19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
11 AĞUSTOS 2011 PERŞEMBE CUMHUR YET SAYFA [email protected] KÜLTÜR 15 stanbul’dan geçen büyülü ‘sistem’ Kültür Servisi stanbul, dört gün boyunca tüm dünya için ilham verici bir örnek oluşturan ‘El Sistema’ ile yattı kalktı. Önceki akşam Haliç Kongre Merkezi’nde son konserini veren, Simon Bolivar Senfoni Orkestrası alkışa doyamadı. Son konser, umulduğu gibi biste orkestranın Venezüella bayraklı ceketlerle yaptığı “mambo” sürpriziyle sona erdi. Kendisi de El Sistema’da yetişmiş, şimdiden efsaneye dönüşen şef Dudamel yönetimindeki orkestranın ikinci konser programında Ravel, Castellanos ve Stravinsky’den eserler vardı. El Sistema’nın kurucusu José Antonio Abreu’nun da katıldığı konser, bitmek bilmeyen alkışlarla üç kez bis yaptı. Dudamel, Bernstein’dan “West Side Story – Mambo” ve Estancia’dan “Danzas del Ballet (Malambo)”nun da çalındığı bislerde şefliği iki gence, Jesus Parra ve Manuel Jurado’ya bırakarak seyirciler arasına karıştı. Tanrılarla Kucaklaşmak… Hep o soru kafamda dönüp dolaşan: Bebeklerden katil yaratmak, katilleri çocuk ilan etmek yerine, çocuklardan “insan” yaratmaya kaç müzik okulu gerek? Hayır! Önce tanrılarla kucaklaşmamı anlatmalıyım: Tanrılarla kucaklaşmak böyle bir şey olsa gerek... Adlandıramadığın bir gücün seni taa içinin derinliklerinden bir yerinden kavrayıp, bulutların üzerine çekmesi, yükseltmesi, yükseltmesi... O gücü hiç ama hiç sorgulamadan, ona teslim olmak... Kendini o güce bırakıp, bir tüy gibi hafif hissetmek... Bulutların üzerine ulaştığında onun bir güç değil sana bahşedilmiş bir armağan olduğunu kavramak... Hiçbir sözcük kullanmadan o güç ya da armağanla anlaşmak, onunla bütünleşmek... Sanki parçalanmış ruhunun tüm parçalarını bir araya getirmişsin duygusuna kapılmak... O mutluluğun bir parçası olmak, mutluluğu çoğaltmak... Evet tanrılarla kucaklaşmak böyle bir şeydi... O kucaklaşmadan sonra yeryüzünün daha güzel, daha iyi, daha adil, daha doğru, daha vicdanlı bir yer olacağına dair umudun büyümesini beraberinde getiriyordu. Sahnedeki tanrılar, Venezüella’nın farklı kentlerinden, kasaba ve köylerinden genellikle de “Barrio”lardan, yani en yoksul mahallelerden gelmiş çocuklar, gençlerdi… Yokluk ve yoksulluk kaderleri olacakken; yokluk ve yoksulluğun neden olduğu tüm kötülükler tetikte beklerken; hastalığa, açlığa, şiddete ve ölüme yazgılıyken… Bütün bunlar elle tutulur gerçeklerken… Onlar, “makus talihi” yenmişlerdi. Önce kendileri değişmiş, sonra çevrelerini, toplumu değiştirmişlerdi. Bunu, müzik sayesinde gerçekleştirmişlerdi. Bütün bunlar hayal kurmaktan korkmayan, hayallerinin peşinden koşan bir insanın, başarılı bir ekonomist, müzisyen, besteci, şef José Antonio Abreu’nun vizyonu sayesinde olmuştu. Dünyanın birçok ülkesinde hızla yayılmakta olan “El Sistema” eğitim sistemi sayesinde olmuştu.. Sevgili okurlar, günlerdir Venezüella Simon Bolivar Senfoni Orkestrası ve bilge kurucusu José Antonio Abreu ile kendi de “El Sistema”dan yetişen olağanüstü genç şef Gustavo Dudamel hakkında yazılar okuyorsunuz. Tekrarlamayacağım. Onları dinlerken kapıldığım düşüncelerimi paylaşmayı sürdüreceğim. Sunay Akın, bir zamanlar ramazanın bile mahkemelik olduğunu anlatıyor ‘Kadı efendi, hilal göründü!’ CEREN ÇIPLAK 1 2 Bir gün kadının karşısına çıkan adam, ‘Efendim, hilal göründü!’ deyince, kadı ‘Şahitlerin var mı’ diye sormuş. ‘Evet’ yanıtını alınca da, ramazanın başladığına karar verip davul zurnayla mahkemeden duyurmuş. Anlayacağınız, ramazan bile mahkemelik olmuş... Nerede o eski ramazanlar, nerede o eski bayramlar... Temcit pilavı tadındaki bu sözlerin peşine düşüp bayram şekeri lezzetinde bilgiler sunan şair, yazar Sunay Akın’a misafir olduk. Ramazan kültürünü, eğlenceleri, geleneği ve hikâyeleriyle onun ağzından aktaralım istedik. Ortaoyunu, meddah, Karagöz gösterilerinin bir zamanlardaki merkezi Direklerarası’ndan saray eğlencelerine, mahya sanatından ramazan yazılarına, hatta Jules Verne’e uzanan bir söyleşi... Siyasetten futbola pek çok konunun mahkemelik olduğu bugünden söze başlıyor Sunay Akın ve soruyor: “Ramazan ayının da mahkemede başladığını biliyor muydunuz?” Kadının huzuruna çıkan adam “Efendim hilal göründü” deyince, kadı “Şahitlerin var mı?” diye sormuş. “Evet” yanıtını alan kadı, ramazanın başladığına karar verip davul zurnayla mahkemeden duyurmuş. Anlayacağınız ramazan bile mahkemelik olmuş... Peki Jules Verne’in 1865 yılında yazdığı “Ay’a Seyahat” romanında İstanbulluların Ay’a gitmek üzere yapılan uzay aracı için para topladığını biliyor muydunuz? “Bu ünlü romanda Ay’a gitmek isteyenler bir uzay aracı yapmak isterler ancak paraları yoktur. Gazetelere ilan verip para toplarlar. İstanbullular da Ay’a gidileceğine inanıp para gönderirler. Jules Verne, kitapta diyor ki, ‘Tabii para gönderirler çünkü onların kutsal ayı ramazan, gökyüzünde Ay’ın görülmesiyle başlar’.” 1 Tiyatro oyuncusu Ahmet Fehim’in oğlu Münif Fehim’in bir çalışması 2 Asker ressam Mehmet M. Özduygu’nun tablosu 3 Uçak mahyası 4 Üsküdarlı ressam Hoca Ali Rıza’nın ‘ ftar Sofrası’ adlı tablosu 3 4 Sarayda ramazan Sarayda ramazan ritüeline dair ilginç bir bilgi: 1700’lü yıllarda, kutsal emanetlerden peygamberin hırkası, su dolu bir kazana değdirilip çıkarılır ve iftar o suyla açılırmış. Saraya ait bu uygulama, 1800’lü yıllarda, II. Mahmut döneminde kaldırılmış. Aynı dönem, bir ramazan ayında salgın hastalıklar baş gösterdiği için ramazan davulu da olmak üzere bütün uygulamalar, etkinlikler yasaklanmış. Direklerarası başta olmak üzere, küçük meydanların, kahvelerin ramazan günlerinde dolup taştığı mekânlar olduğunu biliyoruz. “Meddah bir saate bin kitabın ışığını sığdıran insandır” diyor Akın, “Okuma evi anlamına gelen kıraathaneler de meddahın doğduğu yer. Burada insanlar bilgilerini sohbet ederek birbirine aktarır, zaman içinde içlerinden sivrilenlere bir yükselti yapılır ve meddah orada oturup anlatırdı.” Ve zamanla meddah gösterileri, Direklerarası eğlencelerine dönüşmüş... 1880’lerden sonra Şehzadebaşı semtinde, Direklerarası’nda, çeşitli tiyatro topluluklarının oyunları izlenirmiş. Tiyatro etkinliklerinin bolca olduğu ramazan ayında ayrıca yazarlar, şairler de gazetelerde ramazan konulu özel yazılar yazarlarmış. Eski ramazanlarda İstanbul’un bir kültür merkezine dönüştüğünü, in sanların bir sanat galerisinde gezer gibi camileri ziyaret edip mahyalara baktığını söylüyor Akın. “Batı’nın, Avrupa’nın Noel ışıkları varsa Doğu’nun da mahya ışıkları vardır. Ramazan ayı her şeyden önce mahya ışıkları demektir” diyor, “İslam kültürünü yaşayan kentler arasında mahya yalnızca İstanbul’a özgüdür, yani mahyanın nüfus cüzdanında doğum yeri olarak İstanbul yazmaktadır. Sultan III. Ahmet döneminde saraydan çıkan izinle ramazan ayı boyunca ilk 15 gün mahyalarda yazı yazılacak ikinci 15 gün de mahyalarda resim yapılacaktır. ” Bu izin çıkmış ya, Üsküdar halkı, Mihrimah Sultan Camii önünde toplanıp isyan çıkarmış. Sebep de ca minin tek minareli olması: “Biz ramazan ayında mahyalarda resim göremeyecek miyiz?” Bunun üzerine saray, camiye ikinci minareyi de yaptırmış. Bir sorun da ramazan ayı kışa rastlayınca, yağmurlu gecelerde mahyayı korumakmış... Halk, iki minare arasında ateşten resimleri göremiyormuş. Bunu dert edinen bir mahyacı, içine su almayan özel kandiller tasarlamış. Bir de bardaktan boşanırcasına yağmurun yağdığı bir İstanbul ramazanına iki minare arası şemsiye resmi yapmış. “İşte ramazan kültürü bu” diyor Sunay Akın, “Yağmurda ateşten şemsiye açılan bir aydır ramazan. Batı’nın Noel ışıkları varsa, bizim de mahya ışıklarımız var.” İlki konseri izledim: Romantiklerin en romantiği Çaykovski’nin abartılı müziği... Shakespeare’in “Hamlet”, “Romeo Juliet”, “Fırtına” ve Dante’nin “Riminili Francesca”sı üzerine kurulu duygu fırtınaları... Müzik öylesine dışavurumcu ki, 200’ü aşkın genç müzisyen “içlerinden biri” olan Şef Gustavo Dudamel’in peşine takılmış, bütün o duygu fırtınalarının, coşku okyanuslarının adeta resmini çiziyor. Kendimizi o resmin içinde, o denizin, o dalgaların, o rüzgârların, o volkanların, çağlayanların içinde buluyoruz. Dinlerken düşünmeden edemiyorum: Bir tank parasına, Anadolu’nun kaç kasabasına kaç piyano alınır, kaç yüz keman, kaç yüz kontrbas… Her bakan, her müdür, makam arabasını satıp parasıyla müzik aleti alıp dağıtsa okullara? Bebeklerden katil yaratmak, katilleri çocuk ilan etmek yerine, çocuklardan “insan” yaratmaya kaç müzik okulu gerek? “Potansiyel suçlu” olmakla müzisyen, usta müzisyen olmak arasındaki yol nereden geçer? Akıldan mı yürekten mi? Yoksa vicdandan mı? Atatürk’ün vizyonu… Muhsin Ertuğrul’un düşleri… Köy Enstitülerinin çabası… Onların yokluğu genzimi yakıyor… Gözyaşlarım bunlardan mı kaynaklanıyor, yoksa sahnedeki gençlerin yaşama sevincinden mi, müziğin gücünden mi bilmiyorum. Belki de konser öncesinde, Şef Abreu’nün insana yaraşır biçimde yaşayabilmek için, gelecek için kaçınılmaz saydığı o üç sözcükten kaynaklıyor: O üç sözcük: “Barış Adalet Özgürlük” Teşekkürler İKSV ve tüm katkıda bulunanlar! C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle