17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
14 EYLÜL 2011 ÇARŞAMBA CUMHUR YET SAYFA DİZİ 9 12 EYLÜL MAĞDURU KAPLAN: Öldü diye... İşkence soruşturmalarını ve davalarını izlerken Ankara Emniyeti’ndeki yöneticiler ve polisler bana diş biliyorlardı. 1981’in Mayıs ayıydı. Bir gece İçaydınlıkevler’deki evime geldim. Anahtarı kilide sokacağım sırada kapı kendiliğinden açıldı. Birkaç kişi birden üstüme çullandı. Meğer, polisler evimde karakol kurmuşlar. Bir giriştiler bana. Tekme, tokat, diz... Kafama, gözüme, göğsüme vuruyorlar. Karga tulumba Ford marka, gri, plakasız bir minibüse attılar beni. Birileri vururken, bir diğeri kafamı öne doğru eğiyordu. Boynumda kulunç birikmiş olmalı ki, bir ara ensemden “kart” diye bir ses geldi. Kulaklarım da uğulduyordu. Kendimi bıraktım, yere yığıldım. Polislerin “Öldü i.ne, boynu kuruldu i.nenin” dediklerini duyuyordum. Hiç ses çıkarmadan, gözlerim kapalı yattım. Minibüs ilerliyordu. Tekerlekten gelen çakır çukur seslerden taşlı, topraklı bir yola girdiğimizi anladım. Neden sonra kapıyı açıp arabadan itelediler. Ben yerde yuvarlanırken birkaç el de silah sesi duydum. Araba çekti gitti. Yerde bir süre yattıktan sonra gözlerimi açtım. Karanlıktı ve gökyüzü tam tepemdeydi. Her tarafım uyuşmuştu, kulaklarım uğulduyor, dahası çok ağrıyordu. Kolumu çektim, geldi. Sevindim. Diğer kolumu çektim, geldi. Biraz daha sevindim. Ayağımı çektim geldi, dünyalar benim oldu. Oturabiliyor muyum diye denedim, oturdum. Baktım, Ankara aşağıda; ışıl ışıl. Anladım ki, Hüseyin Gazi tepesinin yamaçlarında bir yerdeyim. Ayağa kalktım, yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. Tuzluçayır’da avukat arkadaşım Mehdi Bektaş’ın evini biliyorum, birçok geceler orada kalmışım, vardım oraya. Üstüm toz toprak. Saat gece üç filan. Annesi babası uyandılar, açtılar kapıyı. Mehdi çok derin uyuyordu, uyandırmadık. Aldı beni bir ağlama... Ağla ağla, durmuyor. Baktım Mehdi’nin annesi, babası da benimle birlikte ağlıyor. Mehdi’nin küçük kardeşi de Mamak’ta idamla yargılanıyordu o zaman. Ertesi sabah, doktor raporuyla birlikte şikâyette bulundum. Dava açıldı, yargılama sürecinde teşhis ettiğim kişiler, o gece değişik yerlerde görevde olduklarına ilişkin sözde belgeler getirdiler. Kanıt yetersizliğinden beraat ettiler sonuçta. Bunun üzerine, kendim hakkında suç duyurusunda bulundum. “Madem bu polisler beraat etti, demek ki ben bunlara iftira atmışım” diyerek. O da takipsizlikle sonuçlandı, işleme bile konulmadı. ERDAL EREN’ N iç kuşkusuz, 12 Eylül’ün en büyük haksızlıklarının başında idamlar vardı. Ben de daha küçücük bir çocuk olan Erdal Eren’in idamına tanıklık ettim. Erdal Eren’in, inzibat eri Zekeriya Önge’yi öldürdüğü savıyla yargılanmasına 13 Şubat 1980’de başlandı. Olay 2 Şubat 1980 tarihinde olmuş, Erdal 4 Şubat 1980 tarihinde tutuklanmış, 5 Şubat 1980’de askeri savcı idam isteyen iddianamesiyle dava açmış ve duruşmalardan sonra 19 Mart 1980’de, sanığın ölüm cezasıyla cezalandırılmasına karar verilmişti. Anlayacağınız, yargılama yalnızca 1 ay 6 gün sürdü. Temyiz incelemesi 24 Haziran 1980 tarihinde yapıldı. Yargıtay’da Erdal Eren’i benim dışında Ankara Barosu’ndan Niyazi Ağırnaslı, Nihat Toktay, İbrahim Tezan, Zeki Tavşancıl, Tuğrul Çakın, İstanbul Barosu’ndan Sadık Akıncılar, Halil Eraltuğ, Mehmet Ali Özpolat, Fahrettin Elmas, Taşkın Tanman ve Yusuf Demir savundular. Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde Erdal’ın savunmasını Nihat Toktay üstlenmiş ve yapmıştı. Avukat Nihat Toktay, daha sonra bu savunmasından ötürü 6 ay hapis cezasına çarptırıldı ve cezası Kızılcahamam Cezaevi’nde infaz edildi. Yargıtay 3. Dairesi kararı, yasal ve hukuka uygun gerekçelerle bozdu. Bu bozma üzerine başsavcılık itiraz ederek Daireler Kurulu’nda bu bozma kararının kaldırılmasını sağladı. Yeniden inceleme yapan daire, bu kez Türk Ceza Yasası’nın ceza indirimi maddesinin uygulanması gerektiğinden kararı bozdu. Bu da başsavcılıkça itiraz yoluyla Daireler Kurulu’na gönderildi. Bu itirazdan sonra dairenin bu yoldaki bozması da kaldırıldı. Bundan sonra biz avukatlar için yapacak pek bir şey kalmamış olmakla birlikte, Yargıtay’a kararın düzeltilmesi yolunda bir başvuru daha ya DAMINA TANIKLIK ETT M bulunmamızı istemişti bizden. 12 Aralık 1980 günü Nihat Toktay’a ve bana “dilekçelerinde belirttikleri adresten ayrılmamamız” iletildi. Bildirim üzerine arkadaşım Nihat ile birbirimizin gözlerinin içine bakakaldık. Demek ki, o gece infaz yapılacak ve Erdal asılacaktı. Bir süre hiçbir şey söyleyemeden kalakaldık. Neden sonra infazın durdurulması istem ve gerekçelerimizi içeren dilekçemizi hazırlamaya koyuldum. Nihat, avukat arkadaşlara haber verdi. Akşam üzeri Avukat Mehdi Bektaş büromuza geldi. Nihat, Mehdi ve ben hazırladığım dilekçeyi defalarca gözden geçirerek en son biçimini verdik. Daha başından beri hiçbirimiz bu kararın doğruluğuna inanamamıştık. Deneyimlidüşünebilen hiçbir hukukçu bu karara inanamamıştı. Sıkıyönetimde avukatlık yapan meslektaşlarımızın büyük bir kısmı şaşkınlık ve isyan içerisindeydi. Hazırladığımız dilekçenin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini bilmekle birlikte ümidimizi de yitirmek istemiyorduk. Bir arkadaş, çay içsinler diye ocak, demlik, çay, şeker getirmiş; sanki çay içebilecek halimiz varmış gibi. Ama bolca sigara getirmişti. O işe yaradı. Saatler ilerledikçe anlatılması zor bir tedirginlik yaşıyorduk. Birbirimizle bir şey de konuşamıyorduk. Bir kulağımız telefonda, bir kulağımız işhanı giriş kapısında, ha geldiler ha gelecekler tedirginliği içerisindeydik. Sokağa çıkma yasağı olduğu için çevrede hiçbir hareket veya ses yoktu. Ara sıra askeri araçların sesleri geliyordu. Bekliyorduk. Mehdi daha önce Necdet Adalı’nın infazında bulunduğu için bize birtakım şeyler anlatmaya, gözlemlerini aktarmaya yönelik bazı laflar ediyor, yol gösteriyordu. Ama anlayabilecek hal kimde vardı ki? Saat 02.00 sıralarında büroya gelen sivillerle birlikte Ankara Kapalı Cezaevi’ne doğru yola çıktık. Her 1520 metrede bir tam teçhizatlı nöbetçi asker vardı. Yolun iki tarafı da aynıydı. Cezaevine yaklaştıkça askeri araçlar da çoğalıyordu.Yollardaki nöbetçilerin dışında askeri araçlar da askerlerle doluydu. Sokağa çıkma yasağı var ve askerler dışında hiçbir canlı görünmüyordu ortalıkta. Pis ve soğuk bir hava içimize işliyordu. H ‘Bir mahkumu tüple yaktılar’ BEK R ŞAH N O gece asılacaktı pıldı. Bu başvuru da reddedildi. 21 Kasım 1980 günü Nihat Toktay ile birlikte infaz savcılığına, infazda hazır bulunmayı isteyen dilekçemizi verdik. Erdal, özellikle infazda GAZİANTEP 12 Eylül 1980 askeri darbesini yaşayanlar, o günlerin izlerini hayatlarından silemiyor. Darbe döneminde 8 yıl hapis yatan Mustafa Kaplan, “Bir mahkumu eşini getirip tecavüz etmekle tehdit ettiler, diğerini tüple yaktılar. Yaşadıklarımı, gördüklerimi unutmam mümkün değil. İnanıyorum ki 12 Eylül’ün bütün uygulayıcıları bugün vicdan azabı çekiyordur” dedi. Eyüp Alaparmak ise “Acılar ve zorluklar yaşamış olsam da idealimiz vardı; halkların özgürlüğü, ülkenin bağımsızlığı uğruna mücadele verdik. Bunlar uğruna pişmanlık değil, ancak onur duyarım” dedi. Bolu Üniversitesi İdare Bilimler Fakültesi mezunu Mustafa Kaplan, 1979’da tutuklanarak 8 yıl hapis yattı. Sorgu sürecinde her türlü işkenceyi yaşadıklarını belirten Kaplan, “Sol kolum halen o günkü işkencelerden dolayı özürlü. Partizan Davası’nın ileri gelenlerinden Gâvur Ali lakaplı mahkuma, ‘Konuşmazsan karını getirip gözünün önünde tecavüz ederiz’ tehdidinde bulundular. Nizipli sabun işçisi, PKK’den alınan Sait Ateş isimli mahkumu da aynı şekilde tehdit ettiler. O da karısına sahip bile çıkmayarak ‘Bu benim karım değil’ dedi. Piknik tüpünün üzerine kafasını koyup yakarak öldürdüler. Bunları nasıl unutabiliriz?” dedi. ‘Onur duyuyorum’ Gaziantep’te 12 Mart muhtırasını protesto etmek isterken gözaltına alınan ve 9 yıl hapis yatan Eyüp Alaparmak ise siyasi yaşamına CHP’de devam ediyor. Alaparmak, “Malatya E Tipi Cezaevi’ne yıldırma amaçlı olarak solcuları öldüren sağ görüşlü mahkumlar ile solcular aynı koğuşa konulmaya başladı. Ve bu durum zaman zaman çatışmalara yol açıyordu. Buna karşı solcular olarak direndik ve sonra bu uygulamadan vazgeçildi. Cezaevinden çıktım ve 15 günlük iznim bile kullandırılmadan hemen askere gönderildim. Döndüğümde arkadaşlarımın benden uzaklaşması beni çok üzdü” dedi. AKP’nin darbeyle hesaplaşma söylemine inanmadığını belirten Alaparmak, “12 Mart ve 12 Eylül darbeleri ile idam edilenler, mağdur olanların hak gaspına uğrayanların mağduriyeti iade edilmedikçe darbeciler ile hesaplaşılmış olunmayacaktır. Acılar ve zorluklar yaşamış olsam da idealimiz vardı; halkların özgürlüğü, ülkenin bağımsızlığı uğruna mücadele verdik. Bunlar uğruna pişmanlık değil, ancak onur duyarım” diye konuştu. Apış arasındaki anne mektubu C ezaevinin yan tarafında bir askeri kantine alındık. Üzerimiz defalarca ve çok işgüzar bir biçimde arandı. Bir köşeye oturtulmuş ve etrafı onlarca silahlı asker tarafından sarılı olarak, epeyce bekletildikten sonra, yeniden inceden inceye kimlik kontrolü yapılarak ve üzerimiz aranarak Ulucanlar Kapalı Cezaevi’nin müdür odasına alındık. Giriş kısmındaki küçük meydanda darağacı kurulmuştu. Müdürün odasında kararı veren askeri hâkimlerden Binbaşı İlhami Uğur Yılmaz, Ankara savcısı, infaz savcısı, cezaevi savcısı, biri general olmak üzere subaylar, güvenlik görevlisi subaylar ve askerler, cezaevi müdürü, gardiyanlar ve biz iki avukat varız. Bu arada, infazın durdurulmasına ilişkin dilekçemizi infaz savcısı her nedense bir türlü almak istemedi. Gecenin üçünde “Götürün bu dilekçeyi konseye verin... Bizi ilgilendirmez... Yetkimiz yok...” diyerek geri çevirdi. “Bizi konsey ile görüştür. Bu dilekçemizi ulaştırmamızı sağla ve bu işlemleri yapıncaya kadar da infazı erteleyiniz” yanıtım karşısında dilekçeyi almakla yetindi. Erdal’ı getirdiler. “Avukatımla özel görüşmek istiyorum” dedi. İnfaz savcısı bunun mümkün olamayacağını söyledi. Halbuki idam mahkumunun son isteği, yerleşmiş bir uygulama ile kabul edilir, edilmedi. Erdal’a yeniden bir isteğinin olup olmadığı soruldu. Annesi ve babasına mektup yazdığını, avukatlarına vermek istediğini söyledi. Çocuk, tıpkı canını olduğu gibi onu da elinden alırlar diye apış arasına saklamıştı. Utana sıkıla arkasını döndü, apış arasından mektubu çıkardı. İnfaz savcısı, mektubu “Biz ailene veririz” diyerek aldı. Babasına hitaben yazılmış bir mektuptu. Erdal, sigara istedi. Verdim. Yaktım. Son derece sakin bir şekilde mektup yazmak istediğini söyledi. İzin verildi. Oturdu, sigarası bitinceye kadar bir mektup daha yazdı. Yetkililer onu da aldılar. Daha sonra ailesine teslim edilecek özel eşya ve paralarını vermek istedi. Onları da “Biz veririz” diyerek yetkililer aldılar. Erdal’ın, o an, “Gerçekten verir misiniz?” diye savcıya bir soruşu vardı ki, unutabilmek olası değil. Gerekli formalitelere başlandı. Karar özeti okundu. İdam gömleği giydirildi. Karar özeti göğsüne asıldı. Elleri bağlanacağı sırada “Ellerimi bağlamayın, vücuduma değmeyin” diye itiraz etti. Bağlama konusunda ısrarlı olununca avukatlarına dönerek “Usul böyle mi?” diye sordu. Bu arada doktor, benim kulağıma, Erdal’ın ellerinin bağlanmaması halinde ipte çok acı çekeceğini fısıldamıştı. Erdal’a, “Ellerinin bağlanması gerekiyormuş” dedim. “Öyle mi?” dedi ve ellerini bağlattı. Aksoy’dan dilekçe Dövülüp dağa atıldığımla kalmıştım. Bir de elimdeki dönemin Ankara Baro Başkanı Muammer Aksoy’un 13 Mayıs 1981’de Emniyet Genel Müdürlüğü’ne yazdığı dilekçe ile: “Savunma hakkının ne denli kutsal bir temel hak olduğunu takdir buyurursunuz. Müdafiin (avukatın) bu görevi rahatça ve kalp huzuruyla yerine getiremediği bir toplumda, bütün vatandaşların güvenlikleri tehlikeye girer. Avukat arkadaşlarımızın gördüğü hizmetin bir kamu hizmeti olduğu yasada da açıkça belirtilmiştir. Bir şahıs hangi suçla itham edilirse edilsin, bunu bir avukat savunacağı gibi, herhangi bir haksızlığa uğrayan kişi de, bu haksızlık kimin tarafından yapılırsa yapılsın, yine bir avukatın yardımıyla hakkını arayacaktır. Çok üzülerek öğrenmiş bulunuyoruz ki, baromuzda kayıtlı Avukat İsmail Sami Çakmak, ilişik dilekçelerinden ve hekim raporlarından da anlaşılacağı üzere, mesleksel görevini yerine getirmesinden ötürü, aklın alamıyacağı bir saldırıya uğramıştır. Saldırganların saptanmasında göstereceğiniz çabadan dolayı, baromuz ve tüm Türk avukatları ve onların yardımıyla kişisel güvenliklerini teminat altına alan Türk vatandaşları size minnettar kalacaktır. Yakın ilginizi istirham eder, saygılarımı sunarım.” Bu dilekçeye de yanıt verilmedi, doğal olarak. Yaklaşık 10 yıl sonra da o dilekçede imzası olan Muammer Aksoy öldürüldü. BURSA’DA OLAYLAR ÇIKTI 12 Eylül protestosunda arbede LEVENT GENCELL Merdiven altında ağlayan yüzbaşı içbir heyecan, korku, ikircik göstermeden sehpaya yürüdü. Durdu. “Kahrolsun faşist diktatörlük Yaşasın Türkiye Devrimci Komünist Partisi!” diyerek tok bir sesle bağırdı. İp kolayca geçsin diye boynunu ipe kendisi uzattı ve bir anda bastığı tabureyi tekmeledi. “Kırt” diye bir ses duydum... Biraz önce yiğitçe haykıran vücut boş bir torba gibi sallanmaya başladı. Ve kararı veren mahkemenin hâkimi ortada yoktu. Nihat, “Nerede hâkim?” diye haykırdı. H Koştuk. İleride, başını iki eli arasına almış düşünen yargıcı “Gel... Gel de seyret...” ve şimdi anımsayamadığım kimi sözler de söyleyerek adeta sürüklercesine sehpanın önüne getirdik. Seyretti! İnfaz sırasında yüzünde pişmanlık olmayan tek kişi, sanırım cellattı. Soruşturma, yargılama, karar gibi sürecin hiçbirinde dahli yoktu çünkü. Merdiven altında ağlayan iriyarı bir yüzbaşı da kolay kolay unutulacak gibi değildi. “Bunun hesabını nasıl verecek bu yönetim?” diye söyleniyordu çevredekilerin de işitebileceği yüksek bir sesle. Ben duydum. Nihat da duymuş. Sonradan öğrendik. Erdal’ı idama getirirken dövmüşlerdi. Erdal, infaz öncesi kendisine “dini telkinimam” isteyip istemediği sorulduğunda, son derece vakur; “Halkımın dini inançlarına son derece saygılıyım. Ancak imam ve dini telkin istemiyorum” demişti. 03.00’e yedi dakika kala ip boynuna geçmişti. 03.00’ü 10 geçe dışarı çıkarılıp yeniden aynı taksiye bindirilerek büromuza doğru yola çıktık. Gelirken Nihat ile sadece bakışmış ve birbirimize hiçbir söz söyleyememiştik. Dönerken de öyle oldu. BURSA Bursa’da 12 Eylül askeri darbesini protesto etmek isteyen bir grubun aralarında yaptığı yürüyüş sırasında olaylar çıktı. BDP, ÖDP ve KESK’in de aralarında bulunduğu siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşlarının 12 Eylül 1980 darbesini protesto yürüyüşü Fomara Meydanı’ndan başladı. Fevzi Çakmak Caddesi’nden Kent Meydanı’na doğru yürüyen 300 kişilik grubu, ara sokaklardan çıkan 3040 kişilik gruplar protesto etti. Karşılıklı slogan atan gruplar arasında taşlı sopalı kavgaya çevik kuvvet ekipleri müdahale etti. Fevzi Çakmak Caddesi’nin karşılıklı kaldırımlarını kullanarak Kent Meydanı’na ulaşan grupların kavgasını önlemek için polis zaman zaman biber gazı kullandı. 12 Eylül 1980 darbesini protesto eden grup basın açıklaması yaparken, karşı grup protesto gösterisini sürdürdü. Basın açıklamasının okunmasından dağılmayan grupla karşı grup arasında taşlı kavga yeniden başladı. Çevik kuvvet ekipleri iki grubun arasında set çekerek önlem aldı. Y A R I N : 12 E Y L Ü L S Ü R Ü Y O R C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle