27 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 7 AĞUSTOS 2011 PAZAR [email protected] 16 KÜLTÜR Doğan Kitap, yarın yazarın yeni romanına yöneltilen iddialara ilişkin bir açıklama yapacak Elif Şafak suskunluğunu koruyor Kültür Servisi Piyasaya çıkar çıkmaz 200 bin satan yeni romanı “İskender”de intihal yapmakla suçlanan Elif Şafak’ın kitabının yayınevi Doğan Kitap konuyla ilgili yarın bir açıklama yapacak. Elif Şafak ise sessizliğini koruyor. Elif Şafak’ın “İskender”de İngiliz yazar Zadie Smith’in “İnci Gibi Dişler” romanından intihal yaptığı iddiası Fikir Mahsülleri Ofisi adlı blog sitesinde yayınlanan “Elif Şafak’ın yeni romanı biraz fazla ‘tanıdık’” başlıklı yazıyla gündeme gelmiş, yazıda iki romanın karakterleri ile yan karakterlerin, hatta her iki hikâyenin de çözülme bölümünün neredeyse aynı olduğu öne sürülmüştü. Ülkesinde, 2000 yılında yayınlanır yayınlanmaz en çok satan kitapların arasına giren ve yazarına pek çok ödül kazandıran “İnci Gibi Dişler”in çevirmeni Mefkure Bayatlı ise Vatan gazetesine yaptığı açıklamada “Zadie’nin kitabını şablon olarak almış, ama buna intihal denir” demişti. Bayatlı, intihal suçlamasını şöyle dile getirmişti: “Bu kadarı tesadüf olamaz. Şafak, Zadie’nin kitabını şablon olarak örnek almış, aileyi Türk yaparak bir kitap yazmış. Konuyu basitleştirmiş. Özellikle pencere hikâyesindeki benzerliği aklım almıyor. On tane öyle paralel hikâye yazılabilirdi ama pencere hikâyesi paralel bile olmamış. Buna intihal denir. Uyarlama gibi bir şey olmuş. Esinlenmeyi aşmış. Hiç şaşırmadım. Dünya edebiyatını bir tek onlar takip ediyor, kimse bilmiyor diye düşünüyorlar. Ama Türkiye’de edebiyattaki başka kitaplardan etkilenmeleri, yapılan intihalleri araştıran ve bilen insanlar var.” Bach Che İki gündür Hatice Tuncer’in haberlerini, sanık Şinal’ın itiraflarını okuyorum… Bir yandan ya söylediği gibi molotofkokteyli değil de bomba olsaydı, acaba kim ölürdü kim kalırdı; insan yaşamı nasıl da pamuk ipliğine bağlı diye dalıp gidiyorum… Öte yandan, “Hay Allah, ben de Cumhuriyet’i bombalayan örgüt elebaşısı İlhan Selçuk ya da Mustafa Balbay sanıyordum…” diye bir yazı yazma dürtüsüyle yanıp tutuşuyorum… Sonra bundan vazgeçip en iyisi dün izlediğim “Maymunlar Cehennemi” filminde maymunlarla polisler arasındaki savaşta niçin deliler gibi maymunların kazanmasını istediğimi açıklayayım diyorum… İnsanoğlunun hoyratlığı, zulmü, kötülüğü ve saldırganlığı karşısında, yüreğimin maymunlarla atışını anlatmalıyım. (Beni bu sıcak havalar değilse de, “hep mazlumdan yana olma” mahvedecek!) Yok en iyisi ben bu pazar, üç gün önce Ferai Tınç’ın gazetecilikten ayrılışıyla ilgili yazdığım “Hüzün ve Utanç” yazım üzerine aldığım tepkileri paylaşayım… İşte bu yukarıdaki düşüncelerle masa başına oturdum. Ama bir de baktım, başlık yerine “Bach” tire “Che” yazmışım… Bach: 200 yıl boyunca sayısız müzisyen ve besteci yetiştirmiş ailenin soyadı. Fırıncılık, değirmencilik, çiftçilikten gelip nicesini (Carl P. Emanuel, Johann Cristian, J. Cristoph, J. Friedrich, J. Michael vb.) dünya kültür mirasına armağan etmiş bir aile. Ama sadece Bach dendi mi, akla en yücesi Johann Sebastian Bach gelir. Che ise ne denli tüketim aracına dönüştürülüp sömürülse de, hâlâ birçoğumuz için hiç bitmeyecek devrimin simgesi, gençlik ateşi ve daha güzel, daha adil, sömürüsüz bir dünya umudu! Bach ve Che (Okunuşu “BahÇe”) nasıl mı bir araya geldi? İki sözcüğü bir araya ben değil, çok sevdiğim ve saygı duyduğum Fazıl Say getirmişti. İstanbul’un göbeğindeki evinin bahçesine bu adı vermişti! Ancak şimdi beni “BachChe”ye kenetleyen, Fazıl da değil. Yine çok sevdiğim ve saydığım bir başka dostum, Kadir Dursun! Birkaç yıl önce zatürree geçirdiğimden beri Kadir Dursun, bana dut pekmezi yolluyor ve o sayede ben de bomba gibi sağlıklı yaşıyorum! Kadir Dursun, Fazıl Say’ın Türkiye’deki menajeri. Adıyaman’ın Tut ilçesinden. Fazıl Say’la yolları bir kesişmiş, sonra bir daha ayrılmamış! Kadir Dursun’un yeteneği, organizasyon gücü, sorun çözme becerisi müthiş! (Onu o Anadolu kent ve kasabalarındaki okullara gittiği turnede görmeliydiniz! Tam bir ateş parçası…) Ancak bunların ötesinde önemli olan, açık yürekliliği, dostluğu, alçakgönüllülüğü ve kişiliği. Benim “Anadolu bilgeliği” diye nitelediğim türden… Onu dinliyorum: “Tut ilçesi; Adıyaman’a 100 km. uzaklıkta yeşillikler içinde, aydın ve çağdaş insanların yaşadığı, 5 bin nüfuslu şirin bir ilçedir. İlçede dut yetiştiriciliği çok yaygındır. Bizde ‘dut’a ‘tut’ denir. İlçe ismini buradan almıştır.” Kadir, ilçesinin kültür, sanat ve eğitim konusunda daha da gelişebilmesi için her türlü desteği yıllardır verdi, veriyor. Bunun yanı sıra, dört yıl önce Tut’ta bir de dut bahçesi kurdu. İsmini de Fazıl’ın İstanbul’daki evinin bahçesinin adı olan “BachChe” koydu. Bu isme de “BachChe Tarım Ürünleri” olarak patent aldı. Harika bir “tut bahçesi”, pardon “dut bahçesi” olduğunu söylüyor. Organik dut yetiştiriciliği yapılıyor. Katkı maddesi yok, sadece güneş ışığı… Artık patenti de var, nereden alabilirim diye soruyorum. Boşuna heveslenmişim! Ancak on yılda en iyi ürün alınırmış. Yani bir beş yıl daha beklememiz gerek. İnsanın “hobi merak” diye başlayan bir tutkusu olması ne güzel… Üretimi, doğa, müzik ve devrim çağrışımıyla bütünlemek daha da güzel! Nice “BachChe”lere / “Bahçelere” diyeyim… 8. HOPAKEMALPAŞA FEST VAL Metin Lokumcu anısına hep birlikte horona Kültür Servisi Halkevleri’nin düzenlediği Hopa Kemalpaşa Halk Festivali bu yıl Hopa’daki HES protestosu sırasında çıkan olaylarda yaşamını yitiren Metin Lokumcu anısına yapılıyor. 12, 13, 14 Ağustos tarihlerinde gerçekleşecek festivalde termik, nükleer, hidroelektrik santrallara karşı doğayı ve yaşamı savunanlar buluşacak. Festivalin ilk günü Leman Sam, Vedat Yıldırım, Özcan Yurdalan “Yaşamı Savunan Sanat” başlığıyla yapılacak bir söyleşide buluşacaklar. Ardından Bajar grubu ve Bayar Şahin sahnede olacak. İkinci gün ise “Yaşamı ve Doğayı Savunanlar Metin Lokumcu Anısına Buluşuyor” başlığıyla söyleşiler düzenlenecek. Aynı gün Kazım Koyuncu Kültür Merkezi Gönüllüleri, Umut Hamzaoğlu ve Marsis konser verecek. Festivalin üçüncü gününde ise “AKP ve Rejimin Dönüşümü: Bizi Neler Bekliyor” söyleşisinin ardından Yusuf Aydın ve İlkay konser verecek. Fotoğraf atölyelerinin yanı sıra festival boyunca gazeteci Ahmet Şık’ın fotoğraflarından oluşan “Ben Tanığım” isimli sergi de yer alacak. Festival son gününde Metin Lokumcu anısına düzenlenen “Horon Direniştir” etkinliği ile son bulacak. Ün getiren hırsızlık Kültür Servisi Bundan tam 100 yıl önce, 21 Ağustos 1911’de, Leonardo da Vinci’nin “Mona Lisa” ya da “La Gioconda” adlı tablosu Louvre Müzesi’nden çalınmıştı. İtalyan ressam ve dekoratör Vincenzo Perruggia, 21 Ağustos 1911 günü, Louvre Müzesi’nde bütün gece saklandığı dolaptan dışarı süzülmüş, “Mona Lisa”yı çerçevesinden çıkarıp kimseye görünmeden müzeden ayrılmıştı. Leonardo’nun, bir ipek tüccarının karısının portresi olduğu sanılan bu başyapıtının ortadan kaybolduğunu 24 saat boyunca hiç kimse fark etmedi. Müze bakıma girmiş olduğu için, herkes tablonun fotoğrafı çekilmek ya da temizlenmek üzere kaldırıldığını sanmıştı. The Guardian gazetesinden Laura Cumming, bu hırsızlığın, “Mona Lisa”yı dünya çapında üne kavuşturduğunu ileri sürüyor. Fransız polisi, hırsızlığın hemen ardından, tablonun 6 bin 500 fotoğrafını Paris sokaklarında dağıtmış. Avrupa’nın tüm önemli gazeteleri, resmin röprodüksiyonunu da basarak hırsızlık haberine geniş yer ayırmış. Tabloya ilişkin sayısız “hikâye” yayımlanmış gazetelerde; Leonardo’nun, portresini yaptığı kadına âşık olduğu bile ileri sürülmüş. Böylece, o güne kadar ‘Mona Lisa’ bundan tam 100 yıl önce Louvre Müzesi’nden çalınmıştı ‘Mona Lisa’, 1911’de Louvre’dan çalınınca, polis 6 bin 500 fotoğrafını Paris sokaklarında dağıttı. Avrupa’nın önde gelen gazeteleri resmin röprodüksiyonunu basarak hırsızlığa geniş yer ayırdı. Tabloya ilişkin sayısız “hikâye” yayımlandı. Çok geçmeden, o güne kadar tablodan haberi bile olmayan milyonlarca insan “Mona Lisa uzmanı” oldu çıktı. “Mona Lisa”nın adını bile duymamış, Louvre’a gidip tabloyu görme olanağını hiçbir zaman bulamayacak milyonlarca insan, Leonardo’nun çalınan yapıtı konusunda “uzman kesilecek” kadar bilgi sahibi olmuş. Bu arada, hırsızlıkla ilgili sayısız söylenti çıkmış. Kimileri, Picasso’dan kuşkulanacak kadar ileri gitmişler. Şair Apollinaire bile sorguya çekilmiş. Bazıları resmin İsviçre ya da Arjantin’de olduğunu ileri sürmüşler. Bazıları da, ünlü bir sanat koleksiyoncusu olan ABD’li banker ve sanayici J. P. Morgan’ın konağının duvarını süslediğini… Ne var ki, aradan geçen iki yıla yakın süre boyunca “Mona Lisa” Paris’ten hiç ayrılmamış. Ta ki, tabloyu çalan Vincenzo Perruggia, 1913 Aralık’ında sanat taciri Alfred Geri ile buluşmak üzere Floransa’ya gidinceye kadar. Satılması nerdeyse olanaksız “rehine”yi nakit karşılığında elinden çıkarmak için… Geri ile Albergo Tripoli Oteli’nde buluşmuşlar. Geri, yanında, Uffizi Galerisi’nin müdürünü de getirmiş. “Mona Lisa”, Perruggia’nın getirdiği sandığın gizli bölmesinden çıkarılmış. Ve Geri ile Uffizi’nin müdürü tablonun gerçek olduğunu belirler belirlemez polise haber vermişler. Bu tarihsel olayın gerçekleştiği Albergo Tripoli Oteli’nin adının çok geçmeden Hotel La Gioconda olarak değiştirildiğini söylemek bile gereksiz. Sonradan, Perruggia’nın, “Mona Lisa”yı ilk başta bir dolaba koyduğu, daha sonra mutfaktaki sobanın altına sakladığı, sonunda da bir sandığın gizli bölmesine yerleştirdiği anlaşılmış. Bir süre şöminenin üstüne tablonun bir kartpostalını iliştirmiş. Geri’ye yazdığı mektubu ise “Leonardo Vincenzo” diye imzalamış. Perruggia, mahkemedeki savunmasında, “Mona Lisa”yı “yurtsever bir amaç uğruna” çaldığını, başyapıtı anayurduna geri getirmek istediğini söylediğinde, İtalyan basını bu savunma karşısında “çok duygulanmış”; hırsızın sözlerine geniş yer ayırmışlar. Ama jüri o kadar etkilenmemiş olacak ki, 1914’te Perruggia’yı 12 ay hapis cezasına çarptırmış. “Mona Lisa” da, İtalya’nın pek çok kentini kapsayan bir “zafer turu” attıktan sonra Louvre Müzesi’ne geri dönmüş. Laura Cumming’e bakılırsa, bugün kurşun geçirmez bir cam mahfazanın içinde on binlerce hayranına gülümseyen “Mona Lisa”, dünya çapındaki ününü bu hırsızlığa borçlu… Ozan Musluoğlu 40th Day / Equinox Music Basçı Ozan Musluoğlu, caz camiasının genç nüfusu içinde en göze çarpan, kulağa çalan isimlerinden. Kalabalığın ön sırasını teşkil eden görüntüsünde, en önemli karşılık üretkenliği. 2.5 yıl önce çıkardığı ilk albüm “Coincidence”, iyi bir basçı ve eşlikçi, aynı zamanda dikkate şayan derecede romantik bir besteci olduğunu ortaya koymuştu. Genç müzisyenin ikinci albümü “40th Day”, 2009 Şubat’ında kaydedilmiş. Dinleyicisini cazın altmışlı yıllarına davet eden albüme dostluk, vefa, saygı gibi temalar hâkim. Ozan açılıştaki parçayı, Tonton diye hitap ettiği ona ilk bası alan babaannesi Kamuran Cin’in ölümünden bir gün önce onun için yazmış; “Requiem For K.C.”. Albüme adını veren “40th Day” ise yine babaanne için yazılmış, ölümünün 40. gününe istinaden. John Coltrane’in “Giant Steps”ine saygı olarak yazılan ve adı önceleri “John For Coltrane” sonradan “Coincidence” olan, aynı zamanda ilk albümüne de adını veren kompozisyon, nostaljik soloları ve dinamizmiyle ilkindeki gibi albümün önemli parçalarından. Ev sahibinin birinci sınıf konukları trompetçi Jeremy Pelt, saksofoncu JD Allen, piyanist Danny Grissett, davulcu Darrell Green. Yedi orijinal Ozan Musluoğlu kompozisyonu içeren “40th Day”, bir caz müzisyeninin kariyerinde ileriye doğru atılmış bir adımın somut ifadesi. Özellikle geçmişi arkasına alarak kendini duygusal açıdan ifade etme konusunda, ilkine göre daha olgun bir çalışma. [email protected] Brian Eno Rick Holland / Drums Between the Bells / Warp Records En yaratıcı müzik projelerinin Brian Eno’dan gelmesi şaşırtıcı değil. 63 yaşında ama farklı olanı keşif heyecanını hiç yitirmedi. David Byrne ile 2008’de çıkardıkları “Everything That Happens Will Happen Today”, “vokal sample” tekniğini keşfederek çığır açtıkları 1981 tarihli “My Life in the Bush of Ghosts”tan sonra önemli bir albümdü. Şimdi bunun daha ilerisine geçti Eno. 2010’da Jon Hopkins ve Leo Abrahams ile yaptığı “Small Craft on a Milk Sea” adlı albümün ardından, geçen ay Warp’tan İngiliz şair Rick Holland ile gerçekleştirdiği 2. albümü çıktı. Holland’ın şiirleri, 20. yüzyıl AngloAmerikan şiirinde düşünce ve duyguları açık ve özlü imgelerle dile getiren, serbest şiir ölçüsünü benimseyen imgecilik akımından etkilenmiş. Eno’nun romantiklerin karşısında yer alan bu türe ilgi göstermesi sürpriz değil. Bir önceki Warp albümünden sound açısından bir fark yok. Yine elektronik müziğin dehlizlerinde akıp gidiyor; ama alt türler arasında geçişler yaparken bu kez 9 ayrı insan sesiyle “spoken word” tekniği kullanılıyor. Sözlerin şarkı formatında değil, konuşma havasında söylendiği bu teknik, Eno’nun şarkıların odak noktasının vokalist olduğu geleneksel yöntemden bıktığı bir dönemde önemli bir rol üstleniyor. Albüme gösterilen tepkiler karışık. Açık ki, Eno çoğu kişinin aklındaki müzik algısını zorluyor. Deneysel müzikten hoşlanmayanlar için olmadığı kesin. Ama ben, beğenenler grubundayım. Hem heyecan verici hem de dinlemesi keyifli bana göre. www.zulalkalkandelen.com ROMAN KAHRAMANLARI’NIN YENİ SAYISI Ayın kahramanı Goriot Baba Kültür Servisi Üç aylık edebiyat dergisi Roman Kahramanları’nın yedinci sayısı çıktı. Bu sayıda Balzac’ın Rastignac ve Goriot Baba, Adalet Ağaoğlu’nun Aysel, Gonçarov’un Oblomov, Gürsel Korat’ın Stefanos ve Andronikos karakterleri dosya konusu olarak inceleniyor. Ayrıca çizgi roman serisi Watchmen analizi ve yeni bölüm “Ülkeler ve Edebiyatları” serisinin ilki olarak İran Edebiyatı incelemesi dergide yer alıyor. Serbest incelemelerde ise Semiramis Yağcıoğlu’nun “Masumiyet Müzesi” incelemesi, Hulusi Üstün’ün “Çerkez Roman Kahramanı Aziyade” yazısı ve John Fante’nin “Toza Sor” isimli romanının kahramanı Bandini’yi sinema uyarlaması çerçevesinde ele alan Can Lafcı yazısı dergide yer alan konular arasında. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle