19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 23 AĞUSTOS 2011 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER 644 Sayılı KHK ile gelen... Bu müdahale, belediyelerin “özerk yapılarının” güçlendirilmesi gerektiği koşullarda açık bir “yetki” gaspı anlamına gelmektedir. Ve bu düzenleme ile “demokratik yerel yönetim” ve “özerk kamu yönetimi” anlayışının özünü anlayamayan, “otoriter bir yaklaşım” olarak; 150 yılı aşkın bir geçmişi olan belediyeleri var olan seviyelerinin gerisine düşürmektedir. EYÜP MUHCU Mimarlar Odası Genel Başkanı Suriye Nereye? özerk karar alma süreçlerini” göreceli de olsa güçlendirmişti. Pratikte ve daha sonra yapılan düzenlemelerde tam tersi yönde bir tavır geliştirildiğine ve bunun sonucunda “merkezi vesayetin” daha da güçlendirildiğine tanık olunmuştur. Bu kez, “imar ve planlama” alanında 644 Sayılı KHK ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na “vesayet” ilişkisini de aşan müdahalelere olanak sağlanmaktadır. Yapılan düzenlemeye göre; Bakanlar Kurulu kararı ile belediye sınırları dahil olmak üzere belirlenen alanlarda “…iyileştirme, yenileme ve dönüşüm uygulamalarında idarelerce uyulacak usul ve esasları belirlemek, Bakanlar Kurulu’nca belirlenen bu nitelikteki uygulamalar ile finans merkezleri ve benzeri özel proje alanları ve özel yapım gerektiren yapılaşmalar ile 2985 sayılı Toplu Konut Kanunu ve 775 sayılı Gecekondu Kanunu uyarınca Toplu Konut İdaresi Başkanlığı tarafından yapılan uygulamalara ilişkin her tür ve ölçekte etüt, harita, plan, parselasyon planı ve yapı projelerini yapmak, yaptırmak, onaylamak, kamulaştırma, ruhsat ve yapım işlerini gerçekleştirmek, yapı kullanma izinlerini vermek ve bu alanlarda kat mülkiyetinin kurulmasını sağlamak” gibi yerel yönetimlerin anayasa ve ilgili yasalara göre yetkisinde olan işler Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yapılabilecektir. Bu çerçevede bakanlık, belediyelerin plan yapma, ruhsat ve iskân verme, harç alma gibi işlerini de üstlenebilecek olması işin ne kadar “vahim” olduğunu yeterince ortaya koymaktadır. Bu müdahale, belediyelerin “özerk yapılarının” güçlendirilmesi gerektiği koşullarda açık bir “yetki” gaspı anlamına gelmektedir. Ve bu düzenleme ile “demokratik yerel yönetim” ve “özerk kamu yönetimi” anlayışının özünü anlayamayan, “otoriter bir yaklaşım” olarak; 150 yılı aşkın bir geçmişi olan belediyeleri var olan seviyelerinin gerisine düşürmektedir. Türkiye’ye saldırılarda bulunan bir terör örgütünün Irak topraklarından çıkartılması için Bağdat Hükümeti’ne güçlü ve sonuç alıcı diplomatik girişim yapamayan Türkiye’nin bütün gücünü Suriye üzerinde kullanmaya kalkışmasını anlamak zordur. Onur ÖYMEN T ürkiye’nin çok yoğun ve yakıcı gündemleri arasında hükümet yaşamsal düzeyde pek çok karar alıp yürürlüğe sokarken, kamuoyumuzun bu konuları yeterince tartışma, değerlendirme ve bilgilenme olanağı bulunmamaktadır. Bu ortamda, 4 Temmuz 2011 tarihinde çıkarılan 644 sayılı KHK (kanun hükmünde kararname) ile kurulan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na verilen meslek odalarının, yerel yönetimlerin kimi yetkilerinin ne anlama geldiğini ve nasıl bir sürecin bir parçası olduğunu sorgulanmayı yaygınlaştırarak sürdürmemiz gerekiyor. 12 Haziran genel seçimleri sürecinde ve sonrasında hükümet, “yasa yapma” gücü olmasına rağmen, TBMM’yi devre dışı bırakarak ve ilgili kesimlerin görüşlerini almadan ya da yok sayarak KHK yoluyla “yapısal nitelikte” pek çok değişiklik yapmıştır. Başlangıçta dahi antidemokratik bir sürecin ürünü olan 644 sayılı KHK, meslek odaları, yerel yönetimler ve kentleşme süreçlerini dönüştürerek “iktidarın emrine sunan” nitelikleri nedeniyle bu düzenlemelerin en önemlilerinden biri olarak öne çıkıyor. Kentlerimizin planlı ve sağlıklı gelişimi, kentsel yaşamın niteliğinin yükseltilmesi, tarihi ve doğal çevre yağmasının durdurulması gibi amaçlarla “Şehircilik Bakanlığı” kurulması önerisi yıllardır Mimarlar Odası tarafından gündeme taşınmaktadır. Doğal olarak ilk bakışta, “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı”nın kurulması olumlu bir gelişme olarak algılanabilir. Ancak, bakanlığın kuruluş süreci, amaçları, teşkilat yapısı ve yetkileri değerlendirildiğinde, geçmişi dahi aratan “çok ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğumuz” açık ça anlaşılmaktadır. 644 sayılı KHK ile “kent ve doğayı rant aracı olarak gören” bir anlayışın tüm alanlara egemen olmasının önündeki engellerin kaldırılması ve bu alanlara ilişkin yetkilerin AKP iktidarının elinde toplanması için TMMOB ve bağlı odaların, yerel yönetimlerin “asli işlerine” ait yetkilerinin gasp edilmesi, “özerk ve kamusal kimliklerinin” yok edilmesi, TOKİ’nin bakanlığa bağlanması ve bilirkişilik müessesesinin bakanlığın emrine verilmesi yönünde yapılan düzenlemeleri 4 başlık altında değerlendirmemiz mümkündür. eslek odalarının “özerk ve kamusal” kimliğine müdahale Cumhuriyetin kuruluşundan sonra 1924 Anayasası ile meslek kuruluşlarının “tüzelkişilik” hakkı tanınmış, 1961 Anayasası ile “kamusal” kimlikleri anayasal güvenceye kavuşturularak yapıları güçlendirilmiştir. 1980 darbesi sonrası, baskı rejiminin bir dayatması olarak topluma onaylattırılan 1982 Anayasası ile kimi yetkiler sınırlandırılmıştır. Buna rağmen, mevcut anayasanın 135. maddesi ve 6235 sayılı Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Kanunu’na göre, kuruluş amaçlarına ilişkin her türlü kararı alma görev ve yetkisi kendi üyeleri tarafından oluşturulan genel kurullarında bulunmaktadır. Buna karşın hükümet, anayasaya aykırı bir şekilde, meslek odalarının üyelerinin iradelerini yok saymayı öngören düzenlemeleri KHK ile getirmekte sakınca görmemektedir. Bakanlık bünyesinde kurulan Mesleki Hizmetler Genel Müdürlüğü’ne, odaların “asli işleri” olan üye kayıt ve sicillerinin tutulması, mesleki norm ve standartların belirlenmesi görevi dahi ve M rilebilmektedir. Bu düzenlemelerle hukuka ve anayasaya aykırı bir şekilde odaların “asli işleri” ellerinden alınmakta ve işlevsiz bırakılabilmektedirler. Anayasaya göre meslek odaları ile bakanlık arasında ancak bir “vesayet” ilişkisi olabilirken; KHK ile aykırı bir şekilde “hiyerarşik” bir ilişki tanımlanmaktadır. Bu değişikliğe göre, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı mimarlık ve mühendislik meslek kuruluşlarına ilişkin mevzuatı hazırlayabilmekte, bunları denetleyebilmekte ve böylece meslek odalarının “özerk” yapıları ortadan kaldırılarak “bağlı kuruluş” statüsü getirilmektedir. Bir anlamda odalar, bakanlığın adeta bir hizmet birimine dönüştürülmektedirler. Değişikliklerle, demokratik ve hukuk devleti ölçütlerine göre, meslek odalarının zaten sınırlı ve yetersiz olan hak, sorumluluk ve yetki alanlarının genişletilmesi gerekirken; KHK ile var olan yetkileri gasp edilmek suretiyle daha da kısıtlanmaktadır. Bu haliyle yapılan değişiklik, 87 yıl önce yürürlüğe sokulan cumhuriyetin ilk anayasasının dahi gerisinde bir düzenleme niteliğindedir. Ve tek başına bu örnek bile, “ileri demokrasi” söylemleri altında gerçekte nasıl “geriye gidildiğini” göstermektedir. O erel yönetimlere “imar ve planlama” darbesi AKP iktidarı, 2003 yılında “Yerel Yönetim Reformu” adı altında “Yerinde yönetim, yerel yetkilerin yerelde yerel yetkililerce kullanılması, hızlı karar alma…” gibi gerekçelerle kimi yasal düzenlemeler gündeme getirmiş, genelde olumsuz özelliklerine karşın, olumlu olarak niteleyebileceğimiz bir durum olarak, “Yerel yönetimlerin Y rtadoğu’daki özgürlük hareketleri Suriye’ye sıçradıktan sonra bu ülke dünyanın gündeminde ön sıraya çıktı. Türkiye bölgedeki konumundan yararlanarak Suriye liderine tehdit edici bir üslupla baskı yapmaya başladı. Ancak Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Şam ziyareti sonuç vermedi. Sivil halka silahlı saldırılar devam ediyor. İşin özü şudur: 20 yıldan beri, Orta Avrupa’da başlayıp bütün dünyaya yayılan özgürlük ve demokrasi hareketleri sonunda Ortadoğu’ya da ulaşmış bulunuyor. Şimdiye kadar Ortadoğu ülkelerinin demokrasiye kavuşamamalarının sorumlusu bu bölgede yaşayan halklar değildir. Ortadoğu’nun stratejik önemi, zengin petrol ve doğalgaz kaynakları yüzyıldan beri büyük devletlerin bölgedeki iç gelişmelere yön verme arzularını körüklüyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Musul’un Türklere bırakılmaması için bazı devletlerin Lozan’da çaba sarf ettikleri, Güneydoğu’daki iç isyanları tahrik ettikleri ve bu yolla arzu ettikleri sonuca ulaştıkları unutulmamalıdır. gürlük hareketlerine de dünyadan yeterince destek gelmemiştir. Halkın henüz sokağa dökülmediği ülkelerdeki baskıcı rejimlere karşı ise hemen hemen hiç tepki gösterilmemektedir. Türkiye’nin rolü Türkiye de ne yazık ki, adeta büyük devletlerin bölgedeki uzantısı rolünü üstlenmektedir. Türkiye’den beklenen, bölgede özgürlüklerin, insan haklarının ve gerçek bir demokrasinin yerleşmesine destek olmasıdır. Bunun için çifte standart uygulamaktan vazgeçilerek ilkeli bir tutum sergilenmelidir. “Suriye bizim iç işimizdir”, “Orası Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesidir” demek ne kadar yanlışsa, “Suriye’de olup bitenler onların iç işidir, kimseyi ilgilendirmez” demek de o kadar yanlıştır. Birleşmiş Milletler’in kurulmasıyla geliştirilen uluslararası hukuk ve insan hakları anlayışının ışığında bir ülkenin, çoluk çocuk demeden binlerce vatandaşını öldürmesini o ülkenin iç işi saymak mümkün değildir. Suriye’de yaşanan olaylar uluslararası toplumun ortaklaşa çare aramasını gerektirecek boyuta ulaşmıştır. Bunun yolu bazılarının önerdiği gibi Türkiye’ye askeri müdahale görevi vermek değildir. Türkiye bu oyunlara gelmemelidir. Türkiye’ye saldırılarda bulunan bir terör örgütünün Irak topraklarından çıkartılması için Bağdat hükümetine güçlü ve sonuç alıcı diplomatik girişim yapamayan Türkiye’nin bütün gücünü Suriye üzerinde kullanmaya kalkışmasını anlamak zordur. Bugün siyasi ve ekonomik alanlarda Suriye’yi makul bir çizgiye getirecek olanaklar vardır. İslam Konferansı da dahil olmak üzere ilgili bütün ülkeler ve kuruluşlar birlikte hareket ettikleri takdirde sonuç alma ihtimali yüksektir. Türkiye, halkı Müslüman olan bir ülkenin bağımsız, demokratik, laik ve çağdaş bir devlet olabileceğini kanıtlamıştır. Bu yönüyle bütün bölgeye örnek olabilir. Yeter ki, demokrasi, hukuk ve insan hakları alanlarındaki kendi eksikliklerini giderebilsin ve Atatürk’ün hedef gösterdiği çağdaş uygarlık içindeki yerini alabilsin. Musaddık ve Nâsır Başbakan Musaddık’ın, İran petrollerini millileştirdiği için uluslararası bir komployla görevinden uzaklaştırıldığı, Nâsır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirmesi üzerine bu ülkeye bazı devletlerin bir askeri harekât düzenledikleri de hatırlanmalıdır. Özetle, Ortadoğu ülkelerinin gerçek bir bağımsızlığa ve bunu sağlayacak gerçek bir demokrasiye kavuşmaları daima engellenmek istenmiştir. Bölgede yaşayan halklar bu duruma daha fazla tahammül edemeyeceklerini gösteriyorlar. Büyük devletler de artık bu gelişmelere daha fazla direnemeyeceklerini görüyorlar. Şimdi izledikleri politika “zararı sınırlandırma” politikasıdır. Yani “iktidarda kalma şansı olmayan liderler gitsin ama yeni gelecekler de bizim amaçlarımıza uygun hareket etsinler” beklentisi hâkimdir. Örneğin Mısır’daki geçiş döneminde çağdaş düşünceli, demokrat ve özgürlükçü hareketlerin gücü azaltılmak istenmektedir. Bazı Ortadoğu ülkelerindeki öz imileri başlarına geldikten sonra uyanıp yazdıkları kitapları damatlarına, kızlarına ithaf etseler de bizim asıl konumuz yıllardır bıkmadan, usanmadan, gün sektirmeden o yollara düşenlere, o yolları yürüyenlere, o yollarda büyüyenlere olacak. Sözüm Mustafa Balbay’ın çocuklarına, hem anne, hem baba olmaya çalışan gencecik eşi Gülşah Balbay’a olacak. Sözüm Balbay’ın deyimiyle kundaktayken bıraktığı K Çilehane’nin Vefalı Yürekleri Neşe DOSTER oğlu Deniz’e, babasının tanımıyla artık bir genç kız olan Yağmur Balbay’a olacak. Sözüm yıllardır yol bekleyen, hiçbir duruşmayı kaçırmayan Tuncay Özkan’ın yâri, vefakârı Duygu Dikmenoğlu Özkan’a ve kızı Nazlıcan Özkan’a olacak. Sözüm gece gündüz, yağmur çamur, iş güç demeden yollara düşen Türkan Erkin gibi Cumhuriyet kadınlarına, Meriç Velidedeoğlu gibi Cumhuriyet aydınlarına olacak. Sözüm ADD gibi, TGB gibi yüreği çelikten Cumhuriyet gençliğine olacak. Sözüm Utku Erışık gibi Cumhuriyet sanatçılarına olacak. Sözüm CHP gibi, İP gibi, ADD gibi, ÇYDD gibi, Cumhuriyet Kadınları Derneği gibi parti ve örgütlerin özverili üyelerine olacak. Sözüm cebindeki son kuruşa rağmen “Bugün de simit yemem” diyen diyebilen ve sabahın kör karanlığında Silivri’ye gitmenin yollarını arayan emekçilere, emeklile re olacak. Sözüm yazarken bile gözlerimi dolduran, kaç kez yüzümü yıkadığımı unutturan o Zulümhane’de gün sayanlara olacak. Ve benim sözlerimi büyük usta Bedri Rahmi Eyüboğlu tamamlayacak: “Türküler bitti Halaylar durdu Horonlar durdu Hüzün geldi başköşeye kuruldu Yoruldu yüreğim, yoruldu.” C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle