23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 26 HAZ RAN 2011 PAZAR 12 PAZAR YAZILARI Bir ‘sanal devrim’ macerası Ormanı eçen yıl bu sıralar yazdığım bir pazar yazısında, Belarus Devlet Başkanı Aleksandır Lukaşenko’nun geleneksel müttefiki Rusya’yla arasına mesafe koyarak Batı’yla yakınlaşmayı seçtiğini, Rusya’nın ise Lukaşenko’nun muhaliflerine destek vermeye başladığını söylemiştim. Ayrıca 2010’un Aralık ayında yapılması planlanan devlet başkanlığı seçimlerinin çeşitli sürprizlere gebe olduğuna işaret ederek, yazıma “bu kış sıcak geçecek” başlığını koymuştum. Seçimlerin sonucu pek sürpriz sayılamazdı. Lukaşenko, seçimleri tekrar kazanarak, dördüncü kez devlet başkanlığına seçildi. Fakat, seçim sürecinin asıl sürprizi, Lukaşenko’nun ülkenin eksenini yeniden kaydırmasıydı. Batılı ülkelerle yakınlaşmaya çalışan fakat oradan umduğunu bulamayan Lukaşenko, seçimlerin öncesinde Rusya’yla bazı anlaşmalara imza atarak, yeniden Rusya’nın yakın müttefiki oldu ve Rusya’ya oynayan muhalif adayların kozlarını ellerinden aldı. Fakat bu son dakika manevrası, Batılı ülkelerin sert tepkisini çekecek ve polisin seçim sonuçlarını protesto G yönetiminin devamını sağlıyor ve onu eden onbinlerce kişiye müdahale edip devirmeye çalışan kesimleri, gerekli aralarında devlet başkanlığı adaylarının da zeminden mahrum kılıyordu. Şimdiyse, 10 olduğu yaklaşık 600 kişiyi gözaltına alması, milyon nüfusa sahip ülkede, son dört ayda ABD ve AB’nin Belarus’a yeniden yüzbinlerce kişi işinden oldu. Avrupa yaptırımlara başlamasına ve ABD ise ekonomik yaptırımları vesile olacaktı. Seçimlerden K EV inadına yoğunlaştırmakta. hemen sonra konuştuğum Rus Lukaşenko, kredi için Rusya’ya yetkililer, Belarus’un ikinci bir başvurdu. Rusya, bu isteği dolaylı Mısır veya Tunus olma yoldan karşıladıysa da bunun için ihtimalinin düşüklüğüne işaret Belarus’ta geniş çaplı özelleştirmeleri ediyorlar ve Belarus’taki ekonomik istikrarın, DENİZ BERKTAY şart koştu. Şimdi, Belarus’un doğalgaz sisteminin tamamının ve Lukaşenko’nun rejiminin başlıca kimya fabrikalarının Ruslara güvencesi olduğunu satılması gündemde. söylüyorlardı. Oysa, geçten aylarda Muhalif gruplar, bu şartlarda facebook sosyal Belarus’ta patlak veren döviz krizi, siyasi paylaşım ağının Rus versiyonu olan atmosferi de altüst etti. Batılı ülkelerin odnoklasniki sitesi üzerinden örgütlenmeye uyguladıkları ekonomik yaptırımların da başladı. Lukaşenko yönetiminin internete etkisiyle, ülke, ciddi bir ekonomik krizin sınırlama getirmesine ve buradaki bazı içine yuvarlandı. Döviz büroları, dolar muhalif grupların kullanıcılarının gözaltına satışını durdurdu. Döviz bulamayanlar, önce alınmasına rağmen, muhalifler, sanal altına, sonra beyaz eşyaya ve otomobillere ortamda hızla örgütleniyor. Geçen hafta, hücum ediyor. Bundan dört ay öncesine benzin kıtlığını protesto eden Minskli araba kadar, ülkedeki ekonomik istikrar ve sosyal sürücüleri, yollarda aynı anda arabayı devlet, Lukaşenko’nun otoriter sayılabilecek durdurup lastik değiştirince, kentin trafiği felç oldu. Slogan da atmadıkları için polis neye müdahale edeceğini bilemedi. Şimdi de her hafta çarşamba günleri, kentin meydanlarında binlerce kişi toplanarak, yine hiçbir slogan atmadan sadece ıslık çalarak veya alkışla iktidarı protesto ediyor. Bu eylemlerden sonuncusunda polis 400 kişiyi gözaltına aldıysa da mahkemede sadece birkaç kişi, gürültü yapıp çevreyi rahatsız ettikleri gerekçesiyle, para cezasına çarptırıldı. Şimdi, en büyük kitlesel eylemi, ulusal bayram günü olan 3 Temmuz’da düzenlemeye hazırlanıyorlar. Lukaşenko’nun kamuoyu desteğinin kırsal kesimde güçlü olmasına karşılık başkent Minsk’te, muhalif akımlar egemen. Bu nedenle, ülkedeki siyasi sorunlara ekonomik çalkantıların eklendiği, üstelik Avrupalı ülkelerin de Batılı ülkelerin de muhalefete destek verme olasılığının olduğu bu şartlarda “sanal protestolar”dan Mısır tipi bir toplumsal patlama ortaya çıkar mı, bunu, önümüzdeki ay göreceğiz. www.avrasyahaber.net andıran mezarlık vrupa’nın en büyük mezarlığı Viyana’daki 240 bin metrekare alana yayılan Merkez Mezarlığı’dır. Burada 3 milyon civarında mezarın olduğu söyleniyor. Avrupa’daki önemli mezarlıktan biri de 40 bin metrekare alanı kaplayan ve içinde yüz bin mezarın bulunduğu Paris’teki dünyaca ünlü PèreLachaise’dir. Berlin Weissensee Mezarlığı da aynı büyüklükte. Ancak yüz on altı bin mezarın bulunduğu Weissensee’ye 1880’den bu yana sadece Yahudiler gömülüyor. Geçen aylarda bir belgesel film dikkatleri çekmişti. 2011 Berlin Film Festivali’nde seyirci ödülü kazanmış olan “Cennette, toprağın altında” adlı filmin konusu bu Yahudi mezarlığı idi. Berlin’i terk edip, eski Doğu Berlin’in geniş caddelerinden geçerek ulaşacağınız Weissensee semtindeki Yahudi mezarlığının geniş kapısından içeri adım attığınız anda kendinizi bambaşka bir dünyada hissediyorsunuz. Biraz şaşkın, biraz merakla çevrenize bakınırken biri hızla yanınıza sokuluyor. Adam hiç konuşmadan size kara bir takke uzatıyor. Kavrıyorsunuz, bu kipayı başınıza geçirmeden mezarlıktan içeri adım atmak yok. Hangi dinden olursanız olun, ölülere saygı gereği başınızı kapatmalısınız. Bir zamanlar İsrail’deki soykırım müzesini gezerken Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’in başında şapka vardı. Onlardan sonra gelen Başbakan Erdoğan ise nedense müzeyi “başı çıplak” gezmişti... Az sonra dev ağaçlar altındaki yollarda ilerlerken başka bir dünyadasınız. Çeşitli sarmaşığın kapatmış olduğu kara mezar taşları, mozoleyi andıran dev mezarların sağından solundan yükselen onlarca yıllık kırmızı, beyaz Alp gülleri... Mezarlar çok değerli mermer taşlarından veya granitten yapılmış, döküm parmaklıklar gümüş ve altın renginde. Kimi parmaklığın BERL N ardında yine altın boyalı yüksek şamdanlar görülüyor. Mermerlerdeki sevecen yazıtlar orada yatanları saygıyla AHMET ARPAD anıyor. Taşlara itinayla işlenmiş defne ve yeşil sarmaşık motifleri de o kişiyi onurlandırıyor, ona duyulan dostluk duygularını simgeliyor. Weissensee’deki anıt mezarlar özellikle İkinci Dünya Savaşı öncesinde vefat etmiş olan, toplumun yakından tanıdığı çok varlıklı Yahudiler için yapılmış. Soykırımdan önce Berlin’de 170 bin Yahudi yaşarken, Üçüncü Rayh’ın sonu geldiğinde sayıları bin beş yüze düşmüş! Küçük bir mahalleyi, mezarlıktan çok bir parkı, hatta yer yer bir ormanı andıran Berlin Yahudi mezarlığına büyük kentin kargaşasından ve gürültüsünden kaçıp, ağaçlar altında huzur içinde gezinmeye gelenler de var. Tarihi ağaçların dorukları güneşin sıcağını, çevrenin gürültüsünü önlüyor. Kuşlar için bir cennet. Ağaç doruklarına atmacalar yuva kuruyor, geceleri mezar taşları arasında tilkiler dolaşıyor. Gölgeli, serin yollarında sadece meraklılar, yabancı turistlere rastlanmıyor. Bastonuna dayanarak yürüyen yaşlılarla, çocuk arabası süren anneler de burada nefes alıyor. Ara yolların çoğuna girmek mümkün değil. Kırılıp düşmüş ağaç dalları, yerlere kadar inmiş dev sarmaşıklar ve sürekli yayılan yosunlar sadece yolları kapatmış değil, birçok mezar taşını da altına gömmüş. Kimi kara mezar taşı öne veya arkaya eğilmiş. Az ötede yan yana iki mezarın taşları düşmemek için birbirlerine destek olmuş, baş başa vermiş iki insan gibi öyle duruyorlar. Bu mezarlıkta yatanların yakınları Nazilerin Yahudi soykırımında gaz odalarına yollandığı, ölümden kurtulanlar da denizaşırı ülkelere kaçtığı için mezarlara bakacak hiç kimse kalmamış. Onlarca yıl sonra günümüz Berlin Senatosu çok kısıtlı bütçesinden her yıl 280 bin Avro’yu mezarların restorasyonuna ayırmaya karar vermiş. Bütün mezarlığı yok olmaktan kurtarmak için ise derhal 40 milyon Avro’ya gerek var! Almanya Yahudileri Cemaati, Berlin Weissensee Mezarlığı’nın bir an önce UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası olarak kabul edilmesini istiyor. www.ahmetarpad.de A Stockholm farelerin istilası altında E nfes bir yaz gecesi. Gece yarısından sonra hava aydınlanmaya başladı bile. Biraz önce deniz börülcesi dahil Ege mezeleriyle donatılmış bir sofradan kalktık. Ceren ile Oral’ın Stockholm’ün en yüksek apartmanının en üst katındaki dairelerindeki doyumsuz sohbetten sonra parka bakan evimizin balkonunda oturup cıvıldamaya başlayan kuşları dinlemek istedim. Balkona yöneldim ki ardına kadar açık balkon kapısının dış tarafında davetsiz bir misafirle göz göze geldim. Yumruk büyüklüğünde bir fare içeriye girmeye hazırlanıyordu. Hayvanı aşağıya postalamak için hamle yaptım ama gayretim boşa gitti, balkonun köşesindeki yarıkta kayboldu. Tuhaftır ki yan dairenin balkonuyla bizim balkonu ayıran duvarın, binanın cephesiyle birleştiği yerdeki yarığı daha önce fark etmemiştim. Güya yeni binalar. Stockholm’ün merkezindeki yerleşim alanında Japon turistlere göğüslerini kabartarak gösterdikleri mahalleden söz ediyorum... Ne abartıyorum ne de şaka yapıyorum. Stockholm farelerin işgali altında ve kimsenin bir şey yaptığı yok. Geçen yıl Amerikalı bir gazeteci önünden kedi büyüklüğünde fare geçince ülkesine koca haber geçmişti. Üstelik Amerikalı fareyi yaz aylarında İsveçliden fazla turistin cirit attığı Eski Şehir’de (Old Town) görmüştü. Yani adım başında bir lokanta ve kafenin bulunduğu bölgede. Yaz gelince parklar da bunların işgali altına giriyor. Çoluk çocuğun elinden düşen yiyeceklerin peşindeler. Havuza bakan küçük meydanda oturup şadırvandan gelen su sesini dinlerken bir bakıyorsunuz STOCKHOLM bacaklarınızın arasından fare trafiği başlıyor. Biraz göz gezdirince yeşilliklerin arasında yığınla olduğunu görüyorsunuz. Çevre temizliği on yıldır iyice OSMAN İKİZ aksadığından sokaklar, parklar, fareler hegemonyasına kaldı. O yüzden belediye yöneticilerini “hayırla” anmaktayım. Fare istilası konusunda şikâyetler aslında ayyuka çıktı ama onlar da gerekçe bulmakta çok ustalar. Zehir kullanmanın çevreye ve insanlara zarar vereceğinden endişe ediyorlarmış. Hepimiz vebadan mefta olursak ne olacak acaba? Bu satırları yazmadan önce arkadaşım gazeteci Arslan Mengüç’ün İsveç anılarını okuyordum. Anılarımdaki İsveç, Refah Ülkesinde Yirmi Altı Yıl, yaşamın her alanına bir pencere açıyor. Arslan, otuz, kırk yıl önceki anılarıyla İsveç’i özetlemiş. Aklıma bir şey takıldıkça o konuyla ilgili gazete makalesi uzunluğundaki yazıya tekrar dönerim. Bu çevre pisliğine takmış olduğumdan Arslan’ın anılarına yine göz attım. 1970’li yıllarda mahallelerde topluca çevre temizliğine çıktıklarını anlatıyor. Ne yazık ki o İsveç artık yok. Bireyler bireyci oldular. Dayanışmanın yerini egoizm aldı. Eskiden sokakları belediye işçileri temizlerdi. Belediye, işleri özel şirketlere dağıttı. Özel şirket on kişinin yapacağı işi beş kişiye yaptırıyor. Sokağı her gece temizleyeceğine haftada bir temizliyor. Buna da küresel ekonomiye uyum deniyor. Yani insanın yerini ekonominin aldığı bir küresellik. Nereden nereye geldik. Bizim balkondaki davetsiz misafirden belediyecilere, oradan küresel ekonomiye. Haksız mıyım yani?.. Eskiden böyle sorunlar mı vardı? Sokaklar bal dök yala misali tertemizdi. Bana sorarsanız bizim balkondaki fare küresel felaketin habercisi. osman.ikiz@tele2.se Kosova’dan Türk esintileri Y ugoslavya’nın dağılmasından sonra ABD’nin büyük desteği ile bağımsızlığını ilan eden Kosova’nın başkenti Priştine’de Arnavut, Türk ve Sırplar yaşıyor. Ayrıca Boşnak da var. Tito zamanında yaptırılan kardeşliği simgeleyen heykel, şehrin meydanında herhalde yaşanmışlıkları hatırlayarak buruk bir yalnızlık içinde... Bu heykele bakarken insan Kars’ta yaşanan, kardeşliği simgeleyen heykelin daha bitmeden başına gelenleri de düşünmekten kendini alamıyor. 90’lı yılların sonundaki iç savaş sonrasında çekilen acılarla yaşanıyor Priştine’de. Meclis önünde, savaşta kaybolanlardan bir haber alınır umuduyla, fotoğraflar hâlâ sararmış yıpranmış da olsa asılı. Her gün bu acı tablonun önünden geçiliyor. Yaklaşık 2 milyon nüfuslu Kosova’nın başkentinde yaklaşık 700 bin kişi yaşıyor. Çoğunluk Arnavut, Hıristiyan Arnavutlar ise azınlıkta. Tarihi bir kent. Avrupa’dan çok Osmanlı izlerini taşıyor. Yıpranmış ve yorgun bir kent görünümü var. Ucube gökdelen yapılaşması yok, doğa korunmuş. Ancak eski, bakımsızlıktan yok olmaya doğru gidiyor. Akşamüzeri bir kafeye oturunca Türk kahvesi içme olanağınız var. Az da olsa Türkçe konuşmalar da geliyor kulaklarınıza. Yüzlerde bir sıcaklık ve tanışlık duygusunu da görebiliyorsunuz. Yabancı değil. İhmal edilmiş. Araya uzun mesafeler ve uzun bir zaman süreci girmiş. Yalnız kalmışlar, çok kayıplar vermişler. Belki de o yüzden, yalnızlık aşıldığında, hemen o sıcaklığı, sarılmayı hissediyorsunuz. Daha İstanbul fethedilmemiş, Sultan Beyazıt’ın buraya geldiğinde 1389’da yaptırdığı cami hâlâ ayakta. En eski cami olarak asırlara karşı, kayıplara ve acılara karşı direniyor. Sonra, Fatih Cami’sini görüyorsunuz. Restore edilmiş, yanındaki hamamı da Norveçliler restore ettiriyor. Bakanlıklar, başbakanlık, meclis, cumhurbaşkanlığı, belediye, AB ve ABD kuruluşları adeta yan yana. Yapılaşmada, eski ve yeninin karmaşası hemen görülüyor. Tarihi simgeleyen üç minare hemen beliriyor. Ama birçok yerde Amerikan bayraklarının PR ŞT NE asılmış olması sizi şaşırtıyor, orada adeta normal gibi. Ayrıca, Arnavutluk İSMAİL BAYER bayrakları da yoğunlukta. Tabii az da olsa Türk bayrakları da var. Ayrı bir para birimi yok, Avro kullanılıyor. Ama AB’nin parasını kullanan Kosova’ya kapıları hâlâ kapalı. Bu Avrupalının bakışını, demokratlığını ve ayrık tutmak istemesini çok açık bir şekilde gösteriyor. Parlamentoya 120 milletvekili seçiliyor. Kadınlara, seçimlerde yüzde 30 kontenjan ayrılıyor. Savaşlar, göçler, katliamlar, sonrasında giderek Türkler azınlıkta kalmışlar. Türklerden parlamentoda 1’i kadın, 2’si erkek, 3 milletvekili var. Azınlıklardan 2’si Boşnak ve bir de Roman milletvekili var. Halen ülkeyi bir koalisyon hükümeti yönetiyor. Geçen dönem sağlık bakanlığı görevini de bir Türk kadın yürütmüş. Galatasaray maçlarından, yönetimi ve seçimlerine kadar, buradan ilgiyle ve adeta günü gününe izleniyor. Belki bunda Galatasaray’ın kurucularında Ali Sami Yen’in babasının Priştineli olması ve adına Şemsettin Sami diye burada bir okul bile olması etken olabilir. Osmanlı ve Cumhuriyetin izi Şemsettin Sami ile özdeşleşmiş. Uzun yıllardır, Tekstil İşverenleri Sendikası’ndan tanıdığım, yönetici, avukat Türker Aslan’ın bir Galatasaraylı olarak hemen adı geçiyor. Yönetime yeni seçilen, Sedat Doğan diyorum, “Evet yönetime yeni geldi genç bir avukat” yanıtını alıyorum. Galatasaray’ın bu kadar yakından izlenmesine de şaşırdığımı söyleyebilirim. Çalık ve Limak gruplarının yaptığı işler ve aldıkları konuşuluyor. Türkler, ekonomiye ve altyapı yatırımlarına girmişler. Hastane de yapmışlar, okullar da açılmış. ODTÜ’nün, üniversite kurması için geniş bir arazi de tahsis edilmiş fakat yatırım yapılmamış. Bu biraz burukluk da yaratmış. TOBB de bir üniversite kurma girişiminde bulunmuş. Bir bina kiralanmış sonra sadece tabelası kalmış, daha sonra da bina, ABD okulu için kiralanmış. TOBB’de yönetim değişikliği sonrasında, Ankara da TOBB ETÜ’nün açılmasıyla, girişimin yeniden canlanacağı beklentisi içine de girilmiş. Türkiye’nin Büyükelçisi Şengül Ozan, göreve yeni başlamasına karşın hemen çok iyi bir iletişim kurmanın ötesinde, sevilen bir kişi haline gelmiş. Kısa sürede benimsenmiş olması, Türkiye ile ilişkilerin gelişeceğini gösteriyor. ismail.bayer1@yahoo.com C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle