18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 3 TEMMUZ 2011 PAZAR 2 etmesinden kimin çıkarı var? Kim ne elde edecek? Seçimlerde büyük oy kazanmayı bekleyen ve de kazanan politikacı kadroları mı? Ya da Türkiye Cumhuriyeti’nin birkaç parçaya bölünmesini isteyen dış düşmanlar ya da sözüm ona dostlar mı? “Türk’ün dostu yok” derdi büyüklerimiz... Hatta Türk Türk’e dost değildir, diyenler de vardı. Gide gide Türklüğümüzü de yitirmeye başladık. Yasalarda anayasada “Türklük” sözcüğünü kaldırıp “Türkiyelilik” diye bir uyduruk sözcük koymaya kalkıştık! OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Yargı Bağımsızlığı Yeniden Kazanılmalıdır AKP yeniden tek başına iktidar oldu. Önceki dönemlere göre değişen ne var? Türkiye’de artık kuvvetler ayrılığı ilkesinden söz edilemez. Siyasal iktidar amacına ulaşmış, bütün erkleri denetimi altına almıştır. Güney D NÇ “Bu kök tirgüki ol könilig törü, Törü artasa kök turumaz örü.” Kutadgu Bilig 3463 Gel de yimser Ol! “Niye bu kadar karamsarsın?” diye çıkışıyor kimi okurlarım!.. Sanki kendileri pek mi iyimser? Nerde o aydınlık, gösterseler de ben de görsem... Dört yıldır tutuklu olarak cezaevleri hücrelerinde yatmakta olan binlerce yurttaşı görmemek için, gözler kör, kulaklar sağır, vicdanlar kapalı olmalı... Hele, Türk’ün en güçlü yanı olan silahlı kuvvetlerinin birkaç savcı, biriki yargıç karşısında yıllardır hesap vermeleri ya da verecek bir hesabı olması ya da olmaması... Gün geçmiyor bazı gazetelerde bir fırtına koparılıyor, uyduruk bir gazete muhabiri elinde dosyalarla meydana çıkıyor, o dosyalar önce orda burda yayımlanıyor, sonra savcıların eline geçiyor, derken uzun mu uzun iddianameler yazılıyor, kırk yıllık, yüzyıllık suçlamalar yapılıyor, idam cezası yasaklandığı için insanlara uzun mu uzun mahkumiyetler yaratılıyor... “Bir belge bulduk” diye feryatlar!.. Derken birkaç subay daha yakalansın!.. Ama o belge nedir, içinde ne yazılı, hangi darbenin kışkırtılması var, hem nerde, nasıl yapılacakmış!.. Hepsi saklı, hepsi okurdan, yurttaştan uzak... Biri bile mahkemelerde açıklanmıyor. Kişiler “suçum ne?” diye bağırıyor, ama kimse “senin suçun büyük” demekten başka bir şey söylemiyor! Suç muç yok, hepsi uydurma, diye düşünüyor aklı başında olanlarımız... Peki ne isteniyor, bütün bu kargaşanın ortalığı allak bullak Bir gün hesap sorulacak diye umutla bekleşenler var. Bana “karamsarsın” diye yazanlar, işte böyle arkadaşlar. Bir gün, bir gün diye bekleşiyorlar. Ama o gün bir türlü gelmiyor, geleceği de kuşkulu... Bugün temmuzun ilk pazarı!.. Yılın en güzel ayındayız. Denizler seni çağırıyor; kıyılar, dostlar, dostluklar, güzellikler... Bir şarkı dinlemek, bir şiir okumak, güzel düşlere dalmak, sevmeninsevilmenin tadını duymak... Ama olmuyor, olmayacak! Üç yıldır “içer”deki Balbay, Haberal, Alan, daha nice nice değerli insanımız, üstelik yurttaşın oylarıyla milletvekili seçilmiş olanlar bile şu güzel temmuzun tadını duymaktan koparılmış... Milletin oyu yetmiyor, eskimiş yasaların, köhneleşmiş anlayışların gücü ağır basıyor! Haksızlıkların, yanlışların ortadan kalkacağı bir günü beklemenin yarattığı öfke, günden güne zincirlerini kırmak istiyor!.. Gel de güzel şeyler yaz! Bir şiir, bir öykü... Elim gitmiyor tuşlara! Kırk yıllık yazı makinem bile başkaldırıyor, sırası mı güzelliklerden söz etmenin der gibi. Ya sizler, sevgili okurlar, siz ne dersiniz, siz?.. ukarıdaki dizeler bir rastlantı sonucunda karşıma çıktı. Anlamı şöyle imiş: “Adalete dayanan yasa bu göğün direğidir. Yasa bozulursa gök yerinde duramaz.” Siyaset bilimcisi ve ozan Kaşgarlı Yusuf Has Hacip 11. yüzyıldaki bu sözleri ile dönemin Karahanlı hükümdarına çok önemli öğütlerde bulunuyor. Adaletin, toplumun temel direği olduğunu vurguluyor. Bin yıl öncesinden de gelse, doğru söze saygı duyulur. Günümüzde de adaletin gerçekleşmesi için, adil yargılamanın, mahkemelerin bağımsızlığı ilkesi içinde, dış etkenlerin baskısı altına girmeden yasalar doğrultusunda özgürce yürütülmesi gerekir. 1961 Anayasası’nda bu konular günümüzde de yürürlükte bulunan çok yalın iki madde içinde düzenlenmiştir. 9. maddede “Yargı yetkisi Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır” denildikten sonra, 142. maddede de “Mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi, yargılama usulleri kanunla düzenlenir” tümcesiyle yetinilmiştir. Bunlar, yargıyı bir savaş aracı gibi görmeyen, hukuka saygılı toplumlarda yeterli gelebilecek temel ilkelerdir. Ancak ülkemizde çoğu zaman yargılama işleviyle bağdaşmayan uygulamalar yapılmaktadır. Örneğin 1980 askeri darbesinden sonra yeniden kurulan Devlet Güvenlik Mah Y kemeleri’ne anayasal dayanak oluşturmak amacıyla anayasaya eklenen 143. maddede şöyle bir tanım yer almıştı. “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, hür demokratik düzen ve nitelikleri anayasada belirtilen Cumhuriyet aleyhine işlenen ve doğrudan doğruya devletin iç ve dış güvenliğini ilgilendiren suçlara bakmakla görevli Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurulur.” Bu düzenleme ile DGM’lerden yansız bir yargılama beklenmemekte, maddede sayılan amaçlar doğrultusunda uğraş vermesi istenmekteydi. Yani yargı bir savaş aracı durumuna getirilmişti. Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları ile sözleşmenin 6. maddesinde tanımlanan adil yargılama güvencelerine aykırılığının saptanmasından sonra, anayasanın 143. maddesi 22 Mayıs 2004 günlü bir yasa ile yürürlükten kaldırılmış ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri kapatılmıştır. Ne var ki ülkemiz yöneticileri, bu değişikliklere karşın yargıyı bir savaş aracı olarak değerlendirmekten vazgeçmemişlerdir. Ceza yargılama yöntemlerinde yapılan değişikliklerle, Terörle Mücadele Yasası’nda yer alan suçları kovuşturma işlevi özel yetkili savcılıklara, yargılama görevi de özel yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’ne verilmiştir. Böylece görüntüde DGM’lerin kaldırılmasına karşın uygulamada olumlu bir değişiklik olmamıştır. Seçimlerden önce bir hükümet üyesi yargıya karşı yürüttükleri savaşta, “Biz kazandık, yüksek yargı kaybetti” diyebilmişti. Toplumu yönetenlerin yargıya bir savaş aracı olarak bakmaları durumunda, yurttaşların da farklı bir değerlendirme içinde olmaları beklenemez. Yargı bağımsızlığının yıpratıldığı durumlarda, mahkemeler yalnız iktidarların değil, çatışan bütün siyasal güçlerin baskısı altında görev yapmak zorunda kalırlar. Bunun en somut örneği Yüksek Seçim Kurulu’nun hukuka uygun kararlarını her yönden gelen siyasal baskılar sonucunda değiştirmek zorunda bırakılmasıdır. Öyle veya böyle, siyaset yapmak, siyasal kararlar vermek, yargı kuruluşlarının görevi değildir. Sonuçta ne olmuştur? Türkiye yeni bir seçimden çıkmıştır. Özel yetkili mahkemelerde yargılanan tutuklu milletvekilleri ile ilgili salıverilme istemlerinin tümünün benzer gerekçelerle reddedilmelerine olağan bir rastlantı gözüyle bakılamaz. Seçimlerden sonra ülkenin birçok yönden durulmuş olması beklenirken ortalık yine toz duman içindedir. Demokratik yeni anayasa söylemleri ise daha şimdiden yargı kararları üzerinden yürütülen pazarlıklar nedeniyle anlamsız kalmıştır. AKP yeniden tek başına iktidar oldu. Önceki dönemlere göre değişen ne var? Türkiye’de artık kuvvetler ayrılığı ilkesinden söz edilemez. Siyasal iktidar amacına ulaşmış, bütün erkleri denetimi altına almıştır. Ne diyordu Yusuf Has Hacip: “Bir ülkede adalet olmazsa, gökyüzü kafamıza çöker, hepimiz altında kalırız.” Bu hallere düşmemek için, bağımsız ve adil yargılamanın yeniden kazanılması gerekiyor. Ama nasıl? Uzlaşma ve paylaşım yine balkonda kaldı. AKP, bildiğimiz gibi! Yetim... Kimsesiz çocuklar, yetiştirme yurdunun yakınındaki inşaatta, kendileri gibi kimsesiz bir köpek yavrusu buldular, yurdun bahçesine getirdiler. Müdür görmesin diye ağaçların arasındaki duvar kovuğuna sakladılar. Nöbetleşe gidip sevdiler ve iyi olduğunu görüp birbirlerine fısıldadılar. Adını da koydular: “Yetim...” O akşam yemeğinde bütün çocuklar, hiçbir zaman içmedikleri sütlerini bitirmişlerdi. Nöbetçi öğretmen şaşırırken, sütlerin toplandığı sürahi Yetim’in kulübesine gitmişti bile... Yetim biraz büyüdü... Yasağı biliyormuş gibi ağaçların arasındaki duvar kavuğundan fazla uzaklaşmıyor, sadece kafasını uzatıp çocukları seyrediyor, onlar yaklaşınca deliler gibi seviniyordu. O günlerde yemekhane görevlileri çocukların köftelerini de sonuna kadar yiyip bitirdiklerini fark ettiler. Ertesi gün için de “Çok canımız istiyor” diye yine köfte istiyorlardı... Yetim güzel bir köpek oldu... İpek gibi sapsarı tüyleri, siyah gözleri, dimdik kulakları vardı... Gece yatakhanede çocuklar birbirlerine köpek hikâyeleri anlatıyorlar, kompozisyon derslerinde duygulu köpek şiirleri yazıyorlardı... O derste resim öğretmeni bir şey gördü: Bütün çocuklar sarı tüylü, siyah gözlü bir köpeğin resmini yapmışlardı... Ama Yetim ve yetimler öğrendiler ki dünya her zaman güzel değil... Yetim, sen git müdürün arabasına havla... Tüm bunları öğrenen Ankara Barosu avukatlarından Kumru Kılıçoğlu yetişmeden, barınaktan belediye ekipleri geldi o gün... Onu duvar kovuğuna sıkıştırıp yakaladılar. Çocukların ağlayışları arasında Yetim’i alıp kafesli bir kamyonete koydular... Çocuklar gözlerini sildikleri mendilleri, onun gidişini görmemek için yüzlerine kapatırken, Yetim dönüp dönüp baktı onlara... O gece ne sütler içildi... Ne köfteleri yedi çocuklar... Okulun koridorundaki panoda sarı bir köpeğin resimleri bir süre kaldı... Sevgi; bir incir çekirdeği gibi, bazen en sert duvar kovuklarında yeşerir... Bırakmıyorsunuz büyüsün... C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle