19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
7 AĞUSTOS 2011 PAZAR CUMHUR YET SAYFA [email protected] KÜLTÜR 17 Eflatun’un mağara zinciri MEHMET BASUTÇU 64. Locarno Film Festivali’nde iki Altın Leopar adayından izlenimler... LOCARNO Geçen yıl Locarno Film Festivali’nin açılış gecesinde sanat sineması onurlandırılmıştı. Bu kez tersi oldu. Geçen yaz, Fransız yönetmen Benoit Jacquot, her ne kadar altyapısı polisiye türünde bir öykü anlatsa da, biçimiyle yaratıcı sinemasının sınırlarını genişletmeyi başarırken, festivalin yeni genç yöneticisi Olivier Père’in rotayı sanat sinemasına daha yakın bir çizgiye oturttuğunun habercisiydi. Bu yıl, Piazza Grande’deki açılışta Steven Spielberg’in yapımcılığında kotarılmış, düzeyli bir Hollywood sineması örneği olan “Super 8” izlendi. “Star Trek”ten (2009) tanıdığımız genç yönetmen J.J. Abrams, görselliği ön plana çıkardığı gerilimli hoş bir bilimkurgu filmi olan “Super 8” ile 8 bin seyirciye hoş anlar yaşatmanın ötesine geçemiyordu. 1979 yılında, Three Miles Island nükleer santralı kazasının yarattığı tedriginlik ortamında, küçük kameralarıyla bir film çekmeye soyunan yaramaz ortaokul öğrencileri, Amerikan ordusunun, uzaydan gelen bir Mike Cahill, “Başka Bir Dünya” filminin kahramanlarını, klasik bir göndermeyle, Eflatun’un mağarasından çıkarıp gerçekle yüzleştiriyor. Danielle Arbid’in “Beyrut Hotel”i ise Ortadoğu gerçeğinin daha da karanlık dehlizlere açılabilecek bir labirent olduğunu anımsatıyor. Yönetmen Mike Cahill filmin başrol oyuncusu Brit Marling ile Locarno’da. canavarı etkisiz hale getirme amacıyla gizlice yürüttüğü bir operasyona rastlantı sonucu tanık olurlar... Bütün bu gizem ve şiddetin gerisinde, insan doğasının hastalıklı eğilimleri yatmaktadır... Ardından, bu dünyadaki baş düşmanının, aslında kendi korkularının, suçluluk duygusunun ve içinde çöreklenmiş ikinci ben olduğunu duyumsayan bir genç kızın öyküsünü izledik. İlk uzun filmi olan “Başka Bir Dünya” (Another Earth) ile Altın Leopar adayları arasında yer alan Amerikalı genç yönetmen Mike Ca hill (1979), içkili otomobil kullanırken yaptığı kazada iki insanın ölümüne yol açan üniversite öğrencisi Rhoda’nın bunalımlarını, suçluluk duygusundan kurtulma girişimlerini duyarlı, iddiasız bir dille anlatıyor. Filmin kahramanları, klasik bir göndermeyle, Eflatun’un mağara sından çıkıp gölgelerin dışındaki gerçeği görmek istediklerini dile getiriyorlar. Ancak yerküre dediğimiz bu mağarayı, uzayın yerçekimsizliğinde dışardan gözlemlerken bile, aslında kendilerini çok daha gizemli ve karanlık başka bir mağaranın içinde bulacaklarını için için duyumsamaktalar... Dehlizlerin sonundaki ışık, çizgileri belki biraz daha az belirgin yeni gölgelere açılmayacak mıdır? Eflatun’un mağarası, sonsuz bir mağaralar zinciri değil midir? Portekizli yapımcı Paulo Branco’nun başkanlığındaki jürinin belirleyeceği Altın Leopar’ın çok daha gerçekçi bir başka adayı, Fransa’da yaşayan Lübnanlı Danielle Arbid (1970), üçüncü filmi olan “Beyrut Hotel” ile kamerasını günümüz Lübnan’ının alacakaranlık mağarasına çeviriyor. “Beyrut Hotel”, televizyon dizilerine yakın diliyle göz dolduramasa da, genelde Ortadoğu, özelde de Lübnan gerçeğinin her an daha da karanlık dehlizlere açılabilecek bir labirent olduğunu anımsatıyor. Eflatun’un mağara zincirinde zaman zaman geri adım atmak da, ne yazık ki çok kolay... Kurgudan gerçeğe slami punk Kültür Servisi İslami punk, muhalif Müslümanlar için bir zamanlar romanlara konu olan bir fikir, bir kurguydu yalnızca. Ancak dünya çapında dolaşıma giren albümler ve filmler bu fikrin pekâlâ hayata geçebileceğini ortaya koydu. “Arap Baharı” dalgasıyla iyice görünür olan muhalif Müslüman gençlerin özellikle Batı’da kimliklerini, var oluşlarını anlatan bir film, geçen yıl Amerika’da izleyiciyle buluştu ve şimdi de 12 Ağustos’ta İngiltere’de gösterime girecek olan “The Taqwacores” bunun en iyi örneklerinden. Radikal bir Müslüman olan Michael Muhammad Knight’ın kitabından sinemaya uyarlanan filmde, bir İslami punk topluluğunun hikâyesini konu ediliyor. Müslüman muhalif gençler ve aralarındaki eşcinseller için bir tür manifesto değerindeki kitabın film versiyonunda Yusuf adlı Müslüman bir çocuğun New York’taki İslamcı cemaatinin içinde radikalleşerek punk rock’a uzanan hikâyesi anlatılıyor. Filmin özneleri arasında kırmızı Mohikan saçlarıyla sabah ezanını elektronik gitarla seslendiren bir müzisyen, kısa etekli ve makyajlı bir eşcinsel, burkalı bir feminist de var. Amerika’da gösterime girdiğinde farklı eleştiriler, tepkiler almış olsa da, Hollywood Reporter gazetesi filmin orijinalliğini kabul ederek Müsl ü m a n punkçıların gerçek yaşamını konu aldığını vurgulamıştı. Boston’dan “The Kominas” topluluğu, tamamı kadınlardan oluşan Torontolu “Secret Trial Five” topluluğu, Şikago’dan “Al Thawra” ve Pakistan ve Endonezya’dan dahi topluluklar gibi gerçek İslami punk topluluklarından esinlenilerek oluşturulan filmin bir öncülü de 2009’da bu toplulukları anlatan “Taqwacore: The Birth of Punk Islam” (İslami Punk’ın Doğuşu) adlı belgesel. ‘Maymunlar CehennemiBaşlangıç’, efsanevi ilk filmin ardından ünlü serinin en başarılı yapımı nsan hayvanlaşırsa maymun insanlaşır Maymundan geldiysek şayet, ırkımızın gözü atalarımıza işkence edecek denli dönmüş demektir, işte “Maymunlar Cehennemi: Başlangıç” filminin sloganı tam bir isabet kaydediyor, çünkü “evrim, devrime dönüşüyor”. ALPER TURGUT Sol yumruğu havada bir şempanze, insanlıktan çıkanların onlara laboratuvarlarda, barınaklarda, hayvanat bahçelerinde yaşattığı zulme isyan ediyor, zeki, kararlı, kocaman yürekli ve evine (ormana) dönmeye hazır. Evet, o gerçek bir lider, peşinde şempanzeler, orangutanlar ve goriller… Maymundan geldiysek şayet, ırkımızın gözü atalarımıza işkence edecek denli dönmüş demektir, işte “Maymunlar Cehennemi: Başlangıç” filminin sloganı tam bir isabet kaydediyor, çünkü “evrim, devrime dönüşüyor”. “Maymunlar Cehennemi”, 19681973 arasında gösterime sokulan beş filmlik kült bir bilimkurgu serisi. Özellikle ilk film “Maymunlar Cehennemi”, “Kwai Köprüsü”nü de yazan Fransız romancı Pierre Boulle’un 1963 tarihli eserinden uyarlanmıştı; Franklin Schaffner’in yönettiği yapım, müthiş ve unutulmaz bir fikirdi, haliyle sinemaseverleri şaşkın bir halde bırakmayı da başarmıştı. Ardından gelen serinin devam filmleri ilk filmin gölgesinde kalmıştı. Süper zeki maymunların öyküsü, bugüne dek üç kez de TV’ye uyarlandı, bunun dışında 2001’de ünlü yönetmen Tim Burton, ilk filmi, “Maymunlar Gezegeni” adıyla yeniden çevirdi. Burton ustaya yakışmayan bu beyazperde buluşması, bilimkurgu sevdalıları için de büyük bir düş kırıklığı oldu. Kendi adıma, bu hafta dünyanın her yerinde aynı anda gösterime giren “Maymunlar Cehennemi: Başlangıç”, efsanevi ilk filmin ardından en başarılı bulduğum yapım oldu. Film öncelikle teknolojinin nimetlerinden çokça yararlanıyor. “Avatar” ve “Yüzüklerin Efendisi” ile rüştünü ispatlayan görsel efektçi Weta Digital harika bir işe imza atmış. Seriyi bozmayan, aksine taşları yerine sağlam bir şekilde oturtan bir film bu; üstelik aksiyon dozunda, karakterler iyi örülmüş ve duygu bağı hiç kopmuyor. Başroldeki maymun Sezar’ın gözünden bakıyor film, bu inandırıcılığı sarsmadığı gibi, bir süre sonra doğanın canına okuyan, bitkileri ve hayvanları yok sayan, dünyayı salt kendi tekelinde sanan İnsan Cenneti’ne lanet okuyup, Maymunlar Cehennemi’ni anlamaya başlıyorsunuz. Filmin belli başlı rollerini James Franco, Freida Pinto, John Lithgow, Andy Serkis sırtlıyorlar. Yönetmen koltuğunda ise vasat “The Escapist” dışında uzun metraj kurgusal deneyimi olmayan Rupert Wyatt oturuyor. Günümüz San Francisco’sunda geçen hikâyede genetik mühendislerinin, maymunların beyinlerini geliştirmek için yaptıkları deneyler sonucunda maymunların zekâlarının gelişmesi ve insan ırkının kötü yönlerine de maruz kalmaları sonucu insanlar üzerinde üstünlük kurmak için açtıkları savaş konu alınıyor. Sonuçta ortaya çıkan bu virüs maymunları konuştururken insanlarda ters tepiyor, ırkımız yok olmaya doğru savruluyor. L a d y G a g a ’ ya ç a l ı n t ı ş a r kı s u ç l a m a s ı Kültür Servisi Amerikalı söz yazarı ve şarkıcı Rebecca Francescatti, ünlü şarkıcı Lady Gaga’yı kendisine ait bir şarkıyı kopyalamakla suçluyor. Francescatti, Lady Gaga’nın son albümü “Born This Way”deki “Judas” adlı parçasının, kendisinin ilk kez 1999’da kaydettiği “Juda” adlı şarkısından kopyalandığını ileri sürdü. Bu şarkıyı 2005’te çıkan albümü “It’s All About You”da yeniden kaydettiğini belirten Francescatti, Lady Gaga’nın şarkısında, 2005’teki bu kayıttan temel kısımların alındığını iddia etti. Açılan davada, Lady Gaga’nın albümünün gelirinden pay ile tazminat talep edilecek. Binalar nasıl okunur? Kültür Servisi “Binalar Nasıl Okunur? / Resimli Bina Okuma Rehberi” kitabı YapıEndüstri Merkezi’nin yayıncılık faaliyetlerini yürüten YEM Yayın’dan çıktı. Kitapta, mimari üslupların, bina türlerinin, belirli tasarım yaklaşımları içinde biçimlenen yapı öğeleri ve malzemelerin oluşumu ve tarihsel gelişimi hakkında ipuçları veriliyor. Her bölümde belirli bir yapı öğesi ele alınarak farklı coğrafyalardan örneklerle, tarih boyunca geçirdiği dönüşümlerin izi sürülüyor. Viya Peyote sahnesinde Kültür Servisi Müziklerinde folk, caz, rock tınılarını harmanlayan ve özellikle doğaçlamaya önem veren “Viya” 10 Ağustos saat 23.00’te Beyoğlu Peyote’de konser verecek. Lazcada “vücut sörfü” anlamına gelen Viya; Zeynep Türkmen (Keman), Barış Demirel (Trampet Vokal), Özgür Çakır (Gitar), Aydın Türkoğlu (Bas Gitar) ve Ege Türkmenler’den (Perküsyon) oluşuyor. www.viyaband.com C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle