19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 11 EKİM 2012 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Eğitim Dinselleştirilemez Savaş mı, Barış mı? Benim kuşağım savaş görmedi. İkinci Dünya Harbi’ndeki insan kıyımını, ancak uzaktan seyretti. Ha bugün, ha yarın diye korkularla yıllar geçirdi. Türkiye, tarihin en kanlı kavgasından nasıl sıyrıldı? İngiltere’nin, Fransa’nın, Almanya’nın ve ötekilerin 194045 arasında kaç milyon insan yitirdiğini düşünmek bile acı veriyor. Türk ulusu ilk kez bu büyük dünya savaşında yer almadı. Bunu kime mi borçluyuz? “İçte barış dışta barış” ilkesinin uygulayıcısı İsmet İnönü’ye... O yıllarda ülkenin başında Enver Paşa gibi yetersiz kişiler olsaydı yanmıştık. Hele benim kuşağım, bugün yaşıyorlarsa, bunu o günlerdeki Türk politikacılarına, en başta da Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye borçludurlar. Ben de, yaşıtlarım da... 1939’da savaş patladığında lisenin onuncu sınıfındaydım. Bir yanda Nazi Almanyası, öte yanda Komünist Sovyetler; ya biri, ya öteki yakamıza yapışacaktı, sen de benimle ol diye!.. Korkuyorduk. İlk dünya savaşında lisenin üst sınıftakileri bile askere alıp cephelere göndermişlerdi. Hatta tıp fakültesi öğrencilerinin çoğu bu yolda can vermişti. İkinci Dünya Savaşı’na da bir girseydik, sonunda bozguna uğrayacaktık. Şimdi tezkere çıktı! Her an savaşa girme izni!.. Bunu TBMM’deki AKP’liler istedi. Muhalefet etkisiz kaldı. Şu güzelim dünyada yeniden kanlı savaşları özleyenler var mı? Halkın savaş değil, barıştır istediği. Ama öyleleri var, tam tersi düşünen! Gizli açık hesapları olanlar, anamalcılar, emirlerindeki iktidarlar, başkanlar, başbakanlar... Artık şu savaş sözü bitsin, ne olacaksa olsun. Caydırıcılık, bilmem ne; aldatmacalardan vazgeçilsin! Emperyalistlerin ülkemiz üzerinde oynadıkları bu oyunların bozulabilmesi için tek çıkar yol; tarihsel süreç içinde uygulanarak doğruluğu kanıtlanmış olan “Kemalizme” sahip çıkmak, uygulamak ve ülkenin geleceği için öncelikle yeni nesle bu bilincin verilmesini sağlamaktır. Raşit POR eni eğitim yasasıyla, eğitim ve öğretimin dinileştirilmesinin önü açılmıştır. Görüldüğü kadarıyla cemaat, tarikatlar ve AKP; karşılıklı mücadele yerine kazanılmış konumlarını koruyarak uzlaşı içinde faaliyetlerine devam edecekler. Çünkü yakın gelecekte cemaat ve diğer tarikatların, devlet ve toplum içinde elde ettikleri konum ve etkinliklere ilave olarak, Türkiye Cumhuriyeti milli eğitim yapısı içine doğrudan girebilecekleri yeni bir ortam yaratılmıştır. Geçmişte sadece Kuran kursları ve kendi açtıkları özel eğitim kurumları ile toplum içinde yer alan cemaat ve tarikatlar, bundan sonra tüm eğitim kurumlarında dini ders vermek üzere yasal olarak yer alabileceklerdir. Çünkü bugünkü eğitim sistemi içinde görev yapan öğretmenler, pozitif bilimi öğretme nosyonu dışında kalan dini eğitimi veremeyecekleri için görev, öğretmen formasyonu olmayan din adamlarına kalacaktır. Oysa; Batı uygarlık tarihi, toplumların gelecek nesillerinin yetiştirilmesinde, eğitimin dini baskılardan kurtarılması için verilmiş mücadelelerle doludur ve günümüzde bir uzlaşı yaratılmış ve din adamı yetiştirmenin dışında dini eğitim, temel ve genel eğitimin kapsamı dışına çıkartılmıştır. Batı’nın, uygarlaşmanın bir sonucu olarak bizden çok önce elde ettiği bu durumu, Türkiye ancak büyük önder Mustafa Kemal’in girişimiyle 1920’lerde yakalamıştır. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte ve hatta kurtuluşun en önemli aşamalarından birisi olan Sakarya Savaşı sırasında bile sürdürülen, eğitimin ilkelerinin belirlenmesi çalışmaları, çağdaşlaşmanın en önemli bölümünü oluşturmasına rağmen, tek başına yeterli görülmemiş ve çağdaşlaşmanın bir yaşam biçimi olarak benimsenmesi için toplumsal kalkınma ve aydınlanmayı sağlayacak eğitim, sanat ve Y kültür ile sanayileşme girişimleri, devlet politikası olarak benimsenip uygulanmıştır. Bugüne nasıl geldik? Atatürk’ün ölümünü takip eden dönemde İkinci Dünya Savaşı’nın galibi emperyalist ülkelerin baskıları sonucu dış politikamızda önemli değişiklikler olmuş ve “bağımsız ve tarafsız” politikalardan vazgeçilerek, Batı yanlısı politikalar, yine Batı ve özellikle ABD yönlendirmesiyle sürdürülmüştür. Cumhuriyet döneminin eğitim ilkeleri aşama aşama terk edilmiş ve özellikle eğitim birliği yasasına rağmen dini eğitim, temel ve genel eğitim paralelinde sürdürülmüştür. Bu arada dünyaya örnek olarak gösterilebilecek niteliklere sahip olduğu Türkiye’de, yetiştirdiği kuşaklarla doğrulanmış olan Köy Enstitüleri uygulaması, sonlandırılmıştır. Özellikle 1980’lerden sonraki yakın dönemimizde farklı siyasi görüşlerdeki partilerin oluşturduğu koalisyon hükümetleri, dışarıya bağımlı, yönlendirilmiş politikaları tek bir parti gibi aynı çerçevede sürdürmeye devam etmiştir. Yeni Dünya Düzeni adıyla sürdürülen bu politikalar sonucu, Cumhuriyeti kuran yönetim ve devamında bu yönetimin ilkelerine bağlı siyasi iktidarlar tarafından ülkenin sınırlı kaynakları kullanılmak suretiyle uzun zaman dilimleri içinde yaratılmış olan sanayi kompleksleri, özelleştirme adıyla söndürülmüştür. Ekonomik birer kıymet olan Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar uzanmış bu kuruluşların söndürülmesi, yerleşim bölgelerinin aydınlanmasının da en önemli aracını yok etmiştir. Eğitim sisteminde dış baskılarla uygulamaya konulan ve aydınlanma yerine toplumu İslami bir rejime hazırlamaya yönelik bu girişimlerin paralelinde, zaten sınırlı olan Anadolu’ya yayılmış sanayi tesislerinin söndürülmesi, ülke miz üzerinde oynanan, çok merkezli gibi görünen bu girişimlerin esasında tek merkezden iyi bir koordinasyonla yürütüldüğünü göstermektedir. Sonuç olarak emperyalist ülkeler; yakın gelecekte kendi çıkarlarına hizmet edecek tamamen dış kaynaklara bağlı, siyasal İslamın tam etki alanına girmiş bir sömürge ülke yaratabilmek için önlerinde halen en büyük engel olarak gördükleri “Kemalizmi” yok etmek için eğitimi dinileştirme ile sanayisizleşmeyi ve bunların tamamlayıcısı olarak da Cumhuriyetin birinci öncelikle oluşturmaya çalıştığı “ulusal bilinci” yok etmeye yönelik, toplumu yanlı bilgilerle yönlendirecek medyayı bir arada kontrol ederek yürütmeye çalışmaktadırlar. Graham Fuller “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabında açıkça Kemalizmin terk edilerek ılımlı İslama yönelinmesini önerebilmektedir. Aynı şekilde 2003 yılında AB ilerleme raporunda Ooslander, Kemalizmin yok edilmesini, mevcut anayasadan çıkartılmasını ve yeni bir anayasa yapılmasını açıkça ifade etmektedir. AKP iktidarıyla hız kazanan bu girişimlerin ve özellikle eğitim alanında başlatılan eğitim ve öğretimi dinileştirme girişimlerinin kısmen de olsa başarıya ulaşması halinde; halen toplumun çoğunluğu tarafından benimsenmiş olan laik eğitim sürdürülürken, aynı yer ve zamanda dini eğitim yapılması birbirine karşıt iki kuşak yetiştirilmesine neden olacaktır. Siyasetin en yetkili ağzından ifade edilen “dindar ve kindar” gençliğin giderek artması ve güçlenmesi, çocuk yaşlardan başlayarak gençlik arasında bir çatışma ortamı doğuracak, toplumsal olaylar artacak ve ülkemiz emperyalistlerin hedeflediği şekilde bölünme sürecine girecektir. Emperyalistlerin ülkemiz üzerinde oynadıkları bu oyunların bozulabilmesi için tek çıkar yol; tarihsel süreç içinde uygulanarak doğruluğu kanıtlanmış olan “Kemalizme” sahip çıkmak, uygulamak ve ülkenin geleceği için öncelikle yeni nesle bu bilincin verilmesini sağlamaktır. Ülkenin geleceği için eğitimin dinileştirilmesine ve memleketimizin giderek bir İslami cumhuriyete dönüştürülmesine hayır! Yazarımızın yazısı elimize ulaşmadığından bugünkü yazısını yayımlayamıyoruz. Silahların Gölgesinde Suni Arap Baharı Hakan ALP* * İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Doktora Öğrencisi C MY B C MY B apitalist ekonominin kriz dönemlerinde, çıkmazdan kurtulmak için başvurulan en önemli çıkış yollarından biri silah sektörünün canlandırılmasıdır. Sermayenin yoğunlaşması, üretim fazlasının nasıl eritileceği, hammadde ve enerji ihtiyaçları için yeni pazar ihtiyaçları gibi, kapitalist ekonominin kronik sorunları karşısında, “savaş” çözüm yolu olarak ortaya çıkar. Ekonomide yaşanan darboğazların aşılması, çoğu zaman savaş ekonomisi ve silah ticareti yoluyla gerçekleşir. Ortadoğu coğrafyası, ABD’nin bir zamanlar işbirliği içinde olduğu yönetimleri, suni mevsimsel değişiklikler aracılığı ile tasfiye ettiği, yerlerine getirttiği muhalefetlerin ise sanılanın aksine, kendilerini etnik ve dinsel kimlikler üzerinden tanımlayarak teokrasi rejimini ilan ettikleri, çatışmalı bir tarihi süreç yaşamaktadır. Gün geçtikçe “Arap Baharı” olarak adlandırılan sürecin, halkların özgürlük taleplerinin karşılandığı bir ilerlemeye değil, ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirme projesine dönüştüğü daha net ortaya çıkmaktadır. Eski Mossad Başkanı Danny Yatom bile, Arap Baharı’nı “Bölgeyi radikalleştirerek İslamcıları iktidara taşıyan” bir süreç olarak tanımlamıştır. Sosyolog ve kuramcı Zygmunt Bauman küresel dünyayı, her bir devletin yasama ve yürütme egemenliği kurduğu toprak parçasını ayıran ve kapatan sınırların (silahlı çatışmalar veya pazarlık ya da hem çatışmalar hem de pazarlık yoluyla) çizilmesini ve korunmasını (uluslararası garantiye alınarak) amaçlayan devletlerarası politika tiyatrosu olarak açıklar. ABD’nin “Irak’ı özgürleştirme operasyonu” adı altında gerçekleştirdiği işgalin önemli gerekçelerinden birinin; ABD ekonomisinin yaşadığı durgunlukla ilintili olduğu sıkça dile getirilen bir gerçeklik. Durgunluk dönemlerinin aşılabilmesinin yolu, silah ticaretinde ve savunma sanayisine ayrılan bütçedeki artışla olası hale gelmektedir. Örneğin 19972001 yılları arasında dünya üzerinde silahlanma tutarının 619.7 milyar dolar olduğu ve bu miktarın 281.4 milyar dolarının sadece ABD tarafından gerçekleştirildiği görülmüştür. 2006 yılında bu rakam dünya pazarı için 1 trilyon 240 milyar dolara çıkmış, ABD bu pazarın 528.7 milyar dolarlık tutarını elinde tutmuştur. ABD’nin 2000’li yıllarla beraber uygulamaya koyduğu oyun olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin planlayıcıları ve başrol oyuncularının kimliklerini analiz ettiğimizde ise eski ABD Başkanı “oğul Bush’un” Arbusto petrol firmasının kurucularından ve Harken enerji firmasının da hissedarlarından olduğu, “baba Bush’un” silah ticareti yapan Carlyle Group’un yönetiminde, Dick Cheney’nin eşi Lynn’ın ABD’nin en büyük silah şirketi Trwnyn’in yönetiminde, devlet bakanı eski general Colin Powell’ın jet uçakları imal eden Gulfstream yönetiminde, eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın Chevron petrol firmasının eski direktörü, eski ABD Savunma Bakanı Frank Carlucci’nin Carlyle Group’un sahibi olduğu görülmekteydi. Tüm bu isimler ABD yönetiminin şahin kanadının temsilcileriydiler ve güçlerini arkalarındaki petrol ve silah sanayisinden almaktaydılar. Dünya silah piyasasının yüzde 79’unu elinde tutan ABD’nin, silah ticaretinde (Arap Baharı sonrasında) geldiği son nokta, geçen günlerde New York Times’ta çıkan ve ABD Kongresi tarafından hazırlandığı belirtilen bir raporda gözler önüne serildi. Söz konusu raporda ABD’nin, 2010 yılında 21.4 milyar dolar olan silah satışını 2011 yılında üçe katlayarak 66.3 milyar dolara çıkardığı belirtildi. Ortadoğu’daki çatışmalardan en çok kimin çıkar sağladığı istatistiksel olarak da ortaya çıktı. Meselemiz, Ortadoğu coğrafyasında halihazırdaki yönetimlerin olumlanması olarak algılanmamalıdır. Söz konusu süreç Ortadoğu’ya barış getiren bir bahardan ziyade, çatışmalı bir iklim yaratmıştır. Kamuoyu algısının, ülkeler, mezhep ve etnik çatışmalarla birbirlerini yok ederlerken silah baronlarının ve büyük enerji holdinglerinin kasalarının dolması noktasına çevrilmesi gerekiyor. K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle