19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 17 OCAK 2012 SALI 6 DİZİ Tanrıkulu, ‘12 Eylül’ün anlaşılması için cezaevlerinde yaşananlar, özellikle de Diyarbakır Cezaevi vahşeti önemli’ diyor Darbeciler yargılanmadan gelecek kurulamaz “1981’in 4 Mayıs’ı, sabaha karşı geldiler... Gayrettepe’de olduğumu sorguda öğrendim... Gözlerimi bağlamadan önce oradaki kalasları, ipleri, manyetoyu gördüm. Beni askıya bağlayıp yukarıya doğru çektiler. Bu Filistin askısıymış. Hiç ilgimin olmadığı şeyleri soruyorlardı. Askıdayken elektrik verdiler.” “Bedenime dokunmaları bana çok korkunç geldi. Üstümü çıkarmaya çalıştılar. Epey bir itiş kakış oldu... ‘Tiyatrocu karı’ diye bağırıyorlardı. Konuşmuyorum ya, rol yapıyorum sandılar... Beni karanlık bir odaya koydular, benim gibi sorgudan geçmiş, işkenceden kafası gözü yarılmış, ayakları şiş insanlar vardı. Kafamı kaldırdığımda kolu kelepçeyle kaloriferin demirine bağlı, bir battaniyenin üzerinde oturan genç bir adam gördüm. Yakalanırken kurşun yarası almış. Bağırsakları bir poşetin içinde duruyordu. Hastanede olması gerekirken, işkencehanedeydi ve sürekli işkence çığlıkları dinliyordu. Orada içinizi ister istemez bir korku kaplıyor. Kimse ‘korkmadım’ demesin. İşte böyle geçen kırk beş gün...” “Beş saat sürekli dayak yediğimi hatırlıyorum, artık baygın yatıyorsunuz... Ölümüne tanık olduğum insanlar oldu. Nurettin Yedigöl bunlardan biri. Sonradan öğrendiğime göre cesedini yok etmişler. Bugün adı ‘kayıplar listesi’nde. Sorguda kafasına çivi çakılarak öldürüldü...” Bunlar Nimet Tanrıkulu’nun işkencede yaşadıkları ve tanıklıklarının 12 Eylül iddianamesine geçen ufak bir bölümü. Daha neler yok ki? Metris’teki dayaklar, işkenceci doktorlar, işkencede hayatını kaybeden dostlar, hakaretler... Beş yıllık bir yargılanmadan sonra beraat etti Tanrıkulu. Ancak geride bıraktıklarını, insanlara yapılanları, yapılacakları bilmenin ağırlığıyla buna bile sevinemedi. Ona, 30 yıl süresince 12 Eylül darbesine ve 12 Eylülcülüğe karşı mücadele azmi veren de, 82 Anayasası’nın geçici 15. maddesinin kaldırıldığının ertesi günü 12 Eylül’ün yargılanması için dilekçe verdiren de işte bu tanıklıkları, işkencede öldürülenlere ve hatta 12 Eylül’ü görmemiş gençlere duyduğu sorumluluk. 12 Eylül’ün icraatları sadece birkaç yılla da sınırlı kalmadı. “12 Eylül bir toplum mühendisliğiydi, toplumu yeniden dizayn etmeyi amaçlıyordu, bunu da başardı” diyerek başlıyor anlatmaya: “Toplumdan, insanlığımızdan çok şey çaldı. Hâlâ da çalıyor. Çünkü 12 Eylül, kozmetik bir değişiklik yapılarak Anayasası’yla, temel kurumlarıyla hâlâ sürüyor. 1986’da İHD’yi kurarken de bugün de bütün demokratik mücadele alanlarında 12 Eylül anayasasıyla karşı karşıyayız. Yani bizim işkencemiz bitmedi, sürüyor. Bugün de sadece Kürt olduğu için binlerce gazeteci, seçilmiş yerel yönetici, siyasetçi, genç, gece evinden itile kakıla alınıp cezaevine götürülüyor, onlarca öğrenci içeride, barış diyen kadınlar tutuklanıyor.” İşte tam da bu yüzden davanın göstermelik bir yargılamadan ibaret olduğunu düşünüyor. Biliyor ki, “12 Eylül’le iki isim üzerinden hesaplaşılamaz”. Evren ve Şahinkaya’nın kendi yasalarıyla yargılanmaları da ironik geliyor ona; “Dünyanın her yerinde darbelerden demokrasiye geçilirken darbeciler yargılanır, ancak yasalar da değiştirilir” diyor, “Türkiye’de hâlâ darbecilerin yasası var”. Bu eleştiriler dava sürecinin dışında kalacağı anlamına gelmiyor, yargılamayı her eksiğine rağmen önemli buluyor; çünkü “bahşedilmedi”, insanların yıllardır verdiği mücadelenin bir sonucu. “Ancak” diyor, “bizim istediğimiz, uzun yıllardır mücadelesini verdiğimiz yargılanma için ‘12 Eylül gerçekleri araştırma ve adalet komisyonları’nın kurulması şart, bu noktada davanın içini doldurmak için sözlerimizi iyi kurmalıyız. Davaya müdahil olmamız lazım. En azından 12 Eylül’le ilgili istatistiklerde sözü edilen bir milyon insan sesimizi duymalı”. Fatih Hilmioğlu Tıp Profesörü, eski İnönü Üniversitesi Rektörü ve Silivri sanığı Fatih Hilmioğlu’nun Silivri’de mahkemede yaptığı “insanlık savunması”nı okudunuz mu? Tam metnini bu cuma günkü Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji’de yayımlamaya karar verdik, çünkü savunma, tutuklu ve hasta insanların insani durumları üzerine saptamalarla dolu.. Ve mahkemelerin bu savunma karşısında, bilimle, gerçeklerle ve insanlarla sıfır empati durumunu belgelemesi açısından önemli... Savunmasından kısa bir bölüm: “Benzer şekilde ölümcül kalp ritim bozukluğu olmasına rağmen ve cezaevinde ağır stres koşullarında olan bir başka hasta, Mehmet Haberal’dır.. dünyanın en önemli tıp merkezlerinden biri olan Harvard Üniversitesi’nin Kardiyoloji Bölümü’nün bu konudaki bilimsel yayınını da göstermiştim ve bunun da sayın heyetinizce dikkate alınmadığını görmekteyim... Bu dava sürecinde yaşanan hastalıklar ve ölümler, sanıklarda aslında bir yargılama sürecinde değil, bir Rus ruleti sürecinde bulundukları izlenimi yaratmıştır. Sanıklar kendilerine ve diğer sanıklara sessizce ve derin bir endişe ile, gözleriyle sormaktadır. Şimdi sıra kimde? Ölümcül ritim bozukluğu olan Mehmet HABERAL’da mı? Artık yatalak hale gelmiş Levent ERSÖZ’de mi? Kalp damarlarındaki tıkanıklık nedeniyle Hasan Atilla UĞUR’da mı? Yoksa cezaevi koşullarında her biri 1000 ton stres yükü altında olan bir başka sanıkta mı? Kim bilir belki de sıra bendedir. Bütün bunları, bekleyerek göreceğiz, yaşayarak göreceğiz ya da ölerek göreceğiz. Sonra da bütün bunlara adalet diyeceğiz, öyle mi? Adalet insanları öldürür mü Hâkim Beyler? Sayın Başkan, hiçbir somut delile dayanmadan ve tümüyle akıl ve mantıktan uzak, hayali suçlamalar nedeniyle otuz ayı aşkın bir süredir tutuklu olmam nedeniyle ben yukarıdakilerden birisiyim. Bu yargılama esnasında sadece sanıkların değil, sanık yakınlarının da beden ve ruh sağlıklarını nasıl kaybettiklerini gördüğümde veya bunları duyduğumda, sanıkların beyin kanaması, kalp enfarktüsü geçirmesine, kanser olmasına ve nihayet ölümlerine şahit olduğumda; İsyan ediyorum ve Sadece hekimliğimden değil, insanlığımdan da utanıyorum. Ancak benim tıbbi bilimsel açıklamalarımın, sayın heyetinizce bir sivrisinek vızıltısı kadar bile dikkate alınmadığını görsem de, ben mesleki açıdan sorumluluğumun gereğini yapmaya devam edeceğim.” ??? Denktaş gerçekten de Kıbrıs’ta neredeyse “milli kurtuluş savaşı” verecek kadar dirençli, “eski toprak” insanlardandı. Kıbrıslı olarak yurdunu savundu, bu kadardır olay! Dünyanın, Batı’nın ikiyüzlülüğünden yılmadı. “Verelim kurtulalım şu meretten.. oranın ne stratejik yeri var?.. Bu yüzden AB’ye giremiyoruz...” benzeri Batı sözcülerinin saldırıları ona vız geldi... Bugünkü iktidar da Denktaş’ı yıkmak için elinden geleni yaptı vaktiyle... Bugün kahraman olarak anıyor... Doğrudur; eleştirilerin sırası hiç değil... Denktaş, yedi düvele rağmen, yurdunun bağımsızlığı için çarpıştı. En doğal hakkı olarak... Şüphesiz ki yaşayacak! ??? Büyükada, simgesi Lefter Küçükandonyadis’i yitirdi diyelim. Yazları Lefter’i Yüksek Kahve’nin önünde veya Prenses Oteli’nin önünde arkadaşlarıyla, Ahmet Polat’la da otururken ve sohbet ederken görürdünüz. Adalar Postası’nın güncesinde (blog), Lefter üzerine değerli yazıları okuyabilirsiniz... Dün Büyükada’ya geçtik, Fenerliler cenaze töreninden sonra, sahilde lokantaları doldurmuş, Lefter’in anısına şerefe kaldırıyorlardı! Şerefe! ??? Okurdan: Cumhuriyet gazetemizdeki 15 Ocak 2012 tarihli köşe yazınızda bahsettiğiniz gibi “Kılıçdaroğlu’nun çevresinde bu gelişmeyi görecek ve söyleyecek insanlar var mı yok mu!” sorunuza olumlu yanıt verileceğini umuyorum. Belirttiğiniz konularda sade vatandaşların çok büyük bir oranda sizinle aynı düşünceyi paylaştığını çevremde net görmekteyim. Bu nedenle, özellikle Kılıçdaroğlu’nun çevresindeki insanların da halkın genel düşüncesini mutlaka bilmesi ve ona tercüman olması gerekmez mi? (Osman Şener) Sayın Bursalı, “Arınç, Erdoğan ve hatta Gül” ve yakınan tüm AKP’lilerin İmam’ın ordusu ile açık çatışmayı henüz göze alamamaları, hatta onlardan çekiniyor olmaları da mümkündür. (Faruk Timuroğlu) KADINL ARA Ç AĞRI D iğer bir çağrısı da kadınlara Tanrıkulu’nun. Kadınların 12 Eylül’ün işkencelerini anlatmakta hâlâ zorluk çektiklerini vurguluyor, tecavüzlerin, tacizlerin daha dillendirilmediğini… Bu suskunlukta toplumda egemen olan cinsiyetçi bakışın etkisi büyük. O nedenle toplumsal koşulların da kadınların yaşadıklarını dillendirip 12 Eylül’den hesap sormaları için olgunlaştırılmasını istiyor. 12 Eylül’ün yargılama sürecinin dışında da insanlara anlatılması gerektiğini, sokağa çıkmaktan vazgeçilmemesi gerektiğini söylüyor. Ona göre, 12 Eylül’ün anlaşılması için cezaevlerinde yaşananlar, özellikle de Diyarbakır Cezaevi vahşeti önemli. Neden mi? “Çalışma hayatından üniversitelere kadar bütün alanlarda büyük tahribatlar oldu, ancak cezaevlerinde özel uygulamalar yapıldı. Bunların sözde yasal temeli 12 Eylül darbecilerinin başlarken kendi kendilerine hazırladıkları 7 maddelik özel anayasa oldu. Ancak Diyarbakır’da çok daha özel bir şey oldu, Diyarbakır’da başka bir yasa, uygulama gerçekleşti. Eğer Diyarbakır Cezaevi bugün toplumun bütün kesimleri tarafından bilinirse, gerek Kürt sorunu konusunda, gerekse 12 Eylül’ün kanlı içyüzünün açığa çıkmasında çok önemli bir adım atılacaktır. Kenan Evren’in cunta heyetiyle Diyarbakır’a gidip cezaevleri ve yargılamalarla ilgili talimat verdiğini biliyoruz.” MHP’LİLER HEDEF GÖSTERDİ 1978 Ocak ayı… Ankara Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Doğan Öz’ün nöbetçi olduğu bir akşam bir grup ülkücü, bir genci, Levent Özyürek’i öldürüyor. İzlerini kaybettirmek için o dönemde ülkücü öğrencilerin mekânı olan Site Öğrenci Yurdu’na sığınıyorlar. Yurdun aranması için karar çıkarıyor Öz. Polisler onu beklemeden, apar topar arama yapıp bir şey bulamadıklarını söylüyor. Ancak o kendi idaresinde ikinci bir arama yaptırıyor. Bir dolaptan çıkıyor cinayet silahı. Site Öğrenci Yurdu’nun aranması MHP’lileri öyle rahatsız ediyor ki, MHP milletvekilleri TBMM’de yaptıkları konuşmalarla hedef gösteriyorlar onu. Savcı Doğan Öz’ün eşi Sezen Öz, adalet beklentisini dile getirdi Sezen Öz dalet onun için canı pahasına da olsa taviz vermeyeceği bir konuydu. Vermedi de. Oysa savcılığa başladığı 1962’den beri tehditler alıyordu Doğan Öz. “Mücadele Birliği” örgütünün kapatılmasına yol açacak dosyayı da, Necmettin Erbakan’ın kardeşi Akgün Erbakan’la ilgili yolsuzluk dosyasını da, Süleyman Demirel’in kardeşi Hacı Ali Demirel’e Denizcilik Bankası’nca verilen usulsüz kredi olayıyla ilgili soruşturmayı da o hazırlıyor... “Hep kan aktı, anlamsız kan aktı” diyerek anlatıyor o günleri Sezen Öz, “Doğan çok okuyan, önyargıları olmayan bir insandı. Kürsüye oturmak bir ayrıcalık verir insanlara, ama Doğan öyle değildi. Halktan bir insandı, her şeyini paylaşırdı. Herkesin derdini dinler, bir çare bulmak için çalışırdı. Bu gidişata çok üzülüyordu”. Her konuşmalarının “Akan kanın artık durdurulması lazım” diyerek bitmesi bundan. Bu inançla kontrgerillayı, Özel Harp Dairesi’ni araştırıyor. Sezen Öz’e, “Görevim nedeniyle bu durumun üstüne gitmeliyim. Şiddet olayları, anarşik eylemler denilecek kadar basit değil. İş çok yukarılara dayanıyor” diyor. Üç sayfalık bir ön rapor hazırlayıp, Ecevit’e iletiyor. 24 Mart 1978 sabahı… Emniyet müdürlüğüne Doğan Öz’ün oturduğu sokakta şüpheli iki kişinin dolaştığı ihbarı geliyor, ama dikkate alınmıyor! İşte o sabah, arabasında öldürülüyor Doğan Öz. Katil İbrahim Çiftçi arkasında 18 tanık bıra A Bu kadarı için bile umudum yoktu ? Sezen Öz, yeni anayasada Türkiye’nin imzaladığı ancak iç hukukunda uygulamadığı insan hakları sözleşmelerinin karşılığını görmek istiyor. kıyor. Bir ay sonra Bahçelievler’de yedi TİP’li genci öldürmekten yakalanıyor, Doğan Öz’ün katili de olduğu ortaya çıkıyor. Reddetmiyor suçunu; “Doğan Öz’ü (…) eski Ankara Ülkü Ocakları Başkanı Hüseyin Demirel ve (…) Hüseyin Kocabaş’ın verdikleri talimat üzerine öldürdüm” diyerek itirafta bulunuyor. Ankara Sıkıyönetim 1 No’lu Askeri Mahkemesi tarafından oybirliğiyle ölüm cezasına çarptırılıyor, ancak Asgari Yargıtay 1. Dairesi kararı bozuyor. Tam üç kere tekrarlanıyor bu, dördüncüsünde idam kararı onaylanıyor. Bu kez de ilk üç idam kararının onaylanması yönünde görüş bildiren başsavcılık tutum değiştiriyor ve dosya Askeri Yargıtay Daireler Kurulu’na gönderiliyor. Kurul, yediye karşı sekiz oyla, “delil yetersizliği”ni gerekçe göstererek kararı bozuyor. Bunun üzerine Askeri Mahkeme, Türk hukuk tarihine geçen bir karar veriyor: “Sanık İbrahim Çiftçi’nin maktul Doğan Öz’ü taammüden öldürdüğü mahkememizce sabit görülmüştür. (…) Ancak Askeri Yargıtay Daireler Kurulu kararına direnilemeyeceğinden, bir oy farka da dayansa, 7/8’lik oyçokluğuna dayanan Daireler Kurulu bozma ilamına sırf, bu hukuki zorunluluk nedeniyle uyulmuş ve sanık Çiftçi’nin beraatına karar verilmiştir.” Yedi yıllık hukuk mücadelesinden adil bir karar çıkmasa da yılmıyor Sezen Öz, kan davası gütmüyor, Kenan Evren’i ipte görmek de değil derdi, bir daha böylesi vahşetin, cinayetlerin yaşanmamasını istiyor. “İnsanları kullanarak, pek çok kan akıttırdılar” diyor, “En son Hrant Dink’le devam etti bu. Toplumsal Bellek Platformu olarak, geçici 15. madde kaldırılınca kayıplarımızın öldürüldükleri gün 12 Eylül’ü yapanlar hakkında suç duyurusunda bulunma kararı almıştık. Şikâyetimizin Ankara Savcılığı’na yollandığını öğrendik. Savcılık bizim davayı neden 12 Eylül davasına dahil etmedi bilmiyorum, ama önümüzdeki günlerde Ankara’ya gidip dilekçemizin akıbetini sormak istiyorum. Müdahil olma talebimiz olacak.” Peki bu davadan adalet çıkacağına umudu var mı? “Bu kadarının olacağını da ummamıştım ki… Yaşadığımız mekanizmayı gördükten sonra hiç rahat etmedik. Yeni anayasada, Türkiye’nin imzaladığı ancak iç hukukunda uygulamadığı insan hakları sözleşmelerinin karşılığını görmek istiyoruz. Yaşam hakkı en başta gelen haktır. Bu davada yargıya büyük görev düşüyor.” Havaş’tan afişli protesto İstanbul Haber Servisi İstanbul’da havalimanları ile şehir merkezi arasındaki seferleri İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından durdurulan Havaş Otobüs İşletmeleri, bu durumu otobüslerin camına astıkları büyük bir afişle yolculara duyurdu. “Sayın Yolcularımızın Dikkatine” başlıklı afişte Havaş’ın tüm hizmetlerini gerekli yasal izinler çerçevesinde yaptığına dikkat çekilerek hizmetleri durdurma kararının belediyeye ait olduğu vurgulandı. Havaş, her türlü hukuki mücadeleyi vereceğini açıkladı. Kafatası 11’e ulaştı DİYARBAKIR (Cumhuriyet Bürosu) Diyarbakır’da bir dönem JİTEM’in kullandığı bina ile cezaevi ve adliyenin bulunduğu alandaki restorasyon çalışmaları sırasında bulunan kafataslarının sayısı 11’e yükseldi. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcı Vekili Ahmet Karaca, bölgenin SİT alanı olması nedeniyle sadece kazmakürek ile çalıştıklarını, bölgede iş makinesi ile kazı yapmak için çözüm aradıklarını söyledi. İHD Diyarbakır Şube Sekreteri Raci Bilici ise kendilerine 18 kayıp yakınının başvurduğunu belirtti. C MY B B İ T T İ C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle