15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 29 N SAN 2011 CUMA [email protected] 18 KÜLTÜR Wim Wenders’in 3 boyutlu olarak çektiği belgesel sanat filmi ‘Pina’ bugün sinemalarda gösterime giriyor Dansın büyüsü beyazperdede Kültür Servisi Alman yönetmen Wim Wenders’in 3 boyutlu olarak çektiği belgesel sanat filmi “Pina” bugün sinemalarda gösterime giriyor. Kısa bir süre önce İstanbul Film Festivali’nde gösterilen “Pina”, Wuppertal Dans Tiyatrosu’ndaki olağanüstü koreografileriyle dansın dilini değiştiren efsanevi dansçı ve koreograf Pina Bausch’un en önemli yapıtlarının estetiğini seyirciye büyüleyici bir biçimde aktarıyor. 1984’te “Paris, Texas” ile Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye alan, 1987’de “Arzunun Kanatları” ile yine Cannes’da En İyi Yönetmen seçilen Wenders, 2009’da yaşama veda eden Bausch’la tanışmasını şöyle anlatıyor: “1985 yazında kız arkadaşımla birlikte Venedik’teydik. Pina Bausch’un yapıtlarından bir retrospektif vardı. Arkadaşım, mutlaka görmemiz gerektiğini söyledi. Benim hiç ilgimi çekmiyordu, ama arkadaşım diretince gittik. ‘Cafe Müller’i izlerken, birkaç dakika sonra kendimden geçtiğimi fark ettim. Daha önce hiç böyle bir şey izlememiştim. Sözcüklere gerek duymadan, kadınlarla erkekler arasındaki ilişkiler konusunda koca bir sinema tarihinden daha çok şey anlatan bir gösteri görmemiştim. Gösteriden sonra Pina’yla 15 dakika kadar konuşma olanağı buldum. Size hiç kimsenin bakmadığı gibi bakıyordu, tam içinize bakıyordu.” Guardian gazetesinden James Woodall’ın sorularını yanıtlayan Wenders, “Pina” filmini çekme düşüncesinin nasıl doğduğunu ve neden 3 boyutlu olarak çekildiğini de şöyle dile getiriyor: “Daha sonra Wuppertal’e gittim; Pina’nın Los Angeles, New York, Paris’te sahnelediği tüm gösterileri de izledim. Sık sık buluştuk ve yıllar içinde çok iyi dost olduk. Yapıtları üstüne bir film yapma düşüncesi yavaş yavaş biçimlendi ve Pina bu düşünceyi gittikçe daha ciddiye aldı. İlk başlarda hafifçe gülümseyerek karşılıyordu, ama birkaç yıl sonra benim önerimi bana hatırlatmaya başlamıştı. Bir süre sonra Pina’nın yapıtlarının dolaysızlığını, fizikselliğini sinemaya aktarmanın zorluğunu fark ettim. Mucize yaratamazdım, onu düş kırıklığına uğratmak istemiyordum. Ancak çözümü Pina’nın ölümünden önce bulduk. Çözümü bulan ben değildim, teknolojiydi. 3 boyutlu sinemanın olanaklarının beni dansçıların dünyasına, uzama sokabileceğini gördüm. Pina’ya gittim ve 3 boyutlu tekniğin görünmeyen duvarı kaldıracağını söyledim. Çok heyecanlandı.” The Telegraph’tan Sarah Crompton’ın filmle ilgili yorumu şöyle: “Pina Bausch, dünyanın en köktence, Bausch’un 1973’te Wuppertal’daki topluluğunu kurmasından bu yana gerçekleştirdiği tüm yapıtların olağanüstü bir kaydı. ‘İlkbahar Ayini’ ve ‘Café Müller’ gibi yapıtlar o denli büyük bir tutku ve canlılıkla filme alınmış ki, nerdeyse sahnedeki kadar canlı ve güçlü kılınmışlar. Wenders, kameralarını eylemin ortasına yerleştirerek onları yalnızca dansları kaydeden birer aygıt olmaktan çıkarmış, aynı zamanda danslara katılan birer öğeye dönüştürmüş.” The Times’dan Kate Muir ise “Pina”yı şöyle yorumluyor: “Wim Wenders’in, Pina Bausch’un modern dans topluluğuyla ilgili bu çığır açıcı filmiyle, 3 boyutlu sinema olgunluğa erişiyor ve incelikli, sanatsal bir araç olup çıkıyor. Beyazperdeden fırlarcasına hareket eden dansçıların coşkularını, terleyişlerini ve bedenlerindeki enerjiyi izlerken seyirci canlı sahne performansının ötesine geçen bir deneyim yaşıyor, gösteriyi yapanlarla gösteriyi izleyenler arasındaki mesafe ortadan kalkıyor. 3 boyutlu sinemanın, seçkin gösterileri daha geniş bir seyirciye ulaştıran yepyeni bir kullanımıyla karşı karşıyayız.” ci ve etkileyici dans ustalarından biriydi. O yüzden, yönetmen Wim Wenders’in ona saygı niteliğindeki bu filmin, üç boyutun sanatsal olanaklarını kullanmaya yönelmesi çok yerinde bir seçim. ‘Pina’, pek çok yönden hem seyirciyi derinden etkileyen, hem de mucizeler yaratan bir film. Her şeyden ön Modern dan yapan efsan sta devrim ev Pina Bausch i koreograf ’un yapıtları nı sinemaya ak taran Wenders, 3 b teknolojiye s oyutlu anats nitelik kazan al bir dırdı. ‘14. UÇAN SÜPÜRGE ULUSLARARASI KADIN F LMLER FEST VAL 5 MAYIS’TA BAŞLIYOR Onur Ödülü Derya Alabora’ya Kültür Servisi Sinemada kadın emeğinin görünür olmasına katkıda bulunmayı ve kadınların bu alandaki üretimlerini desteklemeyi hedefleyen “Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali” sürprizlerle dolu bir açılış ile başlıyor. Bu yıl 14. kez gerçekleştirilecek festival, 5 Mayıs’ta saat 20.00’de Şinasi Sahnesi’ndeki açılış töreni ile başlayacak. TRT tarafından canlı yayımlanacak törenin sunuculuğunu ise Orhan Alkaya ile Ayça Bingöl üstlenecek. Açılış gecesinde festivalin geleneksel “Onur Ödülü” Derya Alabora’ya, “Bilge Olgaç Başarı Ödülleri” ise Deniz Türkali ve Handan Ayrılık Kara’ya verilecek. Ödüller sürpriz isimler tarafından sahiplerine iletilecek. Festival, başrollerini Derya Alabora, Sibel Kekilli ve Settar Tanrıöğen’in paylaştığı “Ayrılık” filmiyle açılacak. Festival, dünyanın çeşitli ülkelerinden çok sayıda kadın yönetmeni de Ankara’da misafir edecek. Tahmineh Milani, AVanja D’alcantara, Paula Palacios, Prakriti Maduro, Efua Dorkenoo, Kristen M. Fitzpatrick festival için Ankara’da olacak. Festival mekânları bu yıl da Kızılırmak Sineması ve Goethe Institut olacak. Festival, 12 Mayıs’a kadar sürecek. Bir Ortadoğu tragedyası gibi stanbul Film Festivali’nin yarışma bölümünde de gösterilen “ çimdeki Yangın”, haftanın en önemli filmlerinden biri Denis Villeneuve’ün, En yi Yabancı Film Oscar’ına Kanada’dan aday gösterilen bu son yapıtı, gerçekçi ve inandırıcı yapısıyla seyirciyi baştan sona sarıp sarmalıyor. Dini çekişmelerin girdabına yakalanmış Hıristiyanlarla Müslümanların birbirini yediği, savaşın olanca şiddetini ve dehşetini yaşayan iki halkın birbirine düşman edildiği, 40 yıl öncesinin kargaşa içindeki bir Ortadoğu ülkesinde (Filistin), Vahap adındaki âşık olduğu Müslüman bir göçmen gence kaçar, Nawal (Lubna Azabal) adındaki (yöredeki kadına yönelik baskılardan da nasibini bolca almış) Hıristiyan bir genç kız. Aile şerefi adına Vahap’ı vuran kardeşlerinin elinden ninesinin kurtardığı hamile Nawal’ın doğurduğu bebek yetimler yurduna verilirken nine, gazeteci amcasının yanına, okumaya yollar ‘aile adını kirletmiş’, asi genç kızı. Mayın tarlasından farksız, şiddetle, düşmanlıkla dopdolu, fitne fesat bir coğrafyada geçen “İçimdeki Yangın”, kuşkusuz festivalde kaçıran sinemaseverlerin bu kez kesinlikle es geçmeyeceği, savaş karşıtı, okkalı bir dram. Bir önceki festivalde gösterilmiş “Polytechnique” filmiyle anımsadığımız, Kanada sinemasının, 1967 doğumlu, dipbulma’ hikâyesi aracılığıyla) bakan “İçimdeki Yangın”, ‘İkizler’,‘Nawal’, “Nihat”, “Daresh”,“Deressa” gibi kişi ve yer adlarıyla başlıklandırılmış, günümüzden geçmişe gittiğimiz çeşitli bölümlerden bütünlenen, oldukça gerçekçiinandırıcı kılınmış yapısı ve melodramın ciğerini yaran, trajik atmosferiyle seyirciyi baştan sona sarıp sarmalıyor, bitene dek bir daha bırakmamacasına. Anlatımından oyunculuğuna, karmaşık Ortadoğu manzaralarından Batılı, blues’umsu müziklerine kadar başarılı ve etkileyici nitelemesini hak eden, hatta gaddar Hıristiyan milislerin tarayıp çöl ortasında durdurdukları Müslüman otobüsünü, kadın çolukçocuk demeden benzin dökerek yaktıkları sahne ya da ortaçağdan kalma, dehşetengiz hapishane görüntüleri gibi politik sinemaya armağan edilmiş kimi unutulmaz bölümler de içeren ve anlattığını kıvırtmayan, nesnel bir yaklaşımla ele alan, hatta kimi eleştirmenlerce göklere çıkarılıp en iyi yabancı film Oscar’ına Kanada’dan aday gösterilen “İçimdeki Yangın”a, festivalden devredip kuşkusuz piyasayı zenginleştiren önemli filmlerden biri diyebiliriz sonuçta. Seni Seviyorum Der’de Woody Allen, kadınerkek ilişkilerini, düş kırıklıklarını, inişleri, çıkışları sergiler, bir kez daha yaşamdan zevk almanın altını çizer. Liberal demokrat ailenin tutucu Cumhuriyetçi oğlunun taraf değiştirmesiyle de politik görüşünü yansıtır. Şöhret’te ikiyüzlü evlilikler, ihanet, depresyona giren yetişkinler, psikoterapi, suçluluk, Katolik çekingenliği, mutsuzluk, aşağılık kompleksi, yaşamı sorgulamak temalarını kurcalayan yönetmen, “Ünlülerine ve onları ayrıcalıklı kılan unsurlara bakarak bir toplum hakkında bilgi edinebilirsiniz” der. Bağımlı aktör, seksi manken, çekici yıldızla zaman geçiren, yazar olmayı düşleyen Woody’nin alter egosu Lee “Mutlu değilim, çok geç olmadan yaşamımı değiştirmeliyim” der. Refah toplumlarında ünlü olmanın ardındaki yapaylığı, sıradanlığı, kuralları sinemacı her zamanki ustalığıyla yansıtır. Akrebin Laneti’nde 1940’lara dönen Allen, sigorta uzmanı C. W. Briggs’in komik, entrika dolu öyküsünü anlatır. Sihirbazın “Constantinople” sözcüğüyle hipnotize olan Briggs, alarm sistemlerini kendi kurduğu malikânelerden mücevherleri çalar. Kırklı yıllarda moda olan film noir (kara film) türüne saygıda bulunan yönetmen yetmişlerdeki durum komedilerine de geri döner. lomalı, yetenekli yönetmenlerinden Denis Villeneuve’ün Lübnan asıllı tiyatrocu Wajdi Mouawad’ın “Scorched” adlı oyunundan uyarlayıp senaryosunu yazarak montajını da yaptığı “İçimdeki Yangın”, Jeanne (Melisse DesormeauxPoulin) ve Simon (Maxim Gaudette) adlı ikizlere, çok çileli bir 60 yılın ardından hastanede ölen anneleri Nawal’ın vasiyetnamesinin bir noter (Remy Girard) huzurunda açıklanmasıyla başlıyor ve etkileyici bir Grek tragedyası havasında seyrediyor. Nawal’ın, kızı Jeanne’dan babasını, oğlu Simon’dan da ağabeyini bulmasını şart koştuğu vasiyeti gereğince yollara düşen Jeanne, anasının yakılıp yıkılmış köyüne yollanırken bu meçhul geçmişi keş fetme yolculuğuna Simon da sonradan katılır ve Filistin kökenli, Kanadalı ikiz kahramanlarımız, kral Oidipus’un kaderini yaşayan ağabeyin (NihatEbu Tarık) aslında babaları olduğu gerçeğiyle (!) çarpılır finalde... Montreal Üniversitesi’nde sinema eğitimini tamamlayıp kısa filmler yaptıktan sonra ilk uzun metrajı “Un 32 Aout sur Terre”i 1998’de, “Maelström”ü 2000’de, “Polytechnique”i de 2009’da çekmiş Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve, anlattığını kıvırtmayan, nesnel bir yaklaşımla ele aldığı dördüncü filmi “İçimdeki Yangın”da turnayı gözünden vurmuş nihayet. Her daim patla(tıl)maya hazır, kızgın Ortadoğu atmosferine (bir ‘aile kökenini keşfetme ve kendini Yüzyılımızın sinema filozofu ASLI SELÇUK Woody Allen Amerikan sinemasının her yıl yeni bir film üreten ender yönetmenlerinden biridir. Çalışmalarına özgün mizahıyla düş gücünü katar. Yönetmenlerin çoğunluğu öyküleri, romanları uyarlayıp, senaryolarını başkalarına yazdırırken Woody’nin kafasında binlerce proje dolaşıp durur. Filmleri onun için terapi niteliğindedir. “Amerika artık bana esin vermiyor” diyen, Avrupa’yı yaratıcılık ve finans açısından güvenli bir liman olarak tanımlayan Allen, son yıllarda Avrupa’da Maç Sayısı (2005), Scoop (2006), Cassandra’nın Rüyası (2007), Barselona Barselona (2008), Uzun Boylu Esmer Adam (2010) filmlerini çekti. Oyuncu Mia Farrow’la kavgalı ayrılığı, 1997’de evlat edindikleri kızı SoonYi Previn’le olaylı evliliği Allen’a epey zor zamanlar yaşattı. 1122 Mayıs’ta gerçekleştirilecek olan 64. Cannes Film Festivali yönetmenin son romantik komedisi Midnight in Paris’le açılıyor. Woody Allen, Paris, Londra, New York, Barselona gibi megakentler de çalışmayı seviyor: “Megakentler benim baş esin kaynaklarım, oralarda hep beklenmedik şeyler oluyor, yaratıcılık açısından çok kışkırtıcı olan kentler filmlerimin kahramanları gibidirler” diyen Allen, varoluşun, yaşamın en derin noktalarını sorgulamadığını ama yaşamda seçimlerin nasıl yapılması, nasıl yaratıcı kalınması, nasıl yaşanması, nasıl yaşlanılmalı başlıklarını alıp sorguladığını irdeliyor. Onun gözde temalarıysa aşk oyunları, rastlantılar, umutlar, düş kırıklıkları, ihanetler ve yazgı. “Aldatmalar, düş kırıklıkları kanımca yolumuza devam etmemizi kolaylaştırıyorlar” diyen psikolojik dramların, romantik komedilerin ustasının Tiglon firması, Mighty Aphrodite (Sevimli Fahişe/1995), Everyone Says I Love You (Herkes Seni Seviyorum Der/1996), Celebrity (Şöhret/1998), The Curse of Jade Scorpion (Akrebin Laneti/2001) filmlerini içeren Woody Allen Koleksiyonu’nu çıkardı. Evlat edinmeyi Sevimli Fahişe’nin odağına yerleştiren sinemacı, Farrow’la süren suçlama davalarına, evlatlığıyla ev lenmesine karşın filminde ironik, mesafeli, aykırı tutumunu sürdürüyor. Pygmalion adlı mitolojik öyküden esinlendiği romantik komedisinde sanatçının iletisi şudur: Yaşamda ne suçlular ne de ma sumlar vardır, sadece yalpalayan, gülünç, sıradan, dağıtmış insanlar vardır. Hiçbir şeyin önemli olmadığı bu soyut dünya içerisinde ne yaparsan yap yaşamın akışını değiştiremezsin. Yaşama gülümsersen dünya da seninle birlikte gülümser, ağlarsan beraberinde yağmuru da getirirsin. Onun için hüznü, melankoliyi bırak mutlu olmaya bak. Müzikal komedi Herkes C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle