne, Yargıtay’a, Danıştay’a, AİHM’ye gitmek, orada siyasetçiler tarafından “şikâyet” olarak değerlendirilsin; yanlış yapan bürokrat “yedirmem” önyargısıyla korunsun ve yargıdan kaçırılsın. Yargıya başvuranlar, bürokraside, bir bilim yuvası olan üniversitelerde bile tehditle davalarını geri almaya zorlansınlar. Böyle bir ortamda hukuk bilincinin gelişmesi, hukuk toplumunun yaratılması bir düştür, sadece. Yasama, yargı uydulaştı Meclis’in hükümetin vesayeti altında olduğu, askeri vesayetin yerine sivil vesayetin geçtiği görüşü var. Ne dersiniz? Şu anda yürütme erki, 1982 Anayasası, Seçim ve Siyasal Partiler yasaları sayesinde yasama ve yargı erklerini kuşatmış; onları uydulaştırmıştır. Kendimizi aldatmayalım. Örnek vereyim. Bir ara Sayın Başbakan, Meclis başkanını azarladı mı tartışması yapıldı. Elbette azarlar. Onu milletvekili yapan da Meclis başkanı seçtiren de Sayın Başbakan yani sistemin doğası sakat. Tartışılması gereken sistem. Azarlama bu sakat sistemin sonucu. Ormanı görecek yerde ağaçlarla uğraşıyor, zaman ve enerji yitiriyoruz. Çok yazık! Başbakan kaç çocuk yapılacağına, kürtaja, kız ve erkek öğrencilerin nasıl yaşayacağına vb. pek çok alanda insanların tercihlerine karışıyor. Başbakan’ın otoriter, diktatör eğilimya çalışırsanız, otoriter bir yönetime kayarsınız. Hak ve özgürlükleri genişletmez, daraltırsınız. Varacağınız nokta da bellidir. Ancak ben Türkiye’nin tümelci (totaliter) bir rejime varacağına inanmıyorum. Bu bir yerde durur. Türkiye’de uzak geçmişe dayanan bir hukuk ve yargı var. İnsanımız rahat olsun. Asıl tehlike başka yerde. Siz asıl tehlike olarak neyi görüyorsunuz peki? Asıl tehlikeyi eleştirinin yerini sövüşmenin almasında buluyorum. Çok kutuplaştık. Siyasal tartışmalar çirkin, düzeysiz. Batı’daki zekâ pırıltıları taşıyan güzel örnekler bizde yaşanmıyor. Bu denli kabalık utandırıyor, azap veriyor. Sokaktaki sövüşmelere haklılık kazandıran bir ortam. Siyaset, bu denli yozlaşırsa sokaktaki insanların çatışması meşrulaşır. Bunu herkes düşünmeli, kendisini ayarlamalı. ‘Kabalık, azap veriyor’ ler gösterdiği yorumlanıyor. Ben bunları bir dilek olarak düşünüyorum, ama bulunduğunuz yer Başbakanlık olunca o bir buyruk diye algılanır. Sayın Başbakan’ın konuşurken bu tehlikeli algıyı düşünmesi gerekir. Başbakan’ın otoriterleşme, diktatörleşme eğiliminde olduğuna katılıyor musunuz? Her erk/iktidar sahibinde bu eğilim vardır. Özgürlükleri sürekli sınırlama Selçuk, gündemle ilgili önemli açıklamalar yaptı. (Fotoğraflar: NECATİ SAVAŞ) Dini referanslarla yasal düzenlemeler yapılması doğru mu? Kendimizi kandırmayalım. Eğer sivil bir kuruluş olarak değil, devlet düzeninde Diyanet İşleri Başkanlığı diye bir örgütlenme varsa ve bir siyasetçi bakana bağlıysa eski Şeriye Vekâleti’nin devamıdır o. Yine bir siyasetçiye bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü de eski Evkaf Vekâleti’nin devamıdır. Türkiye hiçbir zaman devlet örgütlenmesi içinde laik olmadı, tersine teokratik kaldı. Böyle bir düzende devlet, zaman zaman haliyle Diyanet İşleri’nden düşünce sorar. Evet, inanç sahipleri ulemaya sorabilirler ama devlet soramaz. Devlet bilimle, hukukla yönetilir. Bilim alanı çürütülebilir nesnelerle, olgularla uğraşır. Din alanı çürütülemez inançlar alanıdır. Saygı duyulur, hukuk bu alanı güvence altına alır. O kadar. Hükümet ile cemaatin çatışmasını nasıl okuyorsunuz? Bunlarla il gilenmiyorum. Büyütülmesini de doğru bul muyorum. Sizi vaktiyle desteklemiş bir topluluk, şimdi sizin karşınıza çıkabilir. Türkiye’de sağlıklı bir gündem oluşmuyor. Düzeyli bir tartışma da düzeyli bir gündeme bağlı. Kim iyi söverse, o malı götürüyor; dışlanacak yerde kahramanlaşıyor. Bundan çok rahatsızım. Tutuklu milletvekili sorunu sürüyor. Başbakan partilerin vekillerini bile bile aday yaptığını söylüyor. Bunu yargı çözer. 40 yıllık meslek yaşamımda Genelkurmay başkanının terörden tutuklanabileceği hiç aklıma gelmedi. Genelkurmay başkanı gerçekten teröristse onu öneren ve onunla birlikte çalışan başbakanın durumu tehlikede demektir. Willy Brandt, 1974’te çekilerek bu erdemi gösterdi. Birlikte Yasalar çiğneniyor çalıştığı insanı tanıyamamıştı. Her önüne gelenin terör suçuyla tutuklanması olacak iş değil. Bugüne dek Meclis’i silah çekerek düşürmeye kalkışanı görmedik. Darbe suçu böyle olur. Yargının milletvekillerini tutuklamasına da aklım ermiyor. 1960 darbesinde yedek subay öğrencisiydim, Harp Okulu’nun kapısında nöbet tuttum ilk gün. Darbenin değerleri nasıl yıktığını gördüm, yaşadım. Kapıdan içeriye giren herkes dayak yedi, bakanlar da dahil. Kabalık, hoyratlık kol geziyordu. Darbeyi yeniden yaşamak, düşünmek bile istemiyorum. Türkiye bunları aşmıştır. Yargının siyasallaştığı, yürütmenin talimatıyla davrandığı ön kabulü oluştu. Yasalar çigneniyor. Hükümet “Si lahları bırakıp gitsinler” dedi. Varsayalım ki savcısınız, pencereden suçluların geçip gittiklerini görüyorsunuz ama görmezden geliyorsunuz. Olacak şey mi? Ben de istiyorum Kürt sorununun çözülmesini ama hukuk içinde. BDP haklıydı “yasal olsun” derken. Buyruğu verenler de, buyruğa uyanlar da sorumludurlar. Savcı olsaydım kesin el koyardım. Beni siyasi buyruklar ilgilendirmiyor. Yasayı çıkarırsın, savcı da yargıç da ona uyar. Yargı kötü bir sınav verdi. Yasaya aykırı buyruğu savcılar da dinledi. Ceza Yargılama Yasası’na (CYY) göre kural olarak savcıların takdir yetkisi yoktur. Savcı suç işlendiğini duyar duymaz CYY gereğince hemen gerçeği araştırmak zorunda. Yargıçlar siyasal düşüncelerini, inançlarını, ideolojile rini duruşma salonunun dışında bırakırlar. Bunu beceremeyen, yargıçlık yeterliliğinden yoksundur. Sözgelimi, Hrant Dink davasında, Atatürk’ün “Damarlarınızdaki asil kan” sözleri bir eğretileme olarak değil, sanki doğal bir gerçek olarak değerlendirilmiştir. Korkunç ve utanç verici. Anayasa Mahkemesi’nin başörtüsüyle ilgili kararı da öyle. Gerekçe ne yazık ki siyasi değerlendirmeler içeriyor. Balyoz davalarıyla ilgili kararlar da mı öyle? Bunu söyleyemem. Sadece Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin kabule yönelik kararını okudum. Kabule göre hukuki tanı yanlış. Adli yanılgı hukuki tanıyla ilgili. Bu görüşümü Milliyet’te kamuoyuna sundum. Bunlar kimi eklerle bir kitapçıkta yayımlanmak üzere. Ancak kararın gerekçesinde bir ideoloji kokusu sezmedim.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle