25 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 18 HAZİRAN 2012 PAZARTESİ 2 misiniz? slında daha gerçekçi davranarak, Cumhuriyetçi kesimde “yenilgi” denen şimdiki durumu şöyle açıklayıp daha doğru bir sonuca varılabilir: Evet, iç ve dış etkiler, hatta baskılarla dinci kesim nüfuz alanını genişletmiş, başta hukuk ve yargı olmak üzere önemli alanlarda ağırlık kazanmıştır. Öte yanda, her şeye karşın toplumun yapısında sağlam kalan ve yenilgiyi kabullenmeyen, geriye gidişe teslim olmamakta direnen bir kesim de var. Üstelik, toplumda ve kurumlarda kutuplaşma zamanla azalacağına artmış ve birbirinden çok farklı iki yaşam tarzı, iki ayrı düşünce ve inanç dünyası doğmuştur. Cumhuriyetçi marşlarda sözü edilen “kaynaşmış bir kitle” yok artık. Belki “millet yaratma tasarımının çökmesi yahut millet kavramının iflası da denebilir buna.” e var ki bu üzücü sonucun teselli verici bir yanı da olabilir: Kutuplaşmanın bir yanında Cumhuriyete inanmayı sürdüren ve Cumhuriyetçi ilkelerin etnik ayrışma gibi ciddi sorunları bile çözmeye yeteceğine güvenenlerin sayısı hiç de küçümsenecek gibi değil. Zıtlığı gidermek hevesiyle kutuplaşmanın akılcı yanıyla “safsatacı” yanını bir araya getirmek için debelenip vakit kaybetmek yerine Cumhuriyetçi yanını güçlendirerek iktidara gelmek ve ülkenin yazgısına onun egemen olmasını sağlamak daha doğru olmaz mı? OLAYLAR VE GÖRÜŞLER A Küresel Değişim Hareketi Herkes için sürdürülebilir enerji geleceğin ortaklık modelidir. Basit ancak güçlü bir ilkeye sahiptir: Birleşmiş Milletler benzeri olmayan birleştirici gücünü, tüm ilgili aktörleri herkesin iyiliğini hedefleyen ortak bir dava için çalışmak üzere bir masada toplamak amacıyla kullanıyor. Ban KİMUN, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kuklalıktan Akılcılığa SON olaylar, dünya sahnesinde kukla oynatır gibi Türkiye’yi oynatmaya kalkışanların başarısızlığa mahkum olduklarını gösterdi. Ülkenin jeostratejik konumu böyle oyunların oynanmasına elverişli değil. Ortadoğu’nun siyasal tablosunu ABD’nin isteği yönünde değiştirmeye soyunan şimdiki iktidar bile Suriye’yi yola getirmeye çabalarken Rusya’yı ve İran’ı düşünmek zorunda kaldı. Türkiye’yi tam bir “Ilımlı İslam” cumhuriyetine dönüştürme amacının da o yöndeki bütün çabalara karşın başarılı olamayacağı yavaş yavaş belli oluyor. ABD’nin kanat gerdiği sinsi halife adayı Başbakan’ın dramatik dönüş çağrısına yanaşmaktan çekindi. Oysa, yaklaşık on yıl önceki bir söyleşide yandaşlarına seslenirken “acele ederek kuşku uyandırmayın, sabırlı çalışmayla hedefe varmak için bol vaktiniz var” demişti. Demek ki geçen uzun süreye karşın burayı kendi açısından henüz tekin bulmuyor. O halde, Kemalist devletin kuruluş hamurunda “ılımlı İslam cumhuriyeti” heveslilerini hâlâ ürküten ve onları uzakta tutan bir güç var. Ama buna güvenerek büsbütün tepkisiz kalabilir B N u hafta, dünya liderleri Rio de Jenairo’da tarihi Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı’na katılacaklar. Peki bu konferans başarıyla sonuçlanacak mı? Evet, bence başarıyla sonuçlanacak. Bu nedenle kapsamlı müzakereler yapılıyor. “Sonuç belgesi”nde yer alacak hususlarla ilgili detaylar konusunda görüş birliğinden çok görüş ayrılığı yaşanıyor olsa dahi. Ancak başarı sadece sonuç belgesi ile ölçülmeyecek. Rio Konferansı, küresel bir değişim hareketi inşa etmek suretiyle şimdiden büyük bir başarıya imza attı. Rio+20 uzun bir yolun kilometre taşlarından birini teşkil ediyor. Meşhur 1992 Dünya Zirvesi sayesinde sürdürülebilir kalkınma küresel gündeme girdi. Günümüzde, neredeyse yüzyıldır tartışılan bir konuda yani gezegenimizin paha biçilmez kaynakları olan toprak, hava ve suyu korurken herkesin faydalanacağı refah ve ekonomik kalkınmayı sağlayacak şekilde dünyanın artan nüfusunun gelişme ihtiyaçlarını nasıl en iyi şekilde karşılayabileceğimiz konusunda daha kapsamlı ve ince bir noktaya geldik. Rio’da, 100’den fazla devlet ve hükümet başkanı önümüzdeki dönemde izlenecek yolu çizmek üzere tahminen 25 bin kadar katılımcıyla bir araya gelecek. Uzun bir süredir, refaha giden hattı yakıp yıkmaya çalıştık. Söz konusu bu model artık öldü. Rio’da, yenisini yaratmaya başlamalıyız. Bu model 21. yüzyıl ekonomisinin artık çevre ile kalkınma arasında ters orantı olduğunu iddia eden söylentiyi reddettiğini vurgulamalıdır. Hükümetlerin, akıllı kamu politikaları ile bir yandan ekonomilerini geliştirip yoksulluğu azaltabildiğine, insan onuruna yakışır iş imkânları yaratabildiğine ve sosyal ilerlemeyi hızlandırabildiğine, bir yandan da dünyamızın kısıtlı olan doğal kaynaklarını koruyabildiğine dair örnekler giderek artıyor. Bu açıdan baktığımda, değişim için yaratılan ivmenin terse çevrilemez olduğuna inanıyorum. Bunun delili de büyükküçük, yoksulzengin birçok ülkede apaçık görülüyor. Barbados, Endonezya, Güney Afrika, Kamboçya ve Kore Cumhuriyeti ve diğer birçoğu, kısıtlı doğal kaynakları daha verimli kullanan, istihdam yaratan, düşük karbon salımlı kalkınmayı teşvik eden “yeşil büyüme” stratejilerini benimsemiş bulunuyor. Azerbaycan, Ermenistan, Kenya, Malezya, Meksika, Mısır, Nepal, Senegal, Ukrayna ve Ürdün, turizmden tarıma birçok sektörde yeşil büyüme teknolojilerini uyguluyor. Çin, 2020 yılına kadar enerji ihtiyacının yüzde 16’sını yenilenebilen enerji kaynaklarından sağlamayı ve beş yıllık plan kapsamında geri dönüşüm ve temiz enerji teknolojilerine 450 milyar ABD Doları’ndan daha fazla yatırım yapmayı hedefliyor. Brezilya’da, atık yönetimi ve geri dönüşüm alanlarında, birçoğu toplumun marjlarında yaşayan 500 binden fazla insan istihdam ediliyor. Hindistan yeni çıkardığı bir yasayla, su ve orman lar gibi doğal kaynakların daha iyi yönetimi için insanlara para ödemeye başlıyor. Nereye bakarsanız bakın, ulusal ve yerel makamların, çevreyi tahrip eden, toplumsal eşitsizliği artıran bir tutumdan daha kapsayıcı ve dengeli sürüdürülebilir bir büyümeye yönelen ilke ve uygulamaları benimsediği görülüyor. Hükümetler ve ulus devletler bu dönüşümü gerçekleştirmekte yalnız değiller. Rio’da beş kıtadan binin üzerinde büyük şirket yöneticisi ortak bir mesaj verecek: artık işler eskisi gibi yürütülemez. Bu şirketlerin birçoğu, Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi (Global Compact) üyesi ve 21. yüzyılda kurumsal sorumluluğun anlamının kurumsal sürdürülebilirlik olduğunu vurgulayan akımın gönüllü katılımcıları. Bu bağlamda, Nike Brezilya ormanlarının ekosistemlerinin korunmasına katkıda bulunacak bir program başlattı. Unilever, 2020 yılına kadar tüm hammadde ihtiyacını sürdürülebilir kaynaklardan temin edeceği taahhüdünde bulundu. Kenya’da yerleşik Safaricom anne dostu bir çevre yaratmak üzere kadın erkek eşitliğini kurumsal politikalarının bir parçası haline getirme kararı aldı. Ayrıca, Microsoft yakında karbonsuz şirket olacağını açıkladı. Çin’in Broad Grubu elektriğe ihtiyaç duymadan çalışabilen ve yüzde 200 enerji verimliliği sağlayan bir klima üzerinde araştırmalarını sürdürüyor. Söz konusu grup ayrıca diğer enerji tasarrufu sağlayacak ürünler ve sürdürülebilir binalar üzerinde de çalışıyor. Mauritius’ta yerleşik ToughStuff şirketi 2016 yılına kadar Afrika’da 33 milyon kişiye ucuz ve güvenilir güneş enerjisi sağlamayı hedefliyor. Abu Dabi’deki Future isimli enerji şirketi ise Afganistan ve Güney Pasifik bölgesinde yer alan Tonga’da kırsal kesime elektrik götürülmesi projesi üzerinde çalışıyor. Enerji Rio’da ana konulardan biri olacak. Ben enerji için sürdürülebilir geleceğe giden istikameti belirleyen noktaları birleştiren “altın ilmik” ifadesini kullanıyorum. Enerji, kalkınma, sosyal içerme ve iklim değişikliği dahil çevrenin korunmasında ana unsuru teşkil ediyor. Bu nedenle, 2011 yılında ‘Herkes için sürdürülebilir enerji’ girişimini başlattık. Bu girişimle, dünya üzerinde modern enerji hizmetlerinden yararlanamayan ve küresel nüfusun beşte birini teşkil eden kesime bu hizmetlerin ulaşmasını sağlamayı ve enerji verimliliğini ikiye katlayarak enerji kaybının azaltılmasını hedefliyoruz. Rio’da hükümet, özel sektör ve sivil toplum kuruluşu liderleri bu hedefleri daha da ileri götürmek için birçok eylem planı açıklayacaklar. Herkes için sürdürülebilir enerji geleceğin ortaklık modelidir. Basit ancak güçlü bir ilkeye sahiptir: Birleşmiş Milletler benzeri olmayan birleştirici gücünü, tüm ilgili aktörleri herkesin iyiliğini hedefleyen ortak bir dava için çalışmak üzere bir masada toplamak amacıyla kullanıyor. Sonuçta Rio konferansının anlamı da bu. Evet, müzakereler çok önem taşıyor. Bugün kâğıda dökülecek anlaşmalar yarının gündemini belirleyecek. Ancak, Rio+20 bunun da ötesine gidiyor. Rio Konferansı, dinamik bir küresel değişim hareketini, arzuladığımız geleceğe doğru atacağımız büyük bir adımı ifade ediyor. Beden Dokunulmazlığı ve Kadın Bedeni: Kürtaj ve Ötesi Kürtaj hakkı elbette kadınların yaşamsal sorunudur, ama asla sadece kadınların sorunu değildir. Homo sapiens’in ‘insan’ olmaya tırmanan yolunda, vites eriye takılacaksa, ilk feda edilecek olan doğal ki son kazanımlar olacaktır. K Erendiz ATASÜ işi bedeninin dokunulmazlık kazanması, homo sapiens’in ‘insan’ olmaya yükselen ıstıraplı yolundaki göreli yeni bir aşamadır. Dünyanın çeşitli yörelerinde, çeşitli biçimler altında köleliğin hâlâ sürmekte olduğu anımsanırsa, ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Malum, kölenin ne bedeni, ne fiziksel ve zihinsel emeği üzerinde tasarruf hakkı vardır; köle, tümüyle sahibine aittir. Kişinin bedeni ve bedeninin yaratısı yani emeği üzerindeki pek doğal hakkının uygarlık tarafından onaylanmasının ilk aşaması köleliğin kaldırılması ise, daha yeni bir aşama cezai işkenceyi geçersiz sayan hukuki anlayış ve hukuki metinlerdir. Kişinin beden bütünlüğüne ve vücudu üstündeki tasarrufuna saygının son aşamalarından biri idam cezasının kaldırılması, bir diğeri kürtajın yasallaşmasıdır. ‘Beden dokunulmazlığı’ kavramı elbette sadece bireyin isteği ve onayı dışındaki fiziksel yaklaşmaların reddinden ibaret değildir; bu kavram, bireyin özel yaşamında bedenini doğrudan ilgilendiren yaşantılarla ilgili, resmi ya da gayrıresmi, dini ya da dindışı herhangi bir kişi, topluluk, örgütlenme ya da güç odağının müdahalesi olmaksızın karar verebilme özgürlüğünü de içerir. Kavramsal açıdan insanlığın tümünü kapsayan bu gelişmelerin, fiili hayatta kadınları da etkilemesi, bin yılların kültürel önyargıları dolayısıyla kendiliğinden gerçekleşememekte, ek güvencelere ihtiyaç duyulmaktadır: İki önemli kavram ve uygulama var karşımızda, ‘kadın emeği’ ve ‘kadının insan hakları’. Bilindiği üzere, Marksist düşünce içinde Engels, kadının aileye verdiği emeğe doğurarak, bakarak, büyüterek ve ev işi görerek, pek isabetle ‘ev içi köleliği’ tanısını koymuştu. İşte ‘kadın emeği’ terimi, ‘ev içi köleliği’ ile ev dışında kadın istihdamı sırasında yapılan cinsiyetçi haksızlıkların birlikte kuramsallaştırılmasını içerir ve fiili çözüm yollarının bulunmasını öngörür. ‘Kadının insan hakları’ kavramı ise bin yıllardır kadın bedenini toplumun ve erkeğin mülkü olarak gören kültürel ve yasal kabullere karşı geliştirilmiştir ve Birleşmiş Milletler’in Türkiye’nin de imzacısı bulunduğu “Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlen mesi Sözleşmesi (CEDAW)” ile uluslararası hukukta ve imzacı devletlerin ulusal hukuk sistemlerinde yasallaşmıştır. Altını çizelim: Kadın emeğinin hak ettiği karşılığı bulmasının önündeki engel ve kadının insan haklarına erkekten daha zor ulaşabilmesinin sebebi, kadın bedenini kadına ait görmeyen ataerkil kültür ve onun yasalardaki yansımalarıdır. Kadın bedeni ile bu bedenin emeği arasındaki doğal kesişme noktasında durur, gebelik ve doğum! Birçok dilde, doğum sancısının ve doğurmak eyleminin karşılığı ‘emek’ sözcüğüyle verilir! Gebelik ve doğumla ilgili hususların (kürtaj dahil), bireyin gerek bedeni gerek emeği üzerindeki tasarrufları açısından, herkesten ve her şeyden önce kadına ve onun kararlarına bağlı olması gerekir. Nitekim kadının doğurma ya da doğurmama ve çocuk sayısına karar verme hakları yöneticilerimiz işin bu yanından haberdar değillermiş gibi görünseler de CEDAW tarafından güvenceye alınmıştır (CEDAW madde 16/ 15). Gelelim kürtaj meselesine. Doğa kadını analık duygularıyla donatmıştır. Hiçbir kadın bedenindeki can tomurcuğunu, çok önemli sebepler olmadıkça, laf olsun diye fırlatıp atmaz, atamaz! 1960’larda, eczacılık fakültesinde öğrenci olduğum sıralarda anne ölümlerinin pek çoğu sağlıksız koşullarda çocuk düşürme yüzündendi ve rakamlar ürkütücü boyutlardaydı. Rahimlerine tavuk kemiği, firkete, örgü şişi sokarak ya da olur olmaz kimyasalları içerek canından olan gebelerin ‘kahir ekseriyeti’, yeni bir çocuğa bakabilecek maddi koşullardan yoksun, yoksul ailelerin analarıydı. Doğum kontrol haplarının ve ilgili tıbbi araçların insanlığın hayatına girişi 1960’lara rastlar. Türkiye, eskiden ‘halk sağlığı’ diye bir kavramın geçerli olduğu bir ülkeydi ve dünya standartları elden geldiğince izlenirdi! 1960’larda sağlık sosyalizasyonu tarzında başlatılan anaçocuk sağlığı merkezlerinin çabalarıyla bilinçli doğum kontrolü ülkede bir iki yıl içinde yaygınlaştı; tablo değişti, anne ölümleri hayli azaldı. Gerek kadın hakları savunucularının, gerek hukukçuların ve sağlıkçıların çabalarıyla kürtajın dünyada yasallaşması büyük ölçüde 1970’lere rastlar; Türkiye bu gelişmeyi 1980’lerin ilk yıllarında benimsedi, kürtaj yasallaştı; hiçbir doğum kontrol yöntemi yüzde yüz sonuç veremediği için, sağlıksız düşükler sebebiyle azalmış olsa da süren anne ölümleri son buldu.* Demek ki ortaya çıkan tablo şudur: Kadının bireysel hak ve özgürlük sorunu olan kürtaj, aynı zamanda bir halk sağlığı meselesidir. O zaman soralım: 80 milyonluk nüfusunun ‘kahir ekseriyetini’ işsiz ve umutsuz gençlerimizin oluşturduğu, işgücü fazlalığından mustarip kalabalık ülkemizde ne oldu da, yöneticilerimiz, otuz yıl önce son bulmuş bir ana ölümleri salgınını özellikle kendilerine oy veren yoksul kitlelerde diriltebilecek bir yöne sapmak üzereler? Anaçocuk sağlığı merkezleri ve verdikleri doğum kontrolü hizmetleri niçin kaldırıldı ve yetmedi ardından niçin kürtaj yasaklanarak kadınlar ‘zorunlu gebeliğe’ mahkum edilmek isteniyor? Ananın hayatta kalma ve insanca yaşama hakkını hiçe sayanlar, doğmamış çocuğun yaşam hakkını savunduklarını boşuna öne sürmesinler. İnandırıcı olamıyorlar. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin (Madde 5) “Kimse aşağılayıcı muameleye tabi tutulamaz” diyerek insan onurunu güvenceye aldığını umursamadan, tecavüze uğramış onuru ayaklar altına alınmış kadını bir de ‘zorunlu gebeliğe’ mahkum etmeye heveslenenler, insanlıktan dem vurmasınlar. T.C. Anayasası’nın “Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir” diye vaz eden 17. maddesini unutarak, kimi koşullarda gebeliğin kadının maddi, manevi varlığını koruyup geliştirme hakkına imkân tanımayacağını bile bile, kadına zorunlu gebeliği kader biçmeye yeltenenler haktan hukuktan bahsetmesinler. Kürtaj hakkı elbette kadınların yaşamsal sorunudur, ama asla sadece kadınların sorunu değildir. Homo sapiens’in ‘insan’ olmaya tırmanan yolunda, vites geriye takılacaksa, ilk feda edilecek olan doğal ki son kazanımlar olacaktır. Kürtaj yasağını, kişinin beden bütünlüğü üzerindeki tasarrufunu kemirecek acaba hangi başka yasaklar izleyecektir? Bu soru, kadın, erkek, genç, yaşlı, zengin, fakir her yurttaşın sorunudur ve kaygısı olmalıdır. * Doğum kontrol haplarının kalp ve damar hastalıklarına yol açabilmelerinden dolayı, 35 yaş üzerine önerilmediği; ve rahim içi araçların hayati kanamalara sebep olabilme riski taşıdığı unutulmamalıdır. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle