17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 20 KASIM 2013 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Başbakan’dan Hazmedilemeyecek Sözler Renkler HERHALDE gündem değiştirip vatandaşı boş konularla meşgul etmek için olacak, önemli konukları turkuvaz halıyla karşılama düşüncesi gündeme sokulmuşa benziyor. Asyalı Türki devletlerin ortak rengi buymuş. Kafaları tamamen boşaltıp anlamsız hedeflerle doldurabilmek için bundan daha boş bir hedef bulunamazdı. Turkuvaz dönemine hoş geldiniz. Devrimlerin ve Cumhuriyet bayrağının rengi olan “kırmızı” bırakılıp yeşille mavi karışımı “firuze”den geçerek tam yeşile doğru gidiş başladı demektir. aşımıza üşüşen ve çevremizi saran sorunlarla bir ilgisi var mı? Hiç yok; gökten düşer gibi düştü, yahut karanlık bir yerden çıkageldi. Ama sizi de bizi de meşgul ediyor şu sırada. Neredeyse, “helal olsun” denebilir ama helal olmasın çünkü artık Türkiye’nin “gidişatı” üzerine gerçekten ciddiyetle eğilmek gerekiyor. Gidiş pek sağlıklı değil. Saçmalıklarla uğraşıp vakit kaybetmek çok pahalıya patlayabilir. renkçe “turquoise” yazılıyor ve “Türklükle ilgili olduğu ve çinicilikte kullanıldığı” biliniyor. Ama öyledir diye kırmızının kullanıldığı yerlerde onun yerine turkuvaz kullanılsın amaçlı ulusal kampanyalar açılırsa onlarla baş edilebilir mi? Gemilerin gece seyrinde iskele yani geminin başına göre sol taraf ışığı olarak turkuvaz kabul edilirse onu yeşil sanarak davrananların yapacağı yanlış manevraların sonuçlarını düşünebiliyor musunuz? Olsa olsa ancak “bir deli taş atmış kuyuya...” diyerek izah edilebilecek durumların sonu hiç gelmez. yrıca, kırmızıya gösterilen bu tepki, dargınlık, kızgınlık neden? Kırmızı görünce boğaymışcasına kuduranlar mı var aramızda? Acaba sadece solculuk, başkaldırışlar falan mı akla geliyor kırmızı kullanılınca? Yoksa dinmeyen bir yeşil özlemi mi? ördünüz mü, işte yine boş bulunduk ve “abesle iştigal”e sürüklediler bizi. Sanki hiç başka işimiz yokmuş gibi. Dıştan bakınca öyle de gözükebilir elbet. İktidar “turkuvaz” türünden boş konularla insanlarımızı oyalamak ve kendi niyetlerine zemin hazırlamak isteyebilse de ana muhalefet “Hayır öyle olmaz, böyle bir ülkede şu yapılmalıdır” diyen sağlam bir program seçeneğiyle ortaya çıkarak halkı peşinden sürükleyebiliyor mu? Yahut hiçbir şey yapmadan zevzeklik ve eleştiricilikle vakit geçiren aymazlarımız yan yana gelip yeni, ortak ve eşgüdümlü bir siyasal hareketlilik oluşturamazlar mı? Politika sahnemiz hiç değilse öyle bir canlanışın ışığıyla renklendirilmeyi bekliyor. Başbakan, bütün öğrencileri haksız yere suçlarken anne babaları haksız yere korku ve endişe içine soktuğunun, genç çocukların onurlarını kırdığının farkında değil mi? Bir başbakan, üniversiteli gençleri böylesine aşağılamasını bu ülke insanının kolay kolay unutmayacağını anlamıyor mu? Prof. Dr. AYSEL EKŞİ aşbakan kolay hazmedemeyeceğimiz şeyler söylemiş gene. “Üniversite öğrencilerinin yurt ve evlerde kalması konusunda sıkıntı yaşanıyor”muş. “Bu evlerde karmakarışık her tür şeyler olabiliyor”muş. “Buralarda nelerin olduğu belli değil”miş. “Anneler babalar feryat edip devlet nerede diye bağırıyorlar”mış. “Muhafazakâr ve demokratik bir parti olarak herkesin çocukları onlara emanet”miş. “Emniyet güçlerimize, valiliklere gelen istihbari bilgiler var”mış, “Buna yönelik olarak valiliklerimiz bu durumlara müdahale ediyor”muş. Başbakan pek çok şeyi karıştırıyor olmalı. Bir kere, söz konusu olan gençler, serseri sokak çocukları değil. Bu bir. Onlar ana babaları tarafından özenle yetiştirilmiş, herkesin çocuğunun kolay kolay başaramadığı sınavları geçerek üniversitelere girebilmiş kız erkek genç öğrencilerdir. Bu iki. Eğitim süresince özellikle kız öğrencilerin nerede ve hangi koşullarda kalacaklarını yerinde görmek bir bakıma ailelerin de görevi olmuştur. Öğrencinin kalacağı yeri genellikle anne veya baba, aile bireyleri gidip görürler, koşulları belirlerler, ev ya da özel yurt, devlet yurdu konusunda çoğunlukla aile bireyleri ile birlikte karar verirler. Bazen arkadaşların üçü beşi bir araya gelip dairenin kirasını paylaşırlar. Aileler de çocuklarının kimlerle beraber olduğunu bilirler. Bu üç. Çocuklarının topluma aykırı davranışları varsa gerekli uyarıyı ana babalar yapar. Bu dört. Başbakan şunu da öğrense yeridir: Başka birilerinin gençlere karışması onlar yönünden çok onur kırıcı bir yaklaşımdır. Hele çocukların içinde yaşadığı, ders çalıştığı evlere, toplum karşıtı olaylar olmadıkça, Emniyet güçleri hiç karışamaz. Dahası… Üniversite öğrencilerinin kendi rızalarıyla bir araya gelerek yaşadığı, belki kirasını babalarının ödediği evlere üniversite idareleri de hiçbir şekilde karışamaz. 18 yaşını bitirmiş gençler, yasal olarak da sosyal yönden de kendilerini yönetme ve kontrol etme yeteneğine ulaşmıştır. “İstihbari bilgiler” konusuna gelince. Bunların en âlâsının İran’da yapıldığını biliyoruz. Şimdi de ülkemizde, “istihba B A B G F rat” alındığı gerekçesiyle, zihniyet ve yaşam anlayışları kendilerininkine uymadığı için birtakım bağnazların bazı öğrenci evleri ile ilgili yalan ve acımasız iftiralar yaydığı anlaşılıyor. Öğrenci evleri için hemen terör ve fuhuş yuvası denmiş. Üniversite öğrencilerinin kürtaj başvurularında patlama olduğu iddia edilmiş. Sağlık Bakanlığı bunu yalanladı ise de halkın gözünde üniversiteli kızların birer fahişe gibi gösterilmeye çalışıldığı bir gerçek. Başbakan, “Biz muhafazakâr ve demokratik bir partiyiz. Muhafazakâr demokrat bir parti olarak herkesin çocukları bize emanettir” demiş. Hayır, benim çocuklarım AKP’ye ve Başbakan’a emanet değildir. Başbakan hangi rejimde yaşadığımızı düşünüyor acaba? Komünist sistemde mi? Hitler Almanyası’nda mı? Kız erkek öğrenci evlerini denetleme hakkını nereden alıyor? Bunun ancak otoriter, totaliter rejimlerde olduğunun farkında değil mi? Türkiye anayasasında özel yaşam dokunulmazlığı olduğunu bilmiyor mu? Aslında Başbakan’ın gönlünde yatan sistemin ne olduğu çoktan deşifre edildi, bilinmeyen pek bir şey kalmadı. 1979 yılı Şubatı’nda Paris’ten İran’a dönen Humeyni ne dediyse İran’da hızla onlar oldu; mollaların ağzından dökülen sözler kanun hükmündeydi. Mollaların aklı hep kadınlar da kaldı, onları tepeden tırnağa kapattılar yetmedi; “Sesinizi çıkarmayın şarklı söylemeyin erkekleri baştan çıkarırsınız” dendi, yetmedi; “Kadınlar erkekler tamamen birbirinden ayrılacak” dendi, gene yetmedi. “İstihbari bilgiler” kullanılarak evlere baskınlar düzenlendi, bitmedi. Ahlak zabıtaları evleri dinlemeye başladı, yine de sonu gelmedi. İhbar sistemi teşvik edildi, herkes başkasının ahlak bekçisi olmaya zorlandı o bile tatmin etmedi. Humeyni ile başlayan İslam cumhuriyeti ideolojisi yavaş yavaş bütün Ortadoğu ülkelerini etkisi altına aldı. İran bu ideolojiyi Türkiye’ye ihraç etmek için az çaba harcamadı, az para dökmedi. Şimdi Türkiye’de sıra, onların bu çabalarının meyvesini toplamaya geldi. Kadın ile erkeğin sosyal ortamda, eğitim kurumlarında bir araya gelmesine karşı çıkmak için inanılması zor iftira kampanyaları dönemine girdik. Başbakan, bütün öğrencileri haksız yere suçlarken, anne babaları haksız yere korku ve endişe içine soktuğunun, genç çocukların onurlarını kırdığının farkında değil mi? Bir başbakan, üniversiteli gençleri böylesine aşağılamasını bu ülke insanının kolay kolay unutmayacağını anlamıyor mu? Bir başbakan halkının kolay hazmedemeyeceğimiz şeyler söyler mi? “Hazmetmeseler ne olur?” dediğini duyar gibiyim. Ne olur? Gezi olur. İrtica, Muhafazakâr Demokratlık mıdır? Prof. Dr. NECLA ARAT Kadın Araştırmaları Derneği Başkanı 3 1 Ekim 2013 tarihinde laik Cumhuriyetimiz TBMM’de ağır bir saldırıya uğramıştır. AKP’nin yıllardır emrivakilerle yönettiği ülkemizde dinselsiyasal bir simge, “temel hak ve özgürlükler” aldatmacası altında, “menzili maksuda ulaştıracak” bir bayrak ve “inanan kadınların namusu” betimlemeleri ile adım adım ilerletilerek önce üniversitelere, sonra ilkokullara, hatta okulöncesine ve kamusal yaşama sızdırılmıştır. Üniversitelerimizde türbanın serbest bırakılması, önceki YÖK Başkanı tarafından Anayasa Mahkemesi kararları, Danıştay içtihatları ve AİHM kararları ile yönetmelikler çiğnenerek, başkanın kendi anlatımı ile “hukukun arkasından dolanılarak” gerçekleştirilmiştir. AKP’nin büyük bir hınçla ortadan kaldırmaya çalıştığı “Katsayı sorununu” da aynı beceriyle çözen bu akademisyen(!), daha sonra başarısı ödüllendirilerek iktidar tarafından yurtdışına büyükelçi olarak gönderilmiştir. Bütün bunlar, “İslamcı hareketin ve şeriat özlemcilerinin” simgesi olduğu bilinen “türban” sıradan vatandaşların “başörtüleri” ile kasten özdeşleştirilerek yapılmıştır. AKP, türbanı “özgürlük” ile eşit kılmış; örneğin iktidar ve yandaşlarının kullandığı “yüzde 65’i başörtülü olan kadınlarımız” söylemiyle çoğunlukçuluk savı öne sürülerek beyinler yıkanmıştır. İslam ahlakına, gelenek ve göreneğine göre toplumun ve devletin tüm alanlarında türbanın serbest olması gerektiği savunulmuş, laik Türkiye Cumhuriyeti dinsel şekilciliğe mahkum edilmiştir. AKP’nin derdi hiçbir şekilde kadın hakları ve özgürlükler olmayıp yalnızca oy avcılığı yapmaktır. Yani, kadın özgürlüğünü türbana indirgemesi, salt bir siyasal manevradır. İşin en hazin yanı ise şimdi cinsiyetçiayrımcı erkekegemen sistemin sözde “muhafazakâr demokratlık” kisvesi altında ve özgürlükler araçsallaştırılarak “türban” ile devam ettirilmesidir. AKP ile yandaşlarının ortadan kaldırdıklarını övünerek söyledikleri “askeri vesayet”in(!) yerini apaçık bir şekilde “kindar dinsel vesayet” almıştır. Ayrıca muhafazakâr demokratlık gibi kendi içinde çelişkili bir kavram gündeme sokulmuştur. Oysa “muhafazakârlık” ile “demokratlık” asla bağdaşmaz. “Ya muhafazakârsınızdır ya da demokrat. İkisi bir arada olmaz.” Türbanın kamuda serbest bırakılmasından sonra sıra TBMM’ye sokulmasına gelmişti. 31 Ekim günü yaşamları boyunca inançları için bırakın türban takmayı, başörtüsü bile kullanmamış olan 4 AKP’li kadın milletvekili ansızın “türban”landılar. Ve Başbakan “Örtünmek, dinin emridir” dedi. Peki ama “türban”, kadınlar için gerçekten özgürlük anlamına geliyor muydu? Meclis’e türbanla giren kadın milletvekilleri, hemcinslerinin hak ve özgürlükleri için bir savaşım vermişler miydi? Türban hepimize büyük umutlar mı kazandırdı? Kadınları şimdi nasıl bir gelecek beklemekte? Bu soruların yanıtları henüz belli değil. Ama “türban” savunucusu bazı erkek yazarların sevinçten etekleri zil çalmakta... Onlara göre “Türkiye, tarihinin en ayıplı sayfalarından birini 31 Ekim’de kapatmış. Çünkü milletin temsilcileri, milletin temsil edildiği yere inançlarının gereği olarak taktıkları başörtüleriyle ilk kez girebilmişler” ve “Türkiye’de tarihi bir gün yaşanmış, çünkü demokrasinin üzerindeki gölge çekilmiş. Bu sessiz sedasız gerçekleşen büyük bir devrimmiş.” Oysa kanımızca TBMM’nin koşullarını, tarihsel eğilim ve uygulamalarını göz ardı eden, namus ve şeref üzerine yemin edilerek kabul edilen Milletvekili Andı’nı da çiğneyen bu yeni durum, karşıdevrimin en can alıcı adımlarından biri ve laik rejim karşıtlığının en açık göstergesidir. AKP geriye doğru attığı bütün bu adımlarda hiç de yalnız bırakılmamıştır. MHP ve BDP “bu yollarda onunla beraber yürümüşler” ve yaptıklarını açıkça desteklemişlerdir. Ana muhalefet partisi CHP ise AKP’nin elinden “türban” kozunu almak bahanesini öne sürerek gerekli ve yeterli müdahalede bulunmadığı gibi, “Üniversitelerde türbanı biz çözeriz” söylemi ile iktidarın irtica yürüyüşüne güç katmıştır. Devrim tarihi de Cumhuriyetin laik kadınları da laikliğin tehlikede olduğunu söylemeye dili varmayan; tarikat ve cemaatlere saygılarını ifade eden; Kuran kurslarına yaş düzenlemesi kaldırılırken, 4+4+4 projesi ile laik ulusal eğitim yok edilirken, kamu kuruluşlarına sözde “türban özgürlüğü” getirilirken susanları; 31 Ekim’de TBMM’ye meydan okunurken gerici AKP iktidarına can suyu verenleri; ayrıca “türbanın genel kurula girmesini” bir özgürlük meselesi ve demokrasi adına çok büyük bir kazanım olarak değerlendirip en üst kademeden “mutluluk duygularını” dile getirenleri asla bağışlamayacaktır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle