18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 10 KASIM 2011 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Atatürk ve Cumhuriyet 10 Kasım’da Prof. Gökberk’le Bugün 10 Kasım... Okurlarıma Prof. Dr. Macit Gökberk’in Atatürk’le ve devrimleriyle ilgili bir yazısını sunmak istiyorum, “Çağdaş Düşüncenin Işığında” adlı bir kitaptan. Doğumunun yüzüncü anma yılında yayımlanmış. İçinde Prof. Ömer Celal Sarç’ın, Prof. Tarık Zafer Tunaya’nın Prof. Bülent Daver’in, Prof. İzzettin Doğan’ın, Prof. Sina Akşin’in, Prof. Şerif Mardin’in ve daha birçok değerli aydınımızın, Mustafa Kemal’in ve yarattığı devrimci Türkiye’nin canlı serüvenini anlatan yazıları var. Her biri sayfalarca düşüncelerini anlatmış. Şu günlerde sürekli Atatürk üstüne değişik yorumlar yapmaya kalkışanların Dr. Nejat Eczacıbaşı Vakfı tarafından yayımlanan “Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk” yapıtını okumalarını öğütlerim. Ben, yalnızca Prof. Macit Gökberk’in, Atatürk’ün kadın haklarına verdiği önem konusundaki yazısını sunmak istiyorum: “Devrimlere karşı direnmeler yüzünden duraklamalar olmuşsa bu olumsuz gidişin başlıca nedenleri arasında, toplumun çağdaş eğitim ile gerektiği gibi aydınlatılamamış olması sayılabilir. Bir yandan böyle bir aydınlanmaya büyük katkıları dokunabilecek olan Halkevleri, Köy Enstitüleri kapatılmış, tersine bir akışla da dinsel dünya görüşü örgütlendirilip canlandırılmıştır. Öbür yandan da çağdaş eğitimin gerektirdiği okul sayısı, hızla artan nüfusu yetiştirmeyi karşılayabilecek bir duruma bir türlü ulaşamamıştır. Türkiye nüfusunun yüzde 38’i, hâlâ okuma yazma bilmiyor. Kadınlarınsa üçte ikisi okuma yazmadan yoksundur.” Prof. Gökberk uzun incelemesini şöyle bağlar: “Atatürk devriminin eksik kalmasının, yer yer yürümemesinin nedenleri kendisinde değil, içinde gelişmek zorunda olduğu tarihsel toplumsal ortamın direnmesinde aranmalıdır. Kendisinin ise insanlık tarihinin genel gidişine uygun olduğundan, dolaysıyla çağdaş bir yönetim olduğundan şüphe edilemez. Tarih tuttuğu doğrultudan ayrılanların üstünden acımasız gelip geçer. Bu gerçek de Atatürk devrimini tamamlamaya zorlar. Atatürk’ün kendisi de ‘Devrimin bütünlenmesi gerektir’ diyor. Devrimler yalnız başlar, ama devrimin bitişi diye bir şey yoktur. Başlamak ve bitmemek gerek doğada, gerekse toplumda, devrimin evrim ile benzer olan ortak yasasıdır.” Prof. Macit Gökberk yazısını bitirirken Atatürk’ün sözlerini yineliyor: “Hiçbir zaman aklınızdan çıkmasın ki Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.” Atatürk devrimi yok olmuş gitmiş değildir. Bu gerçeği inkâra kalkanların er geç eli kırılacaktır. Aralarındaki en önemli fark şudur: Orbay ve arkadaşları halifenin de makam olarak korunduğu bir Cumhuriyet istiyorlardı. Bunun adı “Demokratik Cumhuriyet” değil, İslam Cumhuriyeti olurdu. Atatürk ise laik ilkelere dayanan bir cumhuriyetten yanaydı. Alev COŞKUN eçen hafta, en büyük bayramımız, Cumhuriyetin ilan edilişinin 88. yıldönümüydü. Ancak deprem nedeniyle, Cumhuriyet Bayramı’yla ilgili tüm törenler Başbakanlık genelgesiyle iptal edildi. Resepsiyonların iptali doğrudur, ama geçit törenlerinin hatta ilköğrenim okullarında ve liselerde çocukların şiir okuyarak gerçekleştirecekleri alçakgönüllü toplantıların iptal edilmesini anlamak mümkün değildir. Bu iptal kararından sonra gazete köşelerinde, TV’lerde Cumhuriyet’e, “demokrat değildi”, “tepeden inme” biçiminde saldırılar başladı. Bu da yetmedi. Atatürk’ün diktatör olduğu söylendi. Cumhuriyet ilkelerini yıpratmak konusunda türlü yollara başvuruluyor. Cumhuriyet ilan edilirken demokratik yöntemler kullanılmadığı, halkın oyuna başvurulmadığı ileriye sürülüyor. Sanki bütün dünyada demokrasi yoluyla ilan edilmiş bir cumhuriyet varmış gibi... Bu savlar ne tarih ne de siyaset bilimi açısından doğrudur. Konu çok basit olarak şudur. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkesi’yle birlikte vatan toprakları işgal edil G meye başlandı. Buna karşı Anadolu’da başlayan bağımsızlık savaşı, üç cephede sürdü. Bu cephelerden birincisi emperyalist işgal güçlerine, ikincisi bu işgal güçlerinin işbirlikçilerine, üçüncüsü işgal güçlerine ve işbirlikçilere destek veren padişah ve İstanbul hükümetlerine karşıydı. Bu nedenle 19191922 yıllarında Anadolu’da gerçekleştirilen bağımsızlık savaşı antiemperyalisttir. Aynı zamanda hanedana karşıdır. Çünkü, Kuvayı Milliyeciler üzerine gönderilen ve şeyhülislam fetvalarıyla desteklenen ve “Kuvayı İnzibatiye” adını alan padişahın ordusuna karşı da ciddi savaş verilmiştir. İşte Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın “antiemperyalist” “milliyetçi” ve “ulusalcı” unsurlar kazanması bu üç cephede yapılan savaşlar nedeniyle olmuştur. Savaş, Anadolu’nun ortasında bir askeri otorite ile değil, Büyük Millet Meclisi ile yürütülmüştür. Bu büyük destansı savaş zaferle sonuçlanınca, dünyanın büyük güçleri Türkiye’yi Lozan’da barış konferansına çağırdılar. Ama, araya bir çelişki sokarak Ankara ile birlikte pa dişahın İstanbul hükümetini de toplantıya çağırmışlardı. Batılı devletlerin bu kurnazlığı Kuvayı Milliye Meclisi’ni ayağa kaldırmaya yetmişti. Mustafa Kemal de gerekli girişimleri yaparak padişahlığı kaldırmak, bir şahıs egemenliği yerine millet egemenliği sistemini kurmak zamanının geldiğini büyük Meclis’e anlattı. 1 Kasım 1922’de padişahlık kaldırıldı. İşte o noktada, yani Cumhuriyetin 29 Ekim 1923’te ilanından bir yıl önce aslında Cumhuriyet rejimi ilan edilmiş oluyordu. 22 Eylül 1919’da The Times gazetesi, Sivas Kongresi’nde alınan kararları “Bir Anadolu Cumhuriyeti kuruluyor. Asilerin başı Mustafa Kemal” diye vermişti. milletindir Egemenlik nadolu’da Cumhuriyet kuruluyor Hatta, Cumhuriyeti Amasya Bildirgesi’ne, Erzurum ve Sivas kongrelerine kadar götüren bilim adamları vardır. Çünkü buralarda ilan edilen temel fikir, “Kuvayı Milliye’yi amil ve iradei milliyeyi hâkim kılmak esastır” kuralıydı. (Kuvayı Milliye’yi gerçekleştirmek ve milli iradeyi egemen kılmak esastır.) Sivas Kongresi sırasında Batılı kaynaklar, örneğin Amerikan Harbort ve İngiliz Yüksek Komiserliği raporları Sivas’ta milliyetçilerin Cumhuriyet kurmakta olduğunu belirtiyordu. A Meclis’in Ankara’da açıldığı 23 Nisan 1920’den sekiz ay sonra TBMM, 1 Ocak 1921’de 23 maddelik bir anayasa kabul etti. Bu anayasanın 1. maddesi, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. İdare usulü halkın kendisini bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır” diyordu. Anayasanın 3. maddesi, “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur” derken yeni bir devletten “Türkiye Devleti”nden söz ediyordu. İşte bu nedenle, anayasa profesörü Ali Fuat Başgil, “1921 Anayasası, reisicumhursuz bir Cumhuriyet kurmuştu” diyor. Meclis açılırken, 23 Nisan 1920’de geçici başkan, en yaşlı üye Sinop Milletvekili Mehmet Şerif Bey konuşmasında: “Milletimizin kaderini bizzat yüklendiğini ve idare etmeye başladığını cihana ilan ederek TBMM’yi açıyorum” demişti. Milletin kaderini bizzat idare etmesi, cumhuriyetten başka ne olabilir? Şimdi yukarıda verilen izahat ve belgelerden durumun gayet açık olduğu besbellidir. I. Meclis’in halk egemenliğine dayalı idaresi böylece anayasaya geçiyordu. Ne var ki, Sayın Taha Akyol 29 Ekim ve 31 Ekim tarihlerinde Hürriyet’te, “Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının otoriter, tek partili devrimci bir Cumhuriyet öngördüklerini” belirterek “muhalifler ise demokrasi geleneğine dayanan bir Cumhuriyet istediklerini” yazdı. Bu değerlendirme belgelere dayanmıyor. Sayın yazarın iç benliğinden doğan bir model, bir yorumdur. Akyol’un muhalifler dediği, Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy’dur. Atatürk Diktatördü!.. Onun için damadına kalkıp devletin parası ile gazete televizyon grubu aldı da kimse sesini çıkartamadı... ? Mesela bu Meclis... Sülalen karşı çıkarken canını dişine takıp “diktatör” dediğin Atatürk açtı bu Meclis’i... Yasaları yapsın diye... Ama sen; açık meclisi yok sayarak, daha geçen gün KHK’lerle kanunları kendisi yapanı yalıyorsun, arsız... ? Atatürk diktatördü!.. O yıllarda Almanya ve Avusturya’dan kaçan tam 142 bilim adamı, birçok Batı ülkesi dururken Türkiye’ye gelip ilimlerini sürdürebilmişlerdi... Ama daha on gün önce “bilim özgürlüğü yok edildi” diye 50 bilim adamımız TÜBA’dan istifa etti, senin ileri demokratın elinden... Gazetelerde yazamadılar, televizyonlarda söyleyemediler bile korkularından... İnsan biraz utanır... ? Bir test yap istersen... Çık sokağa şu sözcükleri bağır, bak bakalım insanların aklına kim geliyor: “Korku...” “Gemicik...” “Kayıp trilyon...” “Evrakta sahtecilik...” “Villa, mücevherat, ticaret...” “Hapisteki gazeteciler...” “Bağımlı yargı...” “Baskı...” “Nefret...” “Faşizm...” ? Çık dene, diktatörü gör... ? Bugün 10 Kasım... Hayatta olmayan, silinmek istenen, hakaret edilen, artık hiçbir yaptırım gücü bulunmayan “diktatör” için bir millet sokaklara dökülüp onu özlemle, saygıyla, minnetle anacak... Onun için ağlayanları göreceksin... İstersen herhangi bir köy kahvesine girip ona bir laf söyle, başına geleni göreceksin... Senin “Atatürk diktatördü” diyerek yalakalık yaptığın, altmış koruma arasında sokağa çıkamazken... ? Şimdi mi aklına geldi Atatürk’ün diktatör olduğu?... Üç çeyrek asır sonra... Ama daha dünkü hukuksuzluğu, baskıyı, tehdidi, korkuyu duymadın... Mesela; yazılmamış kitapların suç sayıldığından, gazete patronlarına yazar kovdurulduğundan, ayağa kalkmayanların hapse atıldığından, hırsızlık dosyasının kapağını açan savcıların sürülmesinden, muhalefet şerhi koyan hâkimlerin gönderilmesinden, yargının iktidara bağlanmasından, insanların yatak odalarına kamera sokulmasından, on binlerce insanın telefonlarının dinlenmesinden haberin olmadı... ? Çünkü... Utanman yok... umhuriyete karşıydılar Bağımsızlık savaşının tartışmasız yurtseverleri ve kahramanları olan bu dört KuvayıMilliyeci, sıra Cumhuriyetin ilanına gelince ne yazık ki, “cumhuriyet” kavramına karşı çıkıyorlardı. Zaferden sonra Ankara’da Refet Paşa’nın Keçiören’deki evinde bu konu Mustafa Kemal’le tartışılmış, “Ben Padişahlık ve Halifelik makamına gönül ve duyguyla bağlıyım” diyen Rauf Orbay “... Bu makamı kaldırmak doğru olmaz, onun yerine başka nitelikte bir varlığı koymaya çalışmak, yıkım ve çöküntüye yok açar” diyerek Cumhuriyete karşı çıkmıştır. Ayrıca Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre önce Meclis Başkanı Kazım Özalp’e “Cumhuriyet ilanına ... engel olabilirsen ülkeye büyük hizmet edersin” diyen de Rauf Orbay’dır. C çıklığa kavuşturma Zaten, 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyetin ilanını sağlayan 364 sayılı kanunun adı her şeyi açıkça ortaya koymaktadır. Bu yasanın adı Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun Bazı Mevadının Tavzihan Tadiline Dair Kanun”dur. Burada kilit sözcük “tavzihan”dır (açıklığa kavuşturmak). Buna göre kanunun adı “Anayasada Bazı Maddelerin Açıklanarak Değiştirilmesine Dair Kanun”dur. Demek isteniyordu ki, yeni bir şey yapmıyoruz, zaten var olan yönetim şeklini açıklığa kavuşturarak Cumhuriyet ilan ediyoruz... Konu ile ilgili olarak parti grubunda grubundaki müzakereler sırasında; Osmanlı Devleti’nde Danıştay Başkanlığı, ve Ayan Meclisi İkinci Başkanlığı yapmış olan İstanbul milletvekili Abdurrahman Şeref Bey aynen şöyle diyordu: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, dedikten sonra kime sorarsanız sorunuz bu Cumhuriyettir. Doğan çocuğun adıdır. Ama bu ad bazılarına hoş gelmezmiş, varsın gelmesin...” Medrese eğitimi görmüş, hukukçu Konya milletvekili ve daha sonra, 1951 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı’na getirilen Eyüp Sabri (Hayrılıoğlu) aynen şöyle diyordu: “Bizim hükümetimiz bugün Cumhuriyet olmuyor. Teşekkül ettiği günden beri Cumhuriyet olmuştur.” Anayasa Komisyonu Başkanı Yunus Nadi de Meclis kürsüsünden “Bilinen bir şeyi ilan ediyoruz” demişti. A Önemli fark Aralarındaki en önemli fark şudur: Orbay ve arkadaşları halifenin de makam olarak korunduğu bir Cumhuriyet istiyorlardı. Bunun adı “Demokratik Cumhuriyet” değil, İslam Cumhuriyeti olurdu. Atatürk ise laik ilkelere dayanan bir cumhuriyetten yanaydı. İsmet İnönü de bu konuda daima Atatürk’ün yanında yer almıştır. Sayın Akyol’un bu yazılarında, tam anlamıyla Cumhuriyetçi olan İsmet İnönü’yü karşıcıları destekleyen bir kişi olarak göstermesi de talihsizliktir. İnönü’nün Cumhuriyetin ilanı sırasında ya da daha sonra sözü geçen karşıcılara hak verdiğini gösteren hiçbir konuşması yoktur. Aslına bakarsak, Sayın Akyol’un tanımladığı biçimde bir “demokratik cumhuriyetçilik” kavramı bırakınız Ankara’yı, o tarihte, siyaset bilimi literatüründe de yoktu. Cumhuriyetin Türkiye’de ilanı büyük bir devrimdir. Bütün İslam dünyasında, bütün Ortadoğu’da Türkiye’nin bugün model olarak gösterilmesi laik Cumhuriyet nedeniyledir... Önümüzdeki günlerde Atatürk ve Diktatörlük adlı yazımla konuya devam edeceğim. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle