19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 30 KASIM 2011 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Otomopil Kültürü... Geçmiş ve Gelecek SON zamanların Türkiyesi kadar geçmişe dönük yaşayan başka toplum görülmemiştir. Herkes tarihçi kesildi, hatta herkes arkeolog. Bugünlerin konularına ve sorunlarına kıran girmiş gibi geçmişten konu arayan, yıllar öncesini kurcalayıp sorun yaratan o kadar çok ki... Roman ve senaryo yazarlarımızın eski yaşanmışlıklarda konu aramasını bir ölçüde anlayabiliyor insan ama sorunları bunca çok bir ülkede politikacıların geçmişteki olayları güncel sorunlara dönüştürüp birbirine girmesini anlamak hiç kolay değil. Belki de, yazarlar için yaratıcılık ya da ilham kıtlığı belirtisi, politikacılar için de sorunlar karşısında bocalayışın dışa vuruşudur bu. Acaba, bellek musluklarını açık tutup hep anılarını anlatmaya başlayan ihtiyarlar gibi yaşlanmış bir toplum görüntüsü mü? O zaman, toplumu gençleştirip yeniden dirilmenin günü gelmiş demektir. aşlanmışlar gençleşmeyeceğine göre, gelecek için daha gerçekçi bir tutumla, gençlerin önünü açma yolları aranmalıdır. Bunun anlamı, genellikle yapıldığı gibi bütün görevlere, makamlara, mesleklere girmenin yaşını rasgele ve apar topar düşürmek değil; yaşı ilerlememiş olanları, yani gençleri, önemli görevler üstlenebilecek, kritik makamlara gelebilecek, zor meslekleri becerebilecek biçimde iyi yetiştirmektir. Daha açıkçası; eğitim ve öğretim sorununu ciddiye almak ve sağlam bilgi, gelişmiş düşünce sahibi genç insan sayısını en kısa zamanda arttırmak. Elbet, ilkokuldan başlayıp üniversitelere kadar, yarışmaya ve nesnel sınavlara dayalı, parasız ve kamusal destekli bir öğretim sistemi kurmadan başarılacak bir iş değildir bu. Yoksa, para gücüyle, kayırmayla, yabancı sistemlere öykünmeyle yapılan bir gençleştirme, tam tersine bütün topluma zarar verici bir fiyaskoya dönüşebilir. oğru gençleştirme başarılamıyorsa, “bir ihtimal daha var, o da ölmek mi” diyebilir misiniz? Her durumda çare, yaş ne olursa olsun, “genç ve diri düşünce”ye kapıyı hep açık tutmaktır. Sağlık ve Sosyal Güvenlik, Bilim ve Teknoloji, Planlama ve Koordinasyon bakanlıkları, Tüketici Dernekleri Federasyonu ile işbirliği yaparak, kodeks benzeri bir Türk Pilleri Tüzüğü hazırlamalı ve yürürlüğe koymalıdır. Bozkurt GÜVENÇ ayın editörüm düzeltmediyse başlığı doğru okudunuz. Otomobil değil, “otomopil” kültüründen söz ediyorum. Konu, yerli otomobil üretimi de değil, pille çalışan araç ve gereçlerin günlük hayatımızda yarattığı sorunlar. Sanayi Devrimi, üretim tüketim, ulaşımiletişim ilişkilerimizi önce teknolojik araç ve gereçlere; ardından bütün bu otomatikteknolojik düzeni elektriğe bağladı; başlarda telli, daha sonra teker teker kablosuz güç kaynaklarına yani batarya ve pillere. Hantal bataryalar görevlerini kısa ömürlü hafif pillere devrettiler. Elektromobil ilk değildi, belli ki son yenilik olmayacak. Bugün belki eletriksiz yaşanabilir ama rahata, tuşlamaya, tembelliğe öyle alıştık ki pilsiz yaşamak, hayatta kalmak giderek güçleşiyor. Edison’un ışığı, Bell’in telefonu, Marconi’nin radyosu tek bir güç kaynağına bağlı idi. Günümüzün elektronik araçları, çeşit çeşit, boy boy pillerle çalışıyor: Saçsakal ve tüykıl kesen araçlar, kalp pilinden işitme cihazına, diş fırçasına, kilo tartan, tansiyona bakan, nabız sayan, şeker, üre ve kolesterol ölçen, hamilelik testi yapan, cıvalı atasını koltuğundan eden, uzun ömürlü elektronik termometre; ko Y Y nut, araç, garaj, ofis ve otopark kapılarını açan anahtarlara, hırsız alarmı veren, lazerli TV kumandası, cep telefonu, video kamera, ses teybi, kasetçalar, bilgisayar ve yazarlar, kablosuz modem, keyboard, mause, tablet, çakmak, ekmek testeresi, matkap, tornavida, kol, kolye, cep, masa ve duvar saatlerine, yazıp okuduğu her şeyi belleğine kaydeden elektrogöz kalemlere değin... akla gelen gelmeyen hemen her araçgerecin pillisi, her pillinin özel pili var. Bazı pilleri yeniden şarj etmek mümkün ama ayrı satılan ve birbirine uymayan akım (voltaj) adaptörlerini bulabilirseniz. Pillerin ya şarjı bitiyor ya da kendisi. Yolculukta, yedek bir pil ve şarj kutusu taşımak artık şart oldu. En yaygın kalem pili AA’dır; ancak Asayısı arttıkça kalem çapı inceliyor, pilin ömrü kısalıyor. İşitme cihazları için iğne başlı, kısa ömürlü hdizisinin S, G ve J alt tipleri (İsviçre, Danimarka ve Japon markaları); büyük boy duvar saatleri ve çalar saatler için dayanıklı 2017 dizileri var. Bu sayı, emin değilim ama son kullanma yılını gösteriyor olabilir. Bugün alın ve yıllarca kullanın. Pil bolluğunun ve çeşitliliğinin global / küresel sorunları var: Her pil, her yerde, her zaman bulunmuyor. Bazıları eczanelerde, bazıları elektromatiklerde, bazıları süpermarket kasalarında satılıyor. Unutkanlara hatırlatmak için: Kolay bulunmayan pilleri, üreten ülkelerden getirtmek gerekiyor. Kalp piliyle yaşayan bir dostum, pilinin bitmekte olduğunu sağlık kurullarına ve sigorta uzmanlarına kanıtlamaya çalışırken kalpten gidiyordu. Neyse ki pil yetişti de kurtuldu. Kanımca, Sağlık ve Sosyal Güvenlik, Bilim ve Teknoloji, Planlama ve Koordinasyon bakanlıkları, Tüketici Dernekleri Federasyonu ile işbirliği yaparak, kodeks benzeri bir Türk Pilleri Tüzüğü hazırlamalı ve yürürlüğe koymalıdır. Yoksa hayatı kolaylaştırmak amacıyla yaratılan “otomopil kültürü”nde güvenli yaşam giderek zorlaşabilir; sektörler, bölgeler ve ülkeler arasında, Allah göstermesin, pil savaşları bile çıkabilir. Üretici ülkeler, stratejik pil ihracatına ideolojik kısıtlamalar (kotalar) koysalar, nice olurdu dünyamızın hali? Hal ve gidiş böyle de, umudumuzu yitirmeyelim; Çetin Altan’ın deyimiyle “enseyi karatmayalım.” Teknolojide çare tükenmez. Yakında piyasaya çıkacağı ve deprem alarmı vereceği söylenen teknoloji harikası pilleri arabamızın dikiz aynasına ya da boynumuza asar, Japon mucidine hayır dua ederdik. Önce şu pil butiklerimizi açalım da yaşamımızı ve geleceğimizi otomopillere bağımlı hale getiren teknoloji çağının nice sağlıklı ve sürdürülebilir olduğunu sonraki bir sohbetimize bırakalım; ne dersiniz? Atatürk’ü Silemezsiniz... Onu silmek istiyorsunuz... Ama onsuz olmaz... Marşları dahi olmadan, hadi kırmızı halıda yürüyün de görelim... ? Farkındayız aslında... Sıra Atatürk’te... Onun kurumlarını yıktıktan, eserlerini sattıktan, miraslarını dağıttıktan, aydınlarını susturduktan sonra... Sıra onda... ? Çünkü, ondan korkuyorsunuz... Anadolu’da girdiğiniz kahvehanelerin duvarında çerçeveli karşınıza çıkıyor... Okulların önünden geçerken, pencerelerden onun şarkılarını duyuyorsunuz... “Resim çiz” diyorsunuz çocuklara, size Atatürk’ü çizip getiriyorlar... Çağdaş kadınların boynundaki eşarp, köylünün başındaki şapka odur. Karşısına Suudi parası ile koca cami diktiniz ama nereden baksanız anıt kabrini görüyorsunuz... Takvimin her sayfasında o var... 1881’den başlıyor... Cebe indirdiğiniz paraya baktığınızda dahi; orada gülüyor size... ? Onu silmek istiyorsunuz... Çünkü o hâlâ en büyük engel... Onun ulusuna çağrıları hâlâ sürüyor ve sizden çok onu dinliyor bu ülkenin henüz aklını yitirmemiş olanları... Onun modern devlet, çağdaş ülke anlayışı üzerinde, sizin ilkel ortaçağ tasarımlarınız asla durmaz... Ancak onu silebilirseniz... Belki... ? Onu silmek için dahi ona gereksiniminiz var... Onun bıraktığı bağımsızlığa, onun egemenlik sınırlarına, onun hâkimiyet anlayışına, onun temel yasalarına... Onun makamına... Onun koltuğuna... Onun size sağladığı özgürlüğe... ? Onu silmek istiyorsunuz... Başka işiniz mi yok “Dersim katliamı” diye televizyonlarda, gazetelerde, kürsülerde bir adım daha, onu “katil” gibi göstermek çabanız?.. Daha dün işlenen suçlar, hainlikler, ihanetler, kıyımlar, cinayetler, korku örtülerinin altında gizlenirken... ? Ne yapalım... Ancak onu bu ulusun kalbinden silebilirseniz, başarabileceğinizi düşünüyorsunuz... Bunun için saldırıyorsunuz... Hırsla, kinle, nefretle... Ama onu yüreklerimizden silemezsiniz... Karaman Belediyesi’ne Övgü Ne yazık, ülkemizde yabancı dil öğrenimi ile yabancı dilde eğitim birbirine karıştırılıyor. Okulun yerine dershanenin geçtiği, gecekondu üniversitelerine üniversite denen bir ülkede buna şaşmamalı. Doğal sonuç olarak kimlik ve kişilik erimesine de. Toplumu tutan en sağlam harcın çürümesine de... Yüksel PAZARKAYA on dönemlerde böylesine mutlandıran çok az gazete haberi okudum. Anadilimiz Türkçenin devlet dili olarak anayurdu olan Karaman’da, bu onura, Karamanoğlu Mehmet Bey’e yaraşır bir adım atılıyor. Belediye, Türkçe olmayan tabelaların vergisine yüzde yüz zam getiriyor. Bu, haber olsun diye yapılan bir iş değil. Kentlerimizde on yıllardır gittikçe artan, bize yurdumuzda değil de yabancı bir ülkede, en başta Amerika’da olduğumuz duygusunu aşılayan, durmadan canımızı acıtan tabelalar, reklamlar, bir diğer deyişle sınırsız, ölçüsüz ve insanlık dışı, yaratmadan tüketici kapitalizm, bizi kendimize yabancılaştırmada epeyce yol aldı. Bunun sonuçlarını yaşamımızın ve birbirimizle ilişkilerin her anında ve alanında yaşıyoruz. D S Ayırdına varanımız var, varmayanımız var. Yazı kirliliği Yabancı dillerdeki bu yazı kirliliği içinde boğuluyoruz, kimliğimizi yok etmek isteyenlere uşaklık ediyoruz, her an inciniyoruz. 1979 yılında çıkan bir şiir kitabımın adıdır: “İncindiğin Yerdir Gurbet”. Bizi durmadan inciten tabelalar, reklamlar, anayurdumuzda bizi gurbete sürüyor. Ülkemizde gurbetteyiz. Bundan kurtuluş yasakla olmaz. Her ne kadar insan hakkı olarak, özgür olması gereken pek çok şey yasaksa ve bu yasaklar son yıllarda katlanıyorsa da, yasak yaşadığımız çağla çelişiyor. Bunun için, dost ve arkadaş söyleşilerinde söz bu konuya geldiğinde, uzun yıllardan beri çözüm olarak benim de savunduğum zamlı tabela vergi sini, Karaman Belediyesi gündeme getirerek, çok önemli bir adım attı diye düşünüyorum. Kutluyorum. Ardında bizim bilmediğimiz başka bir amaç yoksa, göz boyayarak tüketimi arttırmak, dolayısıyla daha fazla kazanç sağlamak için uygulanan yabancı dil tabela ve reklamlardan, zamlı vergi alınması ekonomik açıdan da uygun. Asıl önemli olan, yaratıcı zekânın dili en tutumlu ve yenicil işlemeyi gerektiren tabela ve reklam gibi alanların, anadili geliştirme ve varsıllaştırma kaynağı olarak yitirilmesidir. yapmak nasıl bir satkınlıktır, kolay tanımlanamaz. Bunun yabancı dil öğrenmeye, en az bir yabancı dili bilmeye karşı bir tavır olmadığını vurgulamak gereksiz. abancılaşma saçmalığı Tam tersine. İki, üç yabancı dili iyice öğrenmek, yaşamı ve başarıyı kolaylaştırır, varsıllaştırır. Ama okul eğitiminde yabancı dil öğretimi yerlerde sürünürken, reklam ve tabela dilinde yabancılaşma saçmalığın ta kendisidir. Eğitim dili yabancı bir dil olan okullarda da olsa olsa o yabancı dil iyi öğrenilir. Ama çocuk yaşta öğrenilmeyen bir ya da iki dilde düşünce üretmek, düşünce derinliği, dolayısıyla düşünsel ve bilimsel yaratıcılık olanaklı değildir. Ayrıklık kuralı bozmaz. Ne yazık, ülkemizde yabancı dil öğrenimi ile yabancı dilde eğitim birbirine karıştırılıyor. Okulun yerine dershanenin geçtiği, gecekondu üniversitelerine üniversite denen bir ülkede buna şaşmamalı. Doğal sonuç olarak kimlik ve kişilik erimesine de. Toplumu tutan en sağlam harcın çürümesine de... Y Vergiyle ödenemez Böylece anadile verilen zarar hiçbir vergiyle ödenemez. Tabela ve reklam dili çarpıcı ve çekici, dolayısıyla arayıcı, bulucu olmak durumundadır. Tıpkı atasözlerinde olduğu gibi bir yoğunlaştırma ve inceltme, dile düşünce ve nükte katma hünerleri gerektirir. Nice değerli yazar ve şair arkadaşımızın özellikle reklam alanında çalışmaları boşuna değildir. Toplumu toplum yapan başat gerçekliği, anadili yok etmek, silmek, sulandırmak ve yabancılaştırmak nasıl bir kötülüktür ve bunu bilerek Yakın Dönemden Bazı ‘Dil Ucubeleri’ Adil İzci Yazar zun zamandan beri hem “biçim”i kullanıyoruz, hem de “şekil”i. İlkini gerektiği zaman “biçimsel” olarak kullanmayı bir yana bıraktık, onun yerine “şekilsel” diye nefis mi nefis bir sözcük türettik. “Biçim” Türkçe olduğuna göre ona Türkçe bir ek olan “sel”, “şekil” de Arapça olduğuna göre ona da “î” mi yaraşır? Yani “biçimsel” ya da “şeklî” mi? Ne diye uğraşmalı böyle ayrıntılarla? Bir yazarımız gibi, bir büyüklenme edasıyla “Ben amaca bakarım” der, geçersiniz. Günlük hayatımızda “aklıselim”e eskisinden çok daha fazla yer verdiğimiz için belki de sevinmeliyiz. Bilim insanlarından yazarlara, futbol yorumcularından pazar esnafına kadar doğrusu sevmeyen, doya doya kullanmayan yok bu sözcüğü. Kim kullansa ona bir ağırlık, bir saygınlık veriyor çünkü! Ah bir de gereğince kullanabilsek? Diyelim, “Futbolcu dediğin, sahada aklıselim olmalı” yerine, “Futbolcu dediğin, sahada aklıselim sahibi olmalı” diyebilsek? “Aklıselim”, Türkçesiyle “sağduyu” demek de ondan. Bu bağlamda da “aklıselimle” “aklıselim sahibi”, “sağduyuyla” “sağduyu sahibi” vb. kullanılmalı. Yakın dönemde ortaöğretim öğrencilerine bir ders konuldu: “Medya okurya U zarlığı”. “Medya”nın “yazılı, sesli ya da görsel tüm kitle iletişim araçları”, kısacası “basın yayın” anlamıyla dilimize kazandırıldığını (!) hepimiz biliyoruz. Bu sözcük yerine artık “basın yayın”, “basın yayın ortamı” ve benzerlerini kullanmanın bizi çok küçük düşüreceğini de. Konunun bu yönünü bir yana bırakalım. “Medya”, tüm basın yayın organlarını, özetle gazete, dergi, televizyon ve radyoyu kapsadığına göre bu ders nasıl okutulacak? Gazete ve dergilere göre dersin “okuryazarlık” yönü tamam, ama televizyon ve radyolara göre nasıl olacak bu “okuryazarlık”? Demek ki sadece Batı kökenli diye bir sözcüğü seçmekle olmuyormuş bazı işler! “Ben böyle bir ders önerdim, oldu” ile de olmuyormuş! Bir de “mezar olmak” buluşumuz var. Ölümlü çoğu kaza haberini, yangın haberini bu kalıpla duyuyor, okuyoruz artık: “Otomobil, dört kişilik aileye mezar oldu”, “Çıkan yangında, ev, sahibine mezar oldu” gibi. Bu durumda ölenler her kimlerse oldukları yere bırakılıyor, öldükleri yer mezar sayılıyor demek ki? Böyle değil elbette. Değil de kalıplaşan bu saçmalığı dilimizden nasıl atmalı? “Mezar”ın ölümün “vuku bulduğu” yer değil, ölenin gö müldüğü yer olduğunu kime, nasıl anlatmalı bu saatten sonra? Öyle aklımıza esen her sözcüğe, bu bağlamda “mezar” sözcüğüne de değişmece ya da eğretileme anlamı veremeyeceğimizi nasıl öğretmeli? Ya o canım “süper”e ne demeli? Yeter ki beğendiğimiz, güzel bulduğumuz bir şeyler olsun; “süper”, “süpper”, “süpeeeer”lerden biri ne güne duruyor? İnsanları nitelerken bile kullanılmasının ne sakıncası olabilir: “Süpersin ya!” Dilde ilerlemek dediğimiz budur belki de: “Güzel”, “çok güzel”, “olağanüstü”, “görkemli”, “nefis”… Hepsini tek bir sözcükle karşılamak! Hem banka şubelerinin kapılarında görüyoruz, hem televizyon kanallarında duyuyoruz: “X Bankası Acıbadem Şube”, “X Ankara Bürodan … bildiriyor” vb. Bunların da elbette “… Acıbadem Şubesi”, “X Ankara Bürosundan … bildiriyor” olması gerekiyor. Bir de seslendirme örneği verelim: “Yapiciiz”, “toplanaciiz” vb. Eski İstanbul hanımlarının dilinde kaldı bunlar. Bugün bu seslendirmeye özenmek, gülünecek bir duruma düşmekten başka bir değer taşımaz. Örneklerin sonu kolay kolay gelmez. En iyisi bir iki soruyla bitirelim: Bunlara da “dil ucubeleri” denebilir mi? Denebilirse, ne yapmalı? Yıkalım deseniz, yıkılmaz da böyleleri… C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle