17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 8 KASIM 2013 CUMA 2 konusu olunca, yani tam anlamıyla yönetimsizlik dönemlerinde, ilk akla gelen ve uygulanan çözüm askeri darbe olur. Çünkü askerlik, çok kişinin zihninde bir bakıma sımsıkı yönetim, emirli düzen ve sorgusuz huzur demektir. Yakın tarihimizin darbe gerekçeleri arasında en sık kullanılanı yine o sayılır. Darbe suçlamalarına karşı kendilerini savunanların aynı gerekçeye sarılmaları da elbet doğaldır. Ne var ki yönetimsizliğin, daha doğrusu kötü yönetim olgusunun siyasal yönleri, sağlam genel eğitim, belirli konularda uzman yetiştirme, örgütlenme ve yöntembilim alanlarında deneyim edinme gibi gereksinmeler üzerinde yeterince durulmamış, olup bitenlerin bilimsel bir biçimde örnek olaylarla analiz edilmesine yeterince zaman ayrılmamıştır. Oysa bugünkü sürüklenişi durdurmanın çaresi, tam da bütün yanlışların doğru çözümlenerek üzerlerinde düşünülmesiyle yine o alanlarda, ama bu defa akılla ve bilimle yeniden çalışmaya sarılmaktır. aşka bir deyişle, sürüklenişten kurtulmak için sihirli formüllere, mucizelere, safsata inanç masallarına ve sözde harika adamlara bel bağlamak yerine Cumhuriyetin kuruluş felsefesine ve ilkelerine sarılarak çalışıp, onları uygulayabilecek siyasal gücü kazanmak yetecektir. Herhalde bugünlerin Türkiye’sinde doğru ve gerçek iktidar için politika yapmanın yolu da budur. OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Çok Konuş Devletlimiz Başbakanımız açık konuştu; belli ki çocuklarımızın namusu yasaklarla, örtülerle, duvarlarla korunacak. Minicik kızlar, yakında türbanını çekiştiren oğlanlardan kurtulabilir. Okulları ayrılır, yolları ayrılır; bu denli ayrılığı sindiremeyen kız kısmısı okuyup da ne olacak? Baksanıza öğrenci evlerinde, “nelerin olduğu belli değil”miş; “karmakarışık”mış; “her tür şeyler olabiliyor”muş… SEVGİ ÖZEL rengi belli, ne türü; etekte iki üç kez uzatılmanın izleri; palto manto yok; ama türban yepyeni… Kitap fuarına getirilmiş, koşturup duruyor; kimi, öğretmenlerin sıkılamasıyla dinsel yayın yapanlardan paralı ya da parasız bir kitapçık edinmiş, seviniyor. Utanarak bir liralık kitap olup olmadığını soruyor; zor taşıdığı torbasını, yayınevlerinin tanıtımları ve parasız dağıtılan gazetelerle doldurmuş; sobada yakmak, ailesini ısıtmak için… 78 yaşlı kızlara incitmeden soruyoruz; hepsi çocuk; ne inancın kuralını bilir; ne aptes tutabilirler… Hiç sakınmadan, birbirlerine benim türbanım daha güzel, seninki anne işi diye takılarak; türbanlarını çekiştiren oğlanlardan yakınarak kendi öykülerini yalansız dolansız anlatıyorlar. Hepsinin öğretmeni örtülüymüş; anneler, ablalar, teyze ve halalar da örtünmeye başlamış. Bir oyun içindeler; ama ne oynadıklarını, oyunu kimin kurguladığını bilmeden çığlık çığlığa koşuyorlar. Çarşaflı bir öğretmen oğlanları öne, kızları arkaya dizmiş çıkış kapısına yürütüyor; ela gözleri kara örtünün gerisinden öfkeyle bakıyor. Görünürde o laik Cumhuriyetin bir öğretmeni, bu çocuklar da Cumhuriyetimizin geleceği… Fildişi kulesine tüneyip de türbanı özgürlük sananlara müjdeler olsun! Başbakanımız açık konuştu; belli ki çocuklarımızın namusu yasaklarla, örtülerle, duvarlarla korunacak. Minicik kızlar, yakında türbanını çekiştiren oğlanlardan kurtulabilir. Okulları ayrılır, yolları ayrılır; bu denli ayrılığı sindiremeyen kız kısmısı okuyup da ne olacak? Baksanıza öğrenci evlerinde, “nelerin olduğu belli değil”miş; “karmakarışık”mış; “her tür şeyler olabiliyor”muş… Devletli gözü perdeli olunca iktidarının öngördüğü demokrasimsi de örtülü oluyor. Demokrasimsinin aydınımsılarına göre başımızı örtünce, gerimiz açıkta kalsa da olur… Yoksulluk, işsizlik dizboyu; adalet fenerle aranıyor; eğitim yeşerdi; üniversite sizlere ömür; insanlar Türk’ümKürt’üm kavgasında; devletin ağzı bozuldukça bozuluyor; laik Cumhuriyetle hesaplaşma savaşa dönüştürülüyor. Birileri analarımızın başörtüsüyle devletlinin türbanını eşleştirerek yoksulluğu, bilgisizliği, umarsızlığı görmezden geliyor; dine ve ırka dayalı siyaseti kaşıyor. Umudumuz, devletlinin çok konuşması; içinde bastırdığı ne varsa, eyleme dökmesi… Başı değil yüreği örtülülerin başka türlü uyanacağı yok! Sürüklenişi Durdurmak BUGÜNLERİN Türkiyesi tonoz demiri kopuk bir gemi gibi işe yaramaz rüzgârlar önünde sürükleniyor. Tonoz koptu mu, koparıldı mı tam olarak öğrenmek ya da bilmek kolay değil. Devlet gemisi eskidiğinden zincirleri paslanıp halatları çürüdü de kendiliğinden mi bir kopuş oldu, yoksa köprüüstünün ya da başüstündekilerin hataları, yahut önlem eksikliği yüzünden mi böyle bir olay meydana geldi, tam bilinmiyor. Çünkü devlet başkanımız yabancı ülke seyahatleri listesinde eksik kalanları da tamamlayarak dünyaya düzen vermekle uğraşmakta, hükümetimizin başı ise kızlı oğlanlı öğrenci evleriyle yurtlarında ulusal namusu koruma peşinde koştuğu için sürüklenişin nedenlerini ayrıca onlara sormak pek yararlı olmaz. Kıbrıs davasında bile bir futbol federasyonuna dolaylı yoldan oyuncu sokmak uğruna adanın güneyindeki Rum devletinin çatısı altına girmeyi kabullenenler ve müthiş marifetmiş gibi bunu bizim ülkenin büyük basınında övenler de çıktı. Dolayısıyla, sürükleniş tam ve sahipsizdir. ma çaresiz ve çözümsüz sayılmaz. Genellikle bu gibi sürükleniş, kopma, dağılma ve anarşi söz Evleri Bırak, YÖK’e Bak! Artık kimse pek anımsamıyor: YÖK Yasası, 1982 Anayasası’ndan bile önce kabul edilmişti; 4 Kasım 1981’de Meclis’ten geçti, 6 Kasım’da Resmi Gazete’de yayımlandı. 1982 Anayasası’na da olduğu gibi eklemlendi! HHH Öykü ilginçtir: 1982 Anayasası’nı hazırlayan komisyonun başkanı Prof. Orhan Aldıkaçtı, baskıcı bir anayasa taslağı oluşturmasına karşın, YÖK Yasası bilimsel çalışmaları engelleyeceği, üniversiteleri baskı altına alacağı için bu yasaya ve bu yasanın anayasa içinde yer almasına karşıydı. Ama YÖK’ün mucidi, Prof. İhsan Doğramacı, Kenan Evren’i ikna etti ve Aldıkaçtı, bütün çabalarına karşın, bu süreci engelleyemedi. Anayasa pek çok kez değiştirildiği için artık izleri pek kalmadı ama ilk metinde, her taşın altından YÖK çıkıyor, devlet denetimi ve baskısı her kurumda bir YÖK temsilcisi ile sağlanıyordu. YÖK böylece, sadece üniversiteleri bir örnek eğitime tabi tutarak ilkokul düzeyine indirmekle kalmıyor, devletin toplum üzerindeki denetim ve baskı aracı haline de geliyordu. Rektörlerin seçimle değil, atanmayla göreve gelmesi de bu yeni denetim mekanizmasının bir sonucuydu. HHH YÖK Yasası’na karşı ilk yazıyı ben, Milliyet Sanat dergisinde yazdım. Sevgili Zeynep Oral, yasa Meclis’te kabul edilir edilmez, daha yayımlanmadan metni ele geçirmiş, bana yollamış ve ben de Resmi Gazete’de yayımlandığı sırada yazımı yollamıştım. Hatta Doğramacı bana YÖK’te ikinci adamı olmamı önerdiği zaman ona “YÖK aleyhine yazım yayımlandı bile” demiştim de o da bana “Olsun, bir tane de lehine yazarsın” diye yanıt vermişti! HHH Muhalefette iken demokrasi konusunda mangalda kül bırakmayan AKP, programında YÖK’ü kaldıracağını da belirtmiş ama iktidara gelince onu en baskıcı yönlendirmeler için kullanmakta tereddüt etmemiştir! Şimdi de ahlak bekçiliğine soyunup, “öğrenci evleri” polemiği başlatmıştır! Oysa, ülkemizin çağdaş dünyadaki bilim ve teknoloji düzeyine ulaşabilmesi için YÖK kaldırılmalıdır… Ve elbette üniversitelerin kendi kendilerini yönetmeleri sağlanmalı, rektörler, üniversite mensupları tarafından seçilmelidir! B B A ir açıkoturumda bir konuşmacı Kenan Evren’i çok konuştuğu için eleştirince Aziz Nesin dayanamadı, “Bırakın konuşsun; konuştukça batıyor” dedi. Devletli gözü perdeli olur, işte bu perdeyi açtıran da açtırmayan da sözdür. Bu nedenle toplumun gözü önündeki kişiler, ağzıyla beyni arasındaki köprüyü sağlıklı kılmak zorundadır. Bu köprü, mühendislerin yaptığına benzemez; yıkıldı mı altında kalan, salt her ağaç gölgesinde konuşanlar olmaz; onlara inananlar da çıkar için arkasına takılanlar da çamura batar. Gündem değiştirmekte Başbakan’ın üstüne yok; yeni bir gündemle türbanı da örttü ve yol arkadaşlarını ortada bırakıverdi. Muhalefet, Başbakan’ın gündem değiştirme eylemlerine yetişip de toplumun gerçek gündemini öne çıkaramıyor. Ülkemizin son on yılı siyasal güncemize “laik Cumhuriyetimizi türbanlama” dönemi olarak yazıldı. Basın yayın da iktidarın ağzına bakıyor; izleyen, araştıran, sorgulayan, resimleyen değil, oturduğu yerden “ahkâm” kesenler sınıfta kaldı. Ünlü şanlı gazeteciler hiç mi sokağa çıkmaz; hiç mi okul önlerinden geçmez; hiç mi geçene sormaz? Yeşil sermayenin değil, devlet okullarının minicik kızları gibi daha büyükçe olanları da insanın içini yakıyor; kılık kıyafet karmakarışık, yoksulluğun gittikçe kararan resmi… Çocuğun yalnız başına bakan, beslenemediği için sararan yüzünü, eski püskü giysilerini görmeyip türbanı özgürlük diye savunan kadınların hepsine bildiğiniz ilençleri sıralamak istiyorsunuz. Ayakkabı eski, küçüldüğünden arkası yamulmuş; yıkana yıkana sünmüş hırkayla kazağın ne
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle