Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA CUMHURİYET 9 KASIM 2011 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Yaşadığımız Günler... Komşular ve Müttefikler TÜRK dış politikasının ilginç ve tuhaf sorunlarından biri, komşular ve müttefiklerle ilişkileri ülkenin yararına ve dostça sürdürmenin zorluğudur. Tuhaflık şu ki, söz konusu dış ilişki hem komşu hem müttefik bir ülkeyle ise, zorluk azalacağına artıyor. Yunanistan’la olduğu gibi. atı komşumuzla NATO içinde müttefikiz, ama en kritik sorunlarımızdan bir kısmı da onunla ilgili. Yakın tarihin bazı sayfalarını kapatmak anlamına gelen ve genellikle Lausanne Barışı diye adlandırılan dengelendirilmiş durumlar çerçevesinde bile batı komşumuzun bize dönük kuşkusu hiç azalmışa benzemiyor. Ağır ekonomik bunalım geçiren Yunanistan’ın dıştan silah alımlarına şimdi bile ara vermediği ve eski tempoyu aynen sürdürdüğü bugünlerde Batı Avrupa medyasının haberleri arasında. Atina bir “Türk saldırısı”na karşı hazırlıklı davranmak zorunda olduğunu içte ve dışta tekrarlamaktan yorulmaz. Bunun nedeni, çoğu zaman iddia edildiği gibi Yunan hava sahasının Türk savaş uçaklarınca sık sık ihlal edilmekte olması mıdır? O hava sahasının uluslararası hukuk kurallarına aykırı olarak karasuları çevresinde konik biçimde genişletilmiş olması bir yana, bu ihlalleri Yunanistan’a karşı ciddi bir saldırı ya da düşmanlık belirtisi saymanın ve buna karşı aşırı silahlanışın saçmalığını ayrıca vurgulamaya gerek var mı? Türkiye’nin durup dururken böyle bir çatışma çıkaracağını düşünmek, kronik paranoya değildir de nedir? Yoksa, asıl neden şu olasılıkta mı saklı acaba: Belki Ege’de Kardak işgaline benzer bir densizlik hevesi ve Batı Trakya yahut Kıbrıs’la ilgili bir Yunan oldubittisi planlanmaktadır da, Türkiye’nin buna silahla karşı çıkması öngörülerek mi yeni silahlar alınmaktadır? öyle bir kuşku atmosferinin, bırakın Lozan dengesini, hele NATO gibi bir kuruluş içindeki müttefikliğe hiç mi hiç yakışmadığı açık. Kaldı ki, Makedonya ve Kosova cumhuriyetleri gibi Balkan barışı açısından çıbanbaşı olabilecek sorunların çözümü için de Ankara’yla Atina’nın uzlaştırıcı birliğine gereksinim duyulacak. Bu durumlar ortadayken Yunan hükümetlerinin değerli Avrupa parasını “Türk saldırısı”na karşı silahlara akıtması akıl kârı mıdır? “Bu, adı konulmamış bir savaştır, şehitlere alışmalıyız” diyen modern yoruma gönlüm de aklım da razı olmuyor. Medeniyet savaşa çare bulamadı, depremi önleyecek teknolojiyi geliştiremedi, ama deprem felaketine verilen kurbanların sayısı her yıl azalıyor. Bozkurt GÜVENÇ or günler. Sözü hangisinden açacağımı bilmeden yazıyorum. Art arda bir dizi olay: 5 polisle 25 asker şehit, VanErciş depreminde kaybettiğimiz 600 yurttaş, binlerce yaralı, kuruluşunu kutlayamadığımız bir Cumhuriyet ve Kurban Bayramı ertesinde bir 10 Kasım! Hemen sonrasında 24 Kasım Öğretmenler Günü! Gelenekler “İki bayram arasında düğün olmaz” der; sanırım, önemli kararların aceleye gelmemesi için. Acele etmemeye çalışıyorum ama karar da veremiyorum. Attilâ İlhan’ın dediği gibi “Derdin birine çare bulmadan öbürü başgösteriyor.” Sorun, dertler mi yoksa çare arayan başlar mı bilemiyorum. Şöyle bir saymaya kalktım, 200’den fazla deyim var dilimizde “baş”la başlayan. “Bu, adı konulmamış bir savaştır, şehitlere alışmalıyız” diyen modern yoruma gönlüm de aklım da razı olmuyor. Medeniyet savaşa çare bulamadı, depremi önleyecek teknolojiyi geliştiremedi, ama deprem felaketine verilen kurbanların sayısı her yıl azalıyor. Cumhuriyet törenini ekranda izlemektense evlerimize asmayı ihmal ettiğimiz bayraklarla yollara dökülerek kutlamayı daha anlamlı buluyorum. Cumuhuriyeti koruma bilincine erişmiş sorumlu yurttaşlara ve çağdaş toplumlara ya kadar güçlü davranıyor vb. Demokratik yöntemler Yasanın gücünü ya da iktidarın yasal yetkilerini sorguluyor değilim. Yasaları yürütmeye yetkili olan kişi ya da kurum yetkisini kullanacaktır, kullanmalıdır. Demokrasi öncesi Cumhuriyet hükümetlerinin programlarında, bazı yasaların uygulanacağı açıklanırdı, sanki uygulamamak seçeneği / yetkisi varmış gibi. Demokratik yönetimler, halktan aldığı yetkiyle “istediğim yasaları çıkardım ama yürütmüyorum,” diyebilir mi? “Otoritenin, nihai (ilk ve son) kaynağı ya da neden demokrasi?” sorunu üzerinde düşünüyorum: Kim ne kadar sorumlu? Yetkiyi veren mi, yasayı yapan mı, uygulayan ya da uygulamayan siyasi irade mi? Toplumu ayağa kaldıran “N.Ç.” olayında, o yıllarda yürürlükte olan yasalara uygun görünen yargı kararı kamu vicdanını rahatlatan bir yanıt veremedi. Son yazımda dile getirmeye çalıştığım “Nöbetteki Yasa”ya bağladığımız umutlar bir hayalden ibaretse eğer, kime, neye güveneceğiz? (Cumhuriyet, 3 Kasım). Günlük hava durumu gibi değişkenlik gösteren “milli birlikberaberlik” bildirilerine mi; yoksa ekranlardaki üçdört farklı görüşlü açık oturumlara mı? Kişisel hak ve yetkilerimizi özgürce kullanıyor ve sonuçlarına toplumca katlanıyoruz. Yasaların öyle veya böyle olması sonucu belki etkiliyor ama sandığımızca değil. Nasıl bitireyim ki zor “baş”layan bu yazıyı? Umutsuzluğa kapılmayalım, değerli okurlar: “Güneş her gün yeniden doğar ve dünya yeniden kurulur!” Nadir Nadi’li Anlamlı Anılar... Nusret ERTÜRK Z raşan davranış bu olmalıdır, diye düşünüyorum. iyasi iradeye bağlı bilim akademisi Ülkemizde, iki bayram arasında, şehitler, yargı şahitleri, depremler, kutlamalar ve sınırlarımıza ulaşan mali bunalımlar üzerinde köktenci kararlar alındı, hayata geçirildi. Bunlardan birisi de özerk bilim akademisi (TÜBA) yerine, kanun hükmünde bir kararname (KHK) ile siyasal iradeye bağlı yeni bir bilim akademisi kurulmasıydı. Cumhuriyet okurlarının yakından izlediği gibi, TÜBA kuruluş kanunundaki “hükümete danışmanlık” görevini yaparak, bilimsel özerkliğini korumaya, kurtarmaya çalıştı ama başarılı olamadı. İstifa eden üyeler şimdi özerk bir kuruluşun hazırlığını yapıyorlar. “Yaşadığımız günler”den seçip sıraladığım güncel olayların ortak paydasında yetkisini gücünden, gücünü yetkisinden alanlar var. Yerküre kendini sarsacak ama yıkılmayacak kadar güçlü; “özgürlük savaşçıları” suçsuz insanları öldürmeye yetkili görüyor kendilerini. İktidar, Cumhuriyeti kutlama törenleri yapılmasın diyecek; özerk ve yarı özerk kamu kurumlarını kapatıp yenilerini kuracak S B Mustafa Kemal Atatürk’ü düşünürken Cumhuriyeti kuran, laikliği, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, çağdaşlığı, eşitliği ve özgürlüğü savunan yurtseverler olarak buna seyirci kalmamız beklenemez. Nasıl ki, 88 yıl önce Atatürk’ün önderliğinde bu zihniyete dur dediysek, bugün de dur demek en büyük sorumluluğumuz ve misyonumuzdur. Sena KALELİ Bursa Milletvekili CHP PM Üyesi iliyorum rahat değilsin. İçin içine sığmıyor, bir o yana bir bu yana dönüp duruyorsun. “Sağına bakıyor Damat Ferit’leri, soluna bakıyor Ali Kemal’leri görüyorsun. Bunlar hâlâ işbaşında mı diye iç geçiriyor, kabına sığmıyorsun. Bu ülke benim bıraktığım ülke olamaz diyorsun.” Haklısın, bu ülke senin bıraktığın ülke değil Atam. Çok değil, bundan 45 yıl önceydi. Türbanlı bir öğrenci bir televizyon kanalında 70 milyonun gözüne baka baka “Ben Atatürk’ü sevmiyorum, Humeyni’yi seviyorum” demişti. İnsanın tüylerini diken diken eden bu sözler karşısında donup kalmıştım. Elbette her insan kendi tercihlerinde özgürdür. Ancak bu durum bir düşünce ve inanç bunalımıdır. Temelinde ise dogmatizm ve Atatürk’ü anlamamak yatmaktadır. Bu sürecin tohumları 1950’li yıllarda atılmış, 12 Mart ve de özellikle 12 Eylül darbeleri sonrasında büyük bir ivme kazanmış, AKP döneminde ise devletin kuşatılmasıyla taçlandırılmıştır. Geçmişe özlem duyanlar, B B dinsel temelli bir yönetim isteyenler bugün olduğu gibi dün de vardı. Hiç kuşkusuz yarın da olacaktır. Üstelik iç ve dış desteklerle her geçen gün daha da güçlenmekte, demokrasiyi kendilerine kalkan yaparak laik demokratik Cumhuriyette gedikler açmaya çalışmaktadırlar. İnanç sömürüsü temelinde ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda büyük bir güce ulaşan karşı devrimciler, iktidar kanalıyla devletin her kurumuna sızmışlar ve saldırıya geçmişlerdir. Oluşturdukları cemaat yapılanmasıyla ayrışmalar hız kazanmış, toplumsal kutuplaşma rejimi tehdit etmeye başlamıştır. Burada asıl hedef Cumhuriyettir. Cumhuriyetin kazanımlarıdır, kurumlarıdır. 30 Ağustos Zafer Bayramı ve TBMM’nin yasama dönemi açılış kabul törenlerinden sonra, varlığımızı borçlu olduğumuz Cumhuriyet Bayramı anma etkinlikleri ve resmi geçit töreninin iptali de bunun en somut örneğidir. Bir yandan TSK ve TBMM gibi kurumlar, diğer yandan ise Cumhuriyetin kendisi bilinçli olarak sıradanlaştırılmakta ve önemsizleştirilmektedir. Öte yandan kendi amaçlarına ulaşmada en büyük engel olarak “ulusdevleti” gören küreselleşme yanlıları da Atatürk ve Atatürkçülüğe karşı topyekun bir saldırı başlatmışlardır. Çünkü Atatürk devrimi bir aydınlanma devrimidir. Her ülkenin kendi kaynaklarına, kendi değerlerine ve kendi insanına güvenerek çağdaşlaşmasını öngörür. Bu model “zihnin sınırsız özgürlüğünü” içerir, dogmatizme karşı çıkar, akıl ve bilime dayanır. Toplumu, siyasal, ekonomik, kültürel yapısıyla yenileştirmeyi ve çağdaşlaştırmayı amaçlayan aydınlanma devrimi, aynı zamanda sürekli devrimi öngören ulusal bir eylemdir. Kuşkusuz her reform, her yeni düşünce ve akım, içinde bulunduğu koşulların bir ürünüdür. Bu yönüyle Atatürk devrimi, Anadolu’nun binlerce yıllık kültürünün, evrensel kuram ve değerlerle bir potada eritilmesinin bir sonucudur. Atatürk “Doktrin istemem, sonra donar kalırız, biz yürüyüş halindeyiz” diyerek devrimini sürekli kılmış, kendisini anlamak ve yaşatmak isteyenlerin yürüyüşe devam etmelerini istemiştir. Bu yürüyüşü engellemek ve durdurmak için her yolun denendiği, her fırsatın değerlendirildiği bir süreçten geçiyoruz. Cumhuriyeti kuran, laikliği, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, çağdaşlığı, eşitliği ve özgürlüğü savunan yurtseverler olarak buna seyirci kalmamız beklenemez. Nasıl ki, 88 yıl önce Atatürk’ün önderliğinde bu zihniyete dur dediysek, bugün de dur demek en büyük sorumluluğumuz ve misyonumuzdur. Bu güç bizde fazlasıyla vardır. Gücümüzün kaynağı bilimdir, çağdaşlıktır, yurt ve insan sevgisidir. Yol göstericimiz ise bütün dünyanın “yüzyılın devrimcisi” olarak kabul ettiği Ulu Önder Atatürk’tür. Onun aramızdan ayrılışının 73. yıldönümünde ne yazık ki gözlerimiz yaşlı, içimiz buruk. Ama umutlarımız, inancımız ve kararlılığımız ilk günkü gibi taze ve dimdik ayakta. Bu nedenle rahat uyu Atam. Ruhun bir kez daha şad olsun. Çünkü Cumhuriyet; “Fikren, ilmen ve bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucularla”, “açtığın çığırda ve gösterdiğin hedefte” ilelebet yaşayacaktır. adir Nadi (19081991), 1988’de Cumhuriyet’in başyazarıdır. 7. TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın onur yazarlığına seçilir. Dönemin önde gelen TRT programcısı Çetin Çeki, Nadir Nadi ile üç bölümlük bir söyleşi hazırlar. TRT’nin iki kanalında yayımlanır. O yıllarda, Turgut Özal hükümeti baştadır. TRT’nin yansızlığına bakar mısınız? Amacım, Özal’ı övmek değildir. Bugün, bir benzerini TRT’de düşünemezsiniz! TÜYAP, 2010 onur ödülünü, yine bir Cumhuriyet yazarı Doğan Kuban aldı. TRT, Kuban’la ilgili böyle bir yayım yaptı mı? Neden yapmadı? Cumhuriyet’in 12 Kasım 1988 tarihli sayısında kültür sayfasının yarısı Nadir Nadi’ye ayrılmış. Gazetenin yaptığı uzunca bir söyleşi. Yanında, İlhan Selçuk’un, Yaşar Kemal’in, Demirtaş Ceyhun’un TÜYAP’ta yaptıkları açık oturum yer almış. Cumhuriyet, Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt bir gazetedir. İsim babası Mustafa Kemal’dir. Gazetenin kurucusu Yunus Nadi, Mustafa Kemal’in en yakın arkadaşıdır. Oğul Nadir Nadi’nin ilk yazısı Cumhuriyet’te 1932’de görülür. 1936’da başyazardır. Nadir Nadi, daha sekiz yaşında kemanı eline alır. Sanat altyapısıyla usta yazarlığa ulaşır. Onun, “Batı uygarlığını müzik sayesinde anladım” sözü yeterli anlam taşır. “Yunus Nadi’nin oğlu olmasaydım, kemancı olurdum” diyor o söyleşide. Keman sevgisi, içinde gizli gizli büyür. En sonunda ‘Dostum Mozart’ yapıtını yazar, üstün müzik tutkusunu okurlarıyla paylaşır. Bugün, kaç gazete patronunda, kaç gazetecide bu derece müzik sevgisi yeşermiştir, çok merak ediyorum. A. Camus, “Dünya yaşanası olsaydı, sanata gerek kalmazdı” sözünü boşuna söylememiş. O açık oturumda İlhan Selçuk, Nadir Nadi’yi şöyle anlatmış: “Gazetesinde çalışan insanları sonuna kadar özgür bırakır. En küçük bir müdahalesini görmedim. Ülkemizde, olunamayacak kadar hoşgörülü bir insandır. Aynı zamanda yürekli.” Şimdiki patronlar bunları duymasın! İlhan Selçuk’un 1988 yılındaki bu konuşmaları, neden ilgimizi çekiyor? Yaşar Kemal de, Nadir Nadi için, “Öncü kişiliklerden birisidir. Başında bulunduğu gazeteyi, dil bayrağı yapmıştır.” sözlerini kullanıyor. 12 Eylül paşaları, her şeyi Atatürkçülük adına yaptıklarını söylediler. Oysa, eylemleri Atatürkçülüğün tam tersi idi. Nadir Nadi onlarla, “Ben Atatürkçü Değilim” yapıtıyla alay eder. Nadir Nadi, ya bugün yaşasaydı?.. N Şiir Yazmayı Bıraksaydım... T Hikmet ALTINKAYNAK Zamanlama... Fatma ESİN nce yakın tarih içindeki bir zaman diliminin kronolojisi: 18 Ekim 2011; dört sivil yurttaşımızla birlikte beş polisimizin şehit edilmesi. 19 Ekim 2011; Çukurca’da sekiz karakola eşzamanlı yapılan saldırılar sonucu yirmi dört şehit. 20 Ekim 2011; şehit polislerin toprağa verildiği, acının dalga dalga tüm ülkeye yayıldığı gün Başbakan Erdoğan medya patronlarını, yöneticileri ve genel yayın yönetmenlerini toplantıya çağırdı. Önce muhalefete çattı, sonra medyanın teröre karşı duyarlı olmasını, terörün propagandasını yapmamasını istedi. Böyle bir günde, acının doruğa çıktığı bir günde böyle bir toplantı birtakım soru işaretleri yarattı. Üstelik yaşanmış olayları yazmanın, duyurmanın neden propaganda olduğunu anlamak da olası değil! 21 Ekim 2011; Deniz Feneri davası kapsamında üç aydır tutuklu olan Zahid Akman ve diğer beş kişi tahliye edildi; tutuksuz yargılanacaklarmış. Gerekçesi de tutukluluğun cezaya dönüşmesini engellemekmiş! Önemli bir tahliye! Çünkü tahliye edilenler Almanya’da “asrın davası” olarak nitelenen davanın Türkiye ayağını Ö oluşturmakla suçlanan kişiler! Böyle bir tahliyenin 22 Ekim 2011 tarihli gazetelerin ilk sayfalarında ve de önemli yer kaplayacak şekilde verilmesi gerekmez mi?.. Fakat hayır!.. Başbakan Erdoğan’ın medya toplantısına çağrılmayan Cumhuriyet, Sözcü ve Yeniçağ gazeteleri dışındakilerde ya ön sayfanın altında, köşede ya da iç sayfalarda dikkat çekmeyen bir köşede birkaç satırlık ve de çok sıradan bir olaymış gibi bir ifade ile... Böylece, 20 Ekim 2011 tarihinde gerçekleşen toplantının yarattığı soru işaretlerinin yanıtı verilmiş oluyor. Zamanlamadaki isabet dört dörtlük! Meğer sansürlenmek istenen terör olayları değil, Deniz Feneri tutuklularının tahliyesiymiş! Doğrusu o toplantıya katılan medya elemanları çok arifmişler. Kendilerinden isteneni şıp diye anladılar ve de hakkıyla yerine getirdiler. Kutlanmayı hak ettiler. Olayları izleyen herkes Deniz Feneri davasının böyle sonuçlanacağını zaten tahmin ediyordu. Davanın başlatılmasının bunca yıl geciktirilmesi, soruşturmayı yürüten savcıların görevden alınması, köstebek vb. gibi birçok olay sonucun ne olacağını peşinen gösteriyordu. Fakat herhalde hiç kimse bu olayda terörün bile kullanılabileceğini tahmin edemezdi! Olayın bir diğer ilginç yanı, tahliye için gösterilen gerekçeler! Yıllardır Silivri’de, Hasdal’da tutulan aydınlar, askerler için aynı gerekçeler gösterilerek onların tahliye edilmesi, tutuksuz olarak yargılanmaları talep ediliyor, ama duyan olmuyor. Ama tutuklular Deniz Feneri davası kapsamındaki kişiler olunca aynı gerekçeler pervasızca uygulandı. Bizler de hâlâ bir hukuk devletinde yaşadığımızı sanıyoruz. 1999 Marmara depremini Yalova’da yaşamış bir kişi olarak Van ve Erciş yöresindeki deprem görüntülerini büyük bir acı ile izliyor, bir şey yapamamanın üzüntüsünü yaşıyorum. Bu görüntüler içinde bir tanesi, deprem sonucu ile doğrudan ilişkili olmamasına karşın içimi aynı derecede sızlattı: Biri, Erciş’te yıkılan yedi katlı apartmanın müteahhidiymiş, diğeri herhangi bir yurttaş. Tartışıyorlar. Müteahhit bey gayet rahat ve pervasız. Kendisinin bir suçu olmadığını, bunun bir takdiri ilahi olduğunu söylüyor. Kanıt olarak da yıkılmamış bir başka binayı gösterip soruyor: “Bu yıkılmış da o neden yıkılmamış?” Bu ülkenin yapılaşmasında kendini böyle savunan kişilerin olması ne kadar acı. Ve de daha nice böyle acılar yaşamak zorunda kalacağımızın göstergesi! ürk siyasetinin büyük yıldızı Bülent Ecevit’in şiirin gücüne bu denli önem vermesi, onun geleceği gören bir lider olduğunun da bir göstergesi değil mi? Bir edebiyat söyleşisinde aynen şöyle demişti: “Şiir yazmayı bıraksaydım siyasette ben ben olamazdım.” Yarım yüzyıl ülke siyasetine yön veren Ecevit’in yaşama gözlerini yummasının üzerinden tam beş yıl geçti. Bugün Türkiye sorunlar yumağı içinde çırpınıyorsa, Ecevit’in ya da Ecevit gibi bir liderin yönetimde olmamasından dersem abartma sayılmamalıdır. Düşünün bir kez. Ecevit’in son başbakanlığı döneminde, üçlü bir ortaklıkta bile ülkeye huzur ve güven gelmiş, bugün korkunç boyutlara ulaşan terör sıfırlanmıştı. Ecevit’le şiir üstüne birçok kez konuşma şansım oldu. O, şiiri özel eylem olarak görüyordu. Toplumsal görevini siyasal eylem olarak gerçekleştirdiğini dile getiriyor; şiiri de kendisi için yazdığını, bunun bir bencillik değil, tam tersine “insan için” yazılmış olduğunu söylüyordu. Diyordu ki “Şiirle kendiniz için bulduğunuzu tüm insanlık için bulmuşsunuzdur.” Ve düşündüğü gibi uyguladı. Bu tutumuyla da daha özgür, daha rahat bir yazma eylemine kavuşuyor, düşüncelerini oluşturmada şiirden yararlandığını, şiiri bir düşünme biçimi olarak benimseyip siyaset adamı tutsaklığından kurtulduğunu söylüyordu. Dahası buradan hareketle de devlet adamlığını sorguluyordu. Bugün içinde bulunduğumuz açmazların nedeni de bu değil mi? Kendimiz için istemediğimizi başkaları için de istememek erdemini göstermek. Bunun için de iktidarı elinde tutanların adalet ve hukuku kendi yandaşları için değil, herkes için istemeleri gerekmez mi? Aslında insanın özünde vardır bu duyarlılık. Ama siyaset bunu parçalıyorsa, bu siyasetin insana, insanlığa yararı olur mu? Siyasetin de sanat gibi, insanın huzur ve mutluluğu için birleştirici olması gerekmez mi? Ayrıştırıcılık siyaset olursa, kin ve öfkeyi beraberinde getirmez mi? Ecevit’in şiirleri, sevginin ve umudun egemen olduğu şiirlerdir. İnsan emeğinin, insan güzelliğinin anlatıldığı, barışa, özgürlüğe, demokrasiye katkı sağlayan şiirlerdir. C MY B C MY B