19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 29 OCAK 2012 PAZAR 10 PAZAR YAZILARI Sarkozy’nin tasası sonra çıkar acısı 986’da, o tarihlerde çalıştığım bir Fransız telekomünikasyon kuruluşu adına 3 haftayı aşkın bir süre Nijerya’da bulunmuştum. Boş vakitlerimde her zaman olduğu gibi ilk aklıma gelen, çevremde Türk veya Türkiye kökenlilerin izini sürmekti. Görünürde tek bir belirti yoktu. O sıralar siyasiidari başkent olarak son dönemini yaşayan Lagos’ta bir Türk maslahatgüzarlığının varlığını öğrendim. Randevu alıp gittim. Biri genç ve idealist bir maslahatgüzar toplam 3 memurun çalıştığı binayı ziyaret ederken bir odanın binlerce broşür ve kitapçıkla dolu olduğunu gördüm. Bunlar ne diye sorduğumda genç diplomat biraz utanarak biraz da istihzayla “propaganda malzemesi” demişti. Çok önemli bir kısmı Bulgar Türklerine baskı, Ermeni sorunu ve tahmin edebileceğiniz bilumum bölücü hareketler üzerine alelacele hazırlanmış, Türkçe ve İngilizce ilkel, milliyetçi slogan ve laflarla doldurulmuş yayınlardı. Kimlere dağıtıyorsunuz, deyince güçlükle, işte sağa sola, sizin gibi denk gelen Türklere şeklinde cevap verebilmişti. Kaç Türk var Nijerya’da, soruma aldığım cevap daha da ilginçti: “17 kişi”. Türkiye 1 milyon kilometrekarelik, 163 milyon nüfuslu, 510 dilin konuşulduğu 36 eyaletli bir Afrika ülkesinde “Düşmanlarına” karşı ne denli itinalı propaganda, pardon “tanıtım” yapıyorsa yıllarca bütün dış dünyayı da aynı “titizlikle” bilgilendiriyordu (!). Fransa’da yaşayan değerli aydın ve bilim insanımız Ali Kazancıgil yakın bir görüşmemizde 1961 yılında Lozan’da Siyasal Bilgiler okurken, hayatında ilk defa nasıl “Ermeni soykırımı” afişiyle karşılaştığını anlattı. Bunun üzerine Türkiye’yi mektup ve yazılarla haberdar ettiğini, ama cehalet ve duyarsızlık duvarlarını asla aşamadığını söyledi. Gerçek bir devekuşu tavrıyla 70 yıl boyu gerçekleri, gelişmeleri gör(e)memezlikten gelen Türkiye’nin siyasi yöneticileri daima “Sarkozy Tasası” ile yaşadılar. Yani günü kurtarmak, önlerine çıkan engelleri el yordamıyla savuşturmak, kafalarını kuma gömmekle yetindiler. 100 yıl boyu “Ermeni soykırımı” konusunda abartmasız yüzlerce tarihçi, siyaset ve sosyal bilimci çalıştı; binlerce araştırma yapıldı, eser yazıldı. Türk cephesi soğuk savaşın verdiği rehavet ve 45 yabancı dost tarihçinin tavrına güvenerek olduğu yerde saydı. Halbuki rakip/düşman görülen cephe “soykırım” gerçeğini hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir kesinlikle dünya kamuoyuna mal etti. 20’nin PARİS üstünde ülke, AB, BM ve çok sayıda akademik kurum resmi biçimde Ermeni halkının 19. yüzyıl. başında UĞUR HÜKÜM yaşadığını “soykırım” olarak tanıdı. Bu konuda farklı düşünen tek gerçek büyük otorite, İngiliz Yahudisi kökenli Amerikanİsrail vatandaşı ünlü tarihçi Bernard Lewis 6 Kasım 1993’te Le Monde gazetesinde yayımlanan bir söyleşideki sözlerinden ötürü Fransız adaleti tarafından 21 Haziran 1995’te 1 frank sembolik tazminat ödemeye mahkum edildi. Halbuki daha o zaman Fransa ne “soykırım”ı resmen tanımış ne de özel cezai bir yaptırım öngörmüştü. Sonunda bazılarının yarım yüzyıldır beklediği, ötekilerin çoktan öngördüğü, birçoğunun da korktuğu oldu. Fransa gibi dünya kamuoyunda her anlamda ölçüt bir ülkenin Millet Meclisi ve Senatosu yalnızca “Ermeni”sini değil yasanın kabul ettiği her “soykırımı” inkâr edeni 1 yıl hapis, 45 bin Avro para cezasına mahkum eden yasayı 23 Ocak akşamı onayladı. Ancak adı konmasa da yasallaşmış tek “soykırım” (Holokost’un özel yasası hariç) Ermenilerinki olduğuna göre hesap ortadaydı. Basın locasında gelişmeleri doğrudan izleyenler arasında 23 Türk gazetecinin yanı sıra 34 Ermeni kökenli Fransız gazeteci vardı. Bunlardan biri, gündemin ilk bölümünde oylanan, Senato Yasa Komisyonu’nun tasarının anayasaya aykırılığını hatırlatan (tavsiye) kararının reddedilmesinin ardından saatine baktı ve “Fransa, saat 19.18! Tarih yazdın! Seninle gurur duyuyorum” diyerek arkadaşına sarıldı. Bu tavır 21 Ocak Cumartesi günü Fransız Senatosu’nun önünde toplanan 15 bin Türk’ten bazılarının haykırışlarına ne kadar benziyordu: “Erdoğan tarih yazdın! Umudumuz Erdoğan!” Aynı topluluk içinde çember sakallıların “İfade Özgürlüğü Bitti!”, üç hilalli bayraklıların “Tarih Siyasete Alet Olamaz” ibareli pankartlar taşıdığını görünce gayri ihtiyari “Vay anasına sayın seyirciler!” deyiverdik... Tarih yazan yazana! Ne günlere kalmıştık! Ermeni halkının çilesini, Türk halkının cehaletini kendi dar hesaplı, küçük çıkarlı “Sarkozy tasaları” için harcayanlar daha bu halklara çok “acı” çektirirler. Yasa eskaza Fransız Anayasa Mahkemesi’nden dönerse sanmayın ki, “dava” biter. Türk yürüyüşçülerden birinin küçük bir kartona yazdığı gibi olsa olsa “Sağ ol Sarko, Türkleri Birleştirdin!” diye avunulur. Sorarız, “Kaç günlüğüne, ne uğruna?” [email protected] Sessizliği keşfetmek... ürültü kirliliği bütün büyük kentlerin ortak sorunu. Öylesine gürültüyle iç içe yaşıyoruz ki, bırakalım doğanın seslerini, çoğu kere birbirimizi bile duymakta zorlanıyoruz. Milano da şehir gürültüsünden payını alan kentlerden biri. Bir zamanlar Padania Ovası’na çöken sise gömülen puslu fotoğraflarla anılan Milano’da, şimdi bir grup kitapsever, “sessizlik kültürü” nasıl yaratılabilir diye kafa yoruyor. Milano’da Casa della Cultura’nın (Kültür Evi) öncülüğünü yaptığı “Sessizlik Okulu” gerçekte birkaç yıl önce Arezzo’ya bağlı bir ortaçağ kasabası olan Anghiari’de sessizliğe özlem duyanları buluşturan çekirdek projenin dallarından biri. Tarihi kasaba Anghiari’deki Sessizlik Akademisi, birkaç yıl önce bir atölye şeklinde doğdu. Bu atölyede, başkalarını dinlemeyi ve yüzeysel iletişim modellerinden kaçınmayı öğretmek hedefleniyordu... Anghiari’deki Sessizlik Okulu’na seminerler, kurslar ve yöresel coğrafyada sessiz kalmayı başarabilen yerleşimlere düzenlenen keşif gezileriyle içerik kazandıranlar, gazeteci Nicoletta Polla Mattiot ile Milano Bicocca Üniversitesi’nde görevli felsefeci Duccio Demeterio. Milano’da 1996 1 G yılında Sessizlik Okulu kurmak için yine bir ortamlardan hoşlanmıyorum. Sessizliği, girişimde bulunulduğu, Garda Gölü çevresinde doğayı ve uzun yürüyüşleri seviyorum” diye geceleri gürültüden arınan geziler tasarlandığı anlatıyordu bir İtalyan gazeteciye. Sessizliği, ama sessizliğe olan özlemin, kent gürültüsüne okumayı, gürültüden ırak coğrafyalarda yenik düştüğü anlatıldı. Artik metropol gezmeyi tercih edenlere Mortensen’in Perceval gürültüleri, kirlilik sınırını aştığı için sessiz bir Press adlı yayınevinin sitesini de ziyaret etmeyi yaşamı tercih edenler yeniden öneririm. (www.percevalpress.com). kolları sıvamaya karar verdi. Sinema oyunculuğunun yanı sıra MİLANO Geçen hafta Milano Kültür başarılı bir yazar, fotoğrafçı ve ressam Evi’nde Sessizlik Okulu’nun 2012 da olan Mortensen, sessiz yılı tanıtımı yapıldı. İlkbahar yolculuklarında tuttuğu notları, aylarında sessiz yaşama odaklanan yazdığı öyküleri ve fotoğrafları ise bir dizi etkinlikte çok ve gereksiz blogunda paylaşıyor. konuşmak yerine az ve öz Sessizlik felsefesini paylaşan konuşmak, düşünmek ve yazmak ASLI KAYABAL Mortensen’den Milano’ya geri öne çıkacak. Konu sessizliğin döndüğümüz zaman Kültür Evi’nin yeniden keşfinden açılmışken önerdiği Sessizlik Okulu’nun her John Hilcoat’in Cornac Mccathy’nin türden kent gürültüsüne karşı çıkanları romanından sinemaya uyarladığı “The Road” buluşturacağını düşünüyorum. Tanıtım adlı filmin başrol oyuncusu Viggo gecesinde salona sığamadıkları için Mortensen’le yapılan bir söyleşiyi anımsadım. konuşulanları dinleyemediklerinden seslerini Danimarka asıllı ABD’li oyuncu Mortensen, gürültü çıkararak duyurmaya çalışan “Her sabah dünyayı ve kendimi tanımak için sessizseverlerin gerçekten de gürültüsüz bir erkenden kalkıp birkaç saat yürüyorum. yaşama özlem duydukları ortadaydı. İlk Bazı çocuklar grup oyunlarından hoşlanır, aşamada Milano ve çevresinde halen gürültü ben hep tek başıma oynardım. Kalabalık kirliliğine esir düşmeyen yeni rotaların önerileceği bu atölyede, yaz aylarında birkaç günlük konaklamayı da içeren alternatif etkinlikler de planlanmakta. “İlahi Komedya”nın yazarı Dante, sessizliği, sözcüklerin düştüğü beyaz renkli bir yüzeye benzetmişti. Yüzyıllar sonra Josè Saramago, çok konuşulduğundan yakınarak, bir tek sessizliğin varlığına inandığını vurgulamıştı. Sessizliği bir güç diye algılayan Marcel Proust, yaşamının son yıllarını yalnızlığı ve sessizliği tercih ederek bir otel odasında geçirmişti. Gürültü karşıtı tatiller ve sessiz otellerin önerildiği günümüzde doğaya dönmek, cep telefonlarının, anonsların, trafiğin, yüksek hacimli müziklerin, bağırarak konuşanların henüz ulaşamadığı yeni yerleri keşfetmek icin sessizlik okullarına gerek var. Geçen hafta buz, sis ve kara teslim olan Milano’nun yanı başındaki Lainate’de soğuk herkesi eve kapattığı için olsa gerek şafak sökümünü haber veren horozun sesini duyunca bu sese ne kadar uzak düştüğümüzü, bugünkü çocukların horozu bile tanımadıklarını düşündüm. [email protected] İsveç radyosu kayıtlarından Hrant Dink rant Dink’in, bir toplantı nedeniyle 17 Aralık 2006’da İsveç’e yaptığı ziyaret, belki de ölümünden önceki son yurtdışı gezisiydi. Stockholm’de yaşayan gazeteci arkadaşı Abdullah Gürgün’le buluştuktan sonra, birlikte, İsveç’in efsane lideri Olof Palme’nin, Sveavägen Meydanı’ndaki vurulduğu yere gittiler. Dink, üzerinde “İsveç Başbakanı Olof Palme 28 Şubat 1986 günü burada öldürüldü” yazılı bronz levhayı uzun uzun inceledikten sonra bir demet kırmızı gül bıraktı. Sonra, birkaç yüz metre ötede, Adolf Fredrik Kilisesi’nin bahçesindeki Olof Palme’nin esas mezarına gittiler. Orada duygulu anlar yaşayan Hrant Dink, Palme’nin, büyükçe bir kayadan oluşan gösterişsiz mezarının taşına baktı, baktı ve “Bu dünyada, güzel insanlara yaşam hakkı tanınmıyor!” dedi. Onun bu sözleri, arkadaşı Gürgün’ün beyninde çakılı yılında İstanbul’a göç ettik. Ben, o zaman 7 yaşındaydım. Babam, daha bir çivi gibi durur hâlâ... önce gelmişti İstanbul’a. Bir yıl sonra biz Bu ziyaret, iki “barış güvercini” de geldik babamın yanına, annem ve iki arasındaki ilk buluşma veya son kardeşimle. Geçimsizlik yaşıyorlardı vedalaşmaydı. O karşılaşmadan bir ay annemle; ayrıldılar. Boşandılar ve sonra, ikinci barış güvercini de, 19 Ocak ninem, bizi 2007 günü, İstanbul’da, sokak Gedikpaşa’daki bir yatılı ortasında kurşunlanarak öldürüldü! MALMÖ okula götürdü. Ermeni Gazeteci Gürgün ve Hrant Dink, Kilisesi’nin bir yuvası daha sonra Oden Oteli’ne geçerek vardı. Ondan sonra, orada İsveç Radyosu için uzun bir söyleşi büyüdük işte. Sonra, gerçekleştirdiler. Söyleşinin bazı lisede, Üsküdar’da yatılı bölümleri o günlerde ALİ HAYDAR bir okula gittim. Derken “Brytpunkten” (kırılma noktası) NERGİS üniversite çağımıza geldik. programı ve başka yayın O yatılı okulda tanıştığım, organlarında yayımlandı. Abdullah birlikte büyüdüğümüz bir Gürgün, Hrant Dink’in ölümünün beşinci kızla, eşimle ( Rakel’ le) evlendik. Bir yılında, arşivlerden bu ses kaydını bularak yandan çalıştık, bir yandan okuduk yeniden gün yüzüne çıklardı. Hrant Dink, o üniversitede. Bir yandan da çoluk çocuğa söyleşinin başlangıcında, Ermeni sorunuyla karıştık; hayat böyle devam etti.’’ Hrant ilgili görüşlerini, “Ne inkâr, ne ikrar ille Dink, söyleşinin bir yerinde devletin, de idrak” sözleriyle ifade ettikten sonra, Ermeniler ve diğer yurttaşlara yaklaşımını yaşamöyküsünü özetliyor: “Malatyalıyım eleştiriyor: “Devletin, yurttaşlarına eşit ben, 1954 yılında doğdum. mesafede kalma anlayışı gerçek bir Çocukluğumdan fazla bir şey anlayış değil, gerçekleşmiş bir anlayış anımsamıyorum. Bir Deli Gaffar vardı, değil. ‘Türkİslam Sentezi’ Malatya’nın sembolüydü. Onun diyebileceğimiz, hatta İslami daha arkasından koştururduk çocukken, taş ziyade. SünniHanefi anlayışına atardık, o da bize atardı. Bir de dedemi dayandırılmış bir algılama üzerinden hatırlıyorum. Evinin duvarının dibine toplumu idare ediyorlar...” Hrant Dink, hasır bir iskemle atar, sürekli kitap Ermeni sorununun başlangıç nedenlerini de okurdu. Çok Ermeni vardı, bizim şöyle açıklıyor: “Osmanlı’nın mahalle Ermeniydi mesela, Salköprü güçsüzleşmesi başta geliyor bir kere. Mahallesi... Alevi mahallesinin Güçsüz Osmanlı, kendi güvenliğini yanındaydı, Çavuşoğlu Mahallesi’nin… sağlayamıyor. Milliyetçiliğin Batı’dan Zannediyorum, yüz, yüz elli aile vardı; Osmanlı’ya gelip Osmanlı’daki milletleri şimdi on iki, on beş aile kaldı. 1961 ‘Soykırım’ ve Doğu Avrupa Slovakya parlamentosu da, sözde soykırımın inkârını cezai yaptırıma bağlayan kararı, hemen hemen hiçbir basınyayın organında yer almamıştı. Belli ki, birileri, “sıfır sorun”lu dış politikamızın gerçek durumunun görülmesini istemiyordu. Şimdi ise, Fransa’yı hangi ülkenin takip edeceği tartışılıyor. Bazı Ermeni yayın organları ise, “Türkler Sarkozy’den internet ortamında intikam alıyorlar” diye başlıklar atarak, Türkiye’nin ve Türk toplumunun duyarsızlığıyla bir güzel dalga geçiyor. Bizim basının görmezden geldiği Slovakya, sözde soykırımı, 2004 Kasımı’nda, yani AB’ye üye olduktan yaklaşık altı ay sonra tanımıştı. Polonya ve Litvanya da, 2004’te AB üyesi oldular, 2005’te sözde soykırımı tanıdılar. Bu üç ülkenin üçü de AB’ye üye oluncaya kadar, Türkiye ile ilişkileri sıcak tutmaya çalışıyordu. Temel dış politika öncelikleri, Batı’ya entegre olmaktı ve NATO’ya üye olan, 1940’ların ikinci yarısından beri Batılı kurumlarla içli dışlı olan Türkiye, kendine yön bulmaya çalışan bu ülkelerin gözünde, daha “Avrupalı” bir görünüm sergiliyordu. Fakat, bu ülkeler, AB üyesi olur olmaz, bu sefer, Türkiye bu ülkelerin gözünde, AB kapısında bekleyen ve içeri alınmayacağı belli olduğu halde girmekte ısrar eden bir ülke haline geldi. Böyle olunca da, Türkiye’nin kendilerine tepki gösteremeyeceğinden emin şekilde, sözde soykırımı tanıyan kararları kabul etmekten çekinmediler. Bu tavır değişikliğinin en belirgin örneğini, Litvanya Cumhurbaşkanı Daria Grybauskaite göstermişti. Sözde soykırım kararının kabul edilmesinden beş ay kadar sonra Ermenistan’ı ziyaret eden Lityanya Cumhurbaşkanı, burada Türkiye’nin kendilerine tepki gösterip göstermeyeceği sorusuna şu yanıtı veriyordu: “Türkiye, bizim soykırımı tanıma kararımıza tepki gösteremez. Şayet tepki gösterecek olursa, biz de ona, kendisinin AB üyeliğine aday olduğunu hatırlatırız.” Rusya’daki durum ise çok dafa farklı. Rusya parlamentosu, KİEV 1995’te sözde soykırımı tanıyan bir karar almıştı. Fakat, hem Rusya’da parlamentonun etkisi çok daha sınırlı, hem de Türkiye ile Rusya ilişkileri, o zamandan bu zamana, belirgin biçimde ilerleme kaydetti. Rusya’daki DENİZ BERKTAY Ermeni diyasporasının yaklaşımına bir göz atmak için internete baktığımda, bir Ermeni yazarın yazdığı ilginç bir makaleyle karşılaştım. Buna göre, Rusya’daki çeşitli Ermeni kuruluşları, Rusya’da da “soykırım”ın reddini cezalandıran düzenlemelerin kabul edilmesi için girişimde bulunmaya hazırlanıyorlar. Fakat, Rusya’daki Ermeni örgütlerinin “amiral gemisi” sayılabilecek olan Rusya Ermenileri Birliği, bu girişimlere gayet mesafeli yaklaşıyor. Derneğin başında bulunan kişi, Rusya’nın önde gelen işadamlarından Ara Abramyan. Çeşitli çevrelerin yorumlarına göre Abramyan, Kremlin yönetimiyle ilişkilerinin bozulmasını istemediğinden ve Kremlin’in Türkiye ile ilişkilere özel önem verdiğini bildiğinden ötürü, bu girişime son derece soğuk yaklaşıyor. Rusya Ermenileri Birliği’nin yönetimi, daha önce de 24 Nisan sözde soykırım gününde yerel şubelere bir direktif göndererek, 24 Nisan’da kitlesel gösterilerin düzenlenmemesini istemişti. Fakat, Rusya Ermenileri açısından son zamanlarda en moral bozucu gelişme, geçen mayıs ayında yaşandı. Doğu Anadolu kökenli Ermenilerin yaşadığı Soçi kentinde, Ermeni tarihinde kahraman olarak, bizim tarihimizde ise katliamcı olarak bilinen General Andranikin anıtının açılmasına günler kala, bölgedeki Türk işadamlarının Soçi Belediyesi nezdindeki girişimleri sonucunda anıt kaldırıldı. Ermeni meselesine bakıştaki değişiklik, devlet yöneticileriyle sınırlı değil; geçmiş yıllarda Türkiye karşıtı açıklamalarıyla gündeme gelen radikal milliyetçi lider Vladimir Jirinovski’nin partisinin bile Ermeni meselesine bakışında son zamanlarda belirgin değişiklikler var. Bir tarafta, AB’nin kenarındaki küçük devletlerin bile aba altı sopasıyla karşılaşmak, diğer taraftan ağırlığımızın olduğu ülkelerle ilişkilere ağırlık vermek... Son olaylar, Türkiye’nin dış politika önceliklerini yeniden gözden geçirmesi gerektiğini gösteriyor aslında. www.avrasyahaber.net ransa parlamentosunun üst kanadının sözde Ermeni soykırımının tartışılmasını yasaklayan kararı, bizde F şok etkisi yarattı. Oysa ki, bundan iki ay kadar önce, H [email protected] C MY B C MY B etkilemesi, bağımsızlık mücadelelerinin çoğalması, Osmanlı’nın sürekli toprak kaybederek korkuya kapılması... Bu tür sebepler sonunda yaşayan halklar birbirine düşürüldü. Bütün gayrimüslim halklar Osmanlı’dan koptu, bir tane gayrimüslim halk kaldı; Ermeniler… Ermeniler, öbürleri gibi bağımsızlık peşinde değillerdi.” Hrant Dink, Atatürk’ün, Ermenilere yaklaşımını da şöyle değerlendiriyor: “Atatük’ün Ermenilerle ilişkileri… Kendisinin bizzat katıldığı çatışmalar içerisinde, Ermenilerin tehciri sırasında orada değildir; başka görevlerdedir.” Dink, söyleşinin sonunda, Ermeni sorununun çözümüyle ilgili şu öneride bulunuyor: “Diyalog, diyalog işte… Konuşmaları lazım aralarında. Yabancı ülkelerin tekeline bırakmamaları lazım. TürkiyeErmenistan sınırının açılmasını talep etmeleri lazım. Türkiye içerisinde, bu tarihin bütün boyutlarıyla konuşulması lazım. Fikir özgürlüğü lazım. İfade özgürlüğü lazım. Bilginin serbestçe dolaşması lazım ki, Türkiye kendi içinde bu konuları tartışsın ve kendisi ortak bir kanaate varsın. Bugün, dışardan, Türkiye’ye ‘kabul et!’ baskısı yapılıyor. Devlet de kendi toplumuna ‘inkâr et’ baskısı yapıyor. Hem bu inkâr, hem bu ikrar baskısı, ikisi de bence yanlıştır. Türkiye toplumunun ne ‘inkâra’, ne de ‘ikrara’, şu anda idrake ihtiyacı vardır. Ne inkâr, ne ikrar; ille de idrak!..”
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle