19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 21 AĞUSTOS 2011 PAZAR [email protected] 16 KÜLTÜR İzlandalı ünlü tasarımcı Sigga Heimis, önümüzdeki yıl düzenlenecek ‘Tasarım Bienali’ için İstanbul’daydı Tasarımda demokrasi devri KSV’nin düzenleyeceği Tasarım Bienali için stanbul’dan geçen Heimis’e göre, IKEA’nın tasarım projelerinin temelinde, kurum içi demokrasi anlayışı yatıyor. Ünlü tasarımcıya göre bu da, bir monarşi olan sveç adına çok özel bir durum yaratıyor. EVR M ALTUĞ İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) ilkini seneye sunacağı İstanbul Tasarım Bienali’nin ön etkinlikleri kapsamında, geçen ayın sonunda İstanbul Modern çatısı altında ‘Neden Tasarım?’ sorusunu cevaplayan dört ustadan biri, Sigga Heimis oldu. IKEA İsveç’te 7 yıl tasarımcı olarak çalışan ve bugün kendi özel tasarım ofisi bulunan İzlandalı kadın tasarımcı, daha sonra Danimarka’da Fritz Hansen’in Tasarım Sigga Heimis Müdürü olarak görev yapmış. Aralarında, Eindhoven Tasarım Akademisi, Milan Domus Akademisi, New York Parsons, Helsinki Sanat Üniversitesi, Londra’da Royal College of Art, Japonya’da Musashino ve Moskova’da Marhi da bulunan birçok eğitim kurumunda atölye ve eğitim çalışmaları yürüten Heimis, IKEA macerası ve tasarıma bakışını Cumhuriyet’e anlattı. IKEA ile yollarınız ne zaman kesişti? Sigga Heimis: Kopenhag’da, 1980’de yapılan bir tasarım sergisiyle. Orada birkaç mobilya tasarımı teşhir ederken IKEA’da dönemin tasarım yönetmeni Lars Engman, bağımsız çalışan tarafıma IKEA’ya tasarım hazırlama teklifinde bulundu. Birkaç proje ile başvurdum. Aradan yıllar geçti, 2000’de ise kurum adına tam zamanlı çalışma teklifi aldım. 2001’de IKEA İsveç birimine katıldım, 2008’de kendi tasarım ofisimi kurana kadar da orada çalıştım ve şimdi yeniden bağımsız olarak IKEA için çalışmaya devam ediyorum. Pepsi veya CocaCola misali, IKEA’nın bir tasarım formülü var mı? Bir batında pek çok müşteri tipine hitap edebilmek bunlardan biri. IKEA çokuluslu bir yapı arz ediyor ve bu, her tasarımın hemen her ülkeye uygun olabilmesini gerektiriyor. Birçok tüketici, kurumun, şube açtığı ülkeye özgü tasarım ürettiğini düşünüyor ancak bu doğru değil. Her yöne aynı tasarım seçkisi gönderiliyor. Bu tabii ki, diyelim ki mobilyaların kapladığı alanla da alakalı. Ancak Japonya gibi kimi istisnalar da yok değil. Bildiğiniz gibi onlar görece daha ufak ebatta mobilyalar kullanıyor. Bildiğiniz gibi tasarımda temel sorular, insanların evlerinde sahiden neye ihtiyaç duyabilecekleri ile başlıyor. Bunu, farklı tarz ve fiyatların yarattığı, dünyanın her yerinde kullanılabilecek tasarım ko lajları izliyor. Sizin için bir tasarımı yeni ve eski kılan nedir? Kitapların dijital hale geldiği, klasik kitaplara antik objeler gözüyle de bakabileceğimiz bir dönemdeyiz. Bu hüzün verici çünkü ben kitapların kendi halleriyle hep etrafımızda olmaları taraftarıyım. Diğer yandan, bunca kâğıt tüketiminin de azaldığını bilmek çevre kaygısı olan biri için çok iyi bir gelişme olarak alınabilir. Çevremizdeki değişim tasarımcılar olarak bizi de kaçınılmaz biçimde etkiliyor. İşlevin lüzumu ön plana çıkıyor. Şunu söylemek olası: Bir tasarımın popüler olduğunu anladığınızda, onun ömrünün son demleri yaklaşmıştır diyebilirsiniz. Bir tasarım, her yere, herkese eriştiği anda ‘yeni’liği ve ‘in’ oluşu namına ‘yorulmaya’ başlar ve kendiliğinden tükenme evresine geçer. Böylesi bir nesneye sahip olduğunuzda, ilginç bir yorulma hali baş gösterir ve o nesneden kurtulmak istersiniz. O her yerdedir çünkü. Bu anlamda ben zaman ötesini tasarımda nasıl gerçekleştiririm meselesinin peşinden gitmeyi seviyorum. Beni, ‘yıllarca yanı başınızda tutabileceğiniz’ nesneler meraklandırır. Kurumun kataloglarında çarpıcı olan, edinilen tasarım sahiplerinin de tüketiciye tanıştırılması… Türkiye olarak buna pek yabancıyız aslında. Evet ve bu oldukça demokratik. IKEA’nın hayati önceliklerinden biri, demokratik tasarım zaten. Anlamı, her tasarımın ardında bir bireyin ve emeğinin, bunun yanı sıra bir ekibin de olması. Her ne kadar kullanışlı ve basit gibi görünse de, her tasarımın ardında en az bir kişinin emeği ve örgütlenişi yatıyor. Hemen her tasarımın kendine özgü bir yaşamöyküsü var. Bunu bilmek de çok hoş bence. Bununla birlikte IKEA’da kurum içi demokrasi de çok yüksek düzeyde. İsveç’in demokratikleşme çabası da böyle biliyorsunuz. Herkes aynı seviyedeki ofislerde çalışıyor. Yapılan toplantılarda verilen önemli kararlar hep dönüşümlü mevkilerle alınıyor ve kurumda istisnasız herkesin kendini ifade etme hakkı bulunuyor. Aslında bir monarşi olan İsveç için bu çok tartışmalı ve ilginç. Orada 10 yıl kaldım ve bu beni olumlu yönde çok şaşırttı. Bilgi: www.iksvpress.com/tasarimbienali / www.siggaheimis.com Can Yücel, Mehmet Aksoy, Vandalizm… Yaşasın tatil! Koskoca bir hafta, tam 8 gün ve 8 gece, gazete okumamanın, haber dinlememenin, tartışma programı izlememenin, internete bağlanmamanın verdiği o müthiş dinginlik! O eşsiz huzur! Tatil dönüşü…THY. Uçakta tüm gazeteler önümde. Ve o an GÜMMM! Güzelim memleketim, cehennem! Genç ölüler, çocuk ölüler birinci sayfalardan bana bakıyor. Pusu! Mayın! Saldırı! Bu üç sözcüğe kenetlenmiş tanımlamalar gerisinde sadece acı! “Barış, kardeşlik, birlik, beraberlik” diye diye savaşıyoruz. Kandil’i bombalıyoruz. Operasyondan savaşa uzanan o yolda geriye kalan sadece acı! Onların fotoğrafları gazetelerde yok. Olsaydı, inanın tıpkı, bu gördüğümüz çocuklara benzediklerini görecektik. Tek fark altına yazdığımız sıfatlar, tanımlamalar… Sevgili okurlar, sizle bugün tatil izlenimlerini paylaşacaktım: İtalya’da Torre di Lago’daki “Puccini Opera Festivali”nden izlenimler yazacaktım. Gelin görün ki dağ bayır kan! Gelin görün memleket boyunca akan kanı ve acıyı! Tatil dönüşü… Havaalanından eve dönerken, radyoda haberleri dinliyorum: Can Yücel’in Datça’daki anıt mezarı… Dün ayrıntıları okudunuz. Tekrarlamayacağım. Kars’taki “İnsanlık Anıtı”nın yıktırılmasıyla, Can Yücel’in anıt mezarının parçalanması arasında ben de tıpkı Ataol Behramoğlu gibi bir “kan bağı” görüyorum. İkisinin de yaratıcısının Mehmet Aksoy olmasından öte bir kan bağı…Bir zihniyet bağı…Karanlığın aydınlığa açtığı bir savaş bu! Can Yücel’in bunca sevilmesi, anılması, yüceltilmesine kimileri öfkeleniyor olabilir…Şiirine, dünya görüşüne, yaşam biçimine, simgelediği değerlere sinirleniyor olabilir… Kendisinden, şiirinden kurtulamadılar bari anısından intikam almak isteyebilirler… Ama nefreti öfkeyi dışavurmanın yolu bu olamaz, olmamalı! Unutmayın Ruhi Su’nun mezarını da kaç kez parçaladılar, yıktılar ama ne sesini ne de türkülerini yok edemediler! Mezara yıldönümünde şarap dökülmüş ya da dökülmemiş bu sadece aileyi ilgilendirir. “Çiçek dışında bir şey bırakılmaması rica olunur” yazısına karşın yapmışlarsa, “densizlik” der geçersiniz! Ancak AKP ilçe başkanının açıklamaları resmen provokasyondur! Vandalizme davetiye çıkarmaktır! Sorumsuzluktur! Can’ın canına layık bir sanat eseriydi Mehmet Aksoy’unki. Afyon mermerinden, ışıktan bir heykeldi. Mezar taşı yerine, çevresi karanfillerle kaplı bir platform. Üzerinde akıp giden bir nehir. Hayat gibi… Başucunda Mehmet’in incelttiği incelttiği, adeta saydam hale getirdiği mermer bir çember. O çember dünyaydı. İçinde tıpkı ana rahminde uyur gidi kıvrılmış bir bebek kabartması… Can Yücel’in her daim üretkenliği, doğurganlığı, bereketi… Can’ın her daim gençliği ve “çocukluğu” yani yaşama sevinci… O tepede içinden ışık saçan bir heykeldi, bir anıttı… Işığa, aydınlığa tahammül edemediler. Hesabı verilinceye dek peşini bırakmamak zorundayız! Karanlığın aydınlığa hükmetmesine geçit vermek yok! Yoksa, bu vandalizmin, bu şiddetin sonu asla gelmeyecek… Not Sevgili okurlar, 23 Ağustos Salı günü İzmir –Çeşme Alaçatı’da, emektar Dost Kitapevi’nde sohbet ve imza günüm var. Malum, havalar sıcak, o nedenle günbatımı bekleniyor: Akşam 20:00 ile 22:00 arasında… Yolu oralara düşenleri beklerim. Ridley Scott ‘Blade Runner’ı, Tony Scott da ‘Vahşi Belde’yi yeniden çekecek Eski filmler yeniden gözde oldu Kültür Servisi İngiliz sinemasının ünlü yönetmen kardeşleri Ridley Scott ve Tony Scott, eski filmlerin yeni ve yeniden çevirimlerini tasarlıyor. Ridley Scott, 1982 yılında çektiği “Blade Runner” (Bıçak Sırtı) adlı kült filminin bir yenisini yapmayı tasarlarken; Tony Scott da, Amerikalı yönetmen Sam Peckinpah’ın 1969’da gerçekleştirdiği “The Wild Bunch”ı (Vahşi Belde) yeniden çevirmenin hazırlıkları içinde. “Yaratık”, “Thelma ve Louise”, “1492: Cennetin Keşfi”, “İyi Bir Yıl”, “Amerikan Gangsteri” gibi filmleriyle ünlenen Ridley Scott, 30 yıla yakın bir süre önce başrolünü Harrison Ford’a oynattığı “Bıçak Sırtı” adlı bilimkurgu klasiğinin devamını çekmek için Alcon bilimkurgu klasiği ‘Blade Runner’ın devamını çekecek. Tony Scott ise 1969’un western klasiği ‘Vahşi Belde’yi yeniden çevirecek. Entertainment şirketiyle anlaştı. Bu kez Harrison Ford’un oynamayacağı ama oyuncu kadrosunun da henüz belli olmadığı yeni “Bıçak Sırtı”nın çekimlerine 2013 yılında başlanması Ridley Scott, 1982’deki Vahşi Belde bekleniyor. 1982’de gösterildiğinde büyük gişe yapmadığı gibi çok olumlu eleştiriler de almayan “Bıçak Sırtı” zaman içinde keşfedilerek bilimkurgunun başyapıtları arasına girmiş, 2007’de görsel efekt açısından gelmiş geçmiş en etkileyici ikinci film seçilmişti. Öte yandan, 1986’da çektiği “Top Gun”la ünlenen Tony Scott da, şiddet öğesine ağırlık veren filmleriyle tanınan Amerikalı yönetmen Sam Peckinpah’ın 1969 tarihli western klasiği “Vahşi Belde”yi yeniden çekmeye hazırlanıyor. “Kahraman Binbaşı”, “Billy the Kid”, “Büyük Firar”, “Şeref Madalyası” gibi yapıtlarıyla 1960’lı ve 1970’li yılların en gözde yönetmenleri arasına giren Peckinpah’ın 1913’te TeksasMeksika sınırında geçen “Vahşi Belde”sinde, yaşlı bir çetenin son bir soyguna kalkışmasının öyküsü anlatılıyordu. Filmin başrollerini William Holden, Ernest Borgnine, Robert Ryan ve Warren Oates paylaşmışlardı. Kudsi Erguner ‘Sufiyan’ (Equinox Music) Usta müzisyen, neyzen (aynı zamanda sufi müziğin en önemli isimlerinden) Kudsi Erguner, musiki dünyasının en çalışkan, üretken ve özgün karakterlerinden biri. Bugüne değin elli civarında albüme imzasını atmış. Katkıda bulunduğu albümlerin sayısı ise bunun en az iki katı. Bu çalışmalarda ülke sınırlarını da ortadan kaldırmış Kudsi Bey; ayak basmadığı yerellik, çalmadığı farklı ülke müzisyeni kalmamış neredeyse. Kudsi Bey, altı uzun kompozisyondan oluşan “Sufiyan” albümünde tek başına, 56 dakika boyunca; tüm neyleri, bendirleri ve mazharları kendisi çalıyor. Şeyh Selahaddin Zekubi’nin cenazesinde okunan bir şiirin segâh makamında okunmasından esinlenen düzenleme “Itri” dışındaki tüm eserler Kudsi Bey’in. Modernist yaklaşımları, özgürlükçü yorumları ve sınırları zorlayan fikirleriyle gelenekçi camianın yine uzağında bir görüntü veriyor. İslam Blues kavramının babası Kudsi Bey, semadan başlayan, zikir tünellerine giren, doğaçlama köprülerinden geçen, Mevlevi ayinlerine uzanan bir yolculuğa davet ediyor “Sufiyan” albümünde. Köln yakınlarında bir ormanın içindeki stüdyoya kapanan Kudsi Bey’in neyleriyle yaptığı içten, samimi ve semavi bir sohbetin ürünü “Sufiyan”. “Sufiyan” albümü “Bir Ney Senfonisi” tanımını sonuna kadar hak ediyor. [email protected] Fennesz + Sakamoto “Flumina” (Touch) “Flumina”, elektronik müziğin önde gelen isimlerinden Avusturyalı Christian Fennesz ile Japon piyanist, aranjör, besteci ve yapımcı Ryuichi Sakamoto’nun 3. müzikal birlikteliği. İki CD’den oluşan 24 parçalık albüm, deneysel elektronika ve ambient meraklılarına iki saati aşan büyüleyici bir müzik deneyimi öneriyor. “Flumina”nın neşeli bir karakteri yok; daha çok karanlık ve karışık. Bazen gece yarısı hiç bilmediğiniz sokaklarda tek başınıza yürürken hissettiğiniz ürpertiyi anımsatırcasına huzursuz. Sevgilisini uzaklara yolcu eden bir insanın arabanın arkasından bakarken duyduğu hissi yeniden yaşatırcasına hüzünlü. Her şeyin yola gireceğini umduğunuz ama hiçbir şeyden emin olamadığınız anları hatırlatırcasına tedirgin... Sakamoto’nun piyanosundan yansıyan umut kırıntıları Fennesz’in gergin elektronik sesleriyle karşılaşınca sanki beklenmedik bir şey olacakmış gibi bir his veriyor albüm. Çoğu anlarda bana psikolojik gerilim filmlerine iyi eşlik edebileceğini düşündürttü. Ama arada insanı hafifleten parçalar da yok değil. Melankolik ve karanlık bir yapısı olsa da farklılıkları da barındıran çok katmanlı bir duygu ağı gizli içinde. Sakamoto ile Fennesz’in böyle minimal bir altyapıyla bunu başarabilmesi gerçekten olağanüstü. www.zulalkalkandelen.com C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle