18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER CUMHURİYET 12 OCAK 2011 ÇARŞAMBA AÇI MÜMTAZ SOYSAL OTORİTERLİKTEN farklıdır totalitarizm. Türkçeye geçmiş “total” kökeninden de anlaşılacağı gibi, devlet otoritesinin toplumsal ve hatta bireysel yaşamın “bütün” alanlarına karışması ve o alanları düzenlemeye kalkması anlamına gelir. Genellikle otoriter rejimlerde görülmekle birlikte, demokrasi iddiası olan yönetim biçimlerinde de uygulandığı olur totaliterliğin. Demokrasiyi şöyle ya da böyle seçim yoluyla oluşmuş bir çoğunluk yönetimi biçiminde yorumluyor ve “ulusal irade” denen çoğunluğun her şeye üstün gelmesi gerektiğine inanıyorsanız, o iradeyi kullananların toplum ve birey yaşamındaki her şeyi düzenleme hakkını da savunur duruma geçersiniz. Sonuç, o irade adına toplumun ve bireyin yaşamını bütünüyle düzenlemeye kadar gider. Toplum ve bireyler boyun eğerse tabii... on günlerde öyle belirtiler su yüzüne çıkmaya başladı ki bu ülkede. Başbakan sigara yasağını, halk sağlığına uygun olduğu gerekçesiyle sıkı biçimde uygulatmakla yetinmeyip içki yasağını hemen hemen her yerde, içilenin hafif mi ağır mı olduğuna bakmaksızın uygulanmasını emreder oldu. Bunun halk sağlığı ya da toplum düzeni gereklerinden mi, yoksa dinsel inançtan mı kaynaklandığı pek belli değil... Zaten otoriter eğilimli rejimlerin bu bakımdan dinle işbirliği ettikleri dünya tarihinde çok görülmüştür. Ayrıca, başbakanlar gibi kudret sahibi siyasilerin ve otoriter rejimlerindeki askerî gücü ellerinde tutanların sergi salonlarındaki ressam tablolarından tarihsel alanların anıtlarına kadar her şeye karışması günümüzde bile sık görülen olaylardan değil mi? İşin tuhaf yanı, toplum üzerine bu çeşit emirler yağdıranların, burunlarını soktukları alan konusunda hiçbir bilgi ya da estetik duyarlık sahibi olmayışlarıdır. Bu gibi durumların asıl tehlikesi de burada zaten: Her işe karışabilmenin ve her emri yerine getirilebilir görmenin bazı insanlara verdiği özgüvenle psikopat diktatör tiplerin türediği insanlık tarihinin unutulmaz sayfalarındandır. slam dininin bazı mezhepleri bu tehlikeyi daha da arttırabilir. İnsanları yalnız öbür âleme hazırlamakla yetinmeyip bu âlemdeki yaşamın neredeyse bütün etkinlikleri için kutsal kurallar getiren bir din, laiklik konusunda gerekli duyarlık gösterilmezse, totaliterlik eğilimlerini dinsel yaptırımlarla pekiştirerek daha da sert kuralları olan bir toplum düzeni yaratabilir. Şimdi entel sarhoşluğuyla etnik nitelikli açılımlara destek verdikleri gibi özgürlük diye dinsel tutuculuktan yana da saf tutan sözde “liberal” ikinci cumhuriyetçiler, kendileri açısından nasıl sıkıntılı bir geleceğe katkıda bulunduklarının farkındalar mı acaba? ‘Büyüyoruz da...’ N’oluyoruz? Dünyanın güncel sorunu: “Ne yapmalı?” Bu sütunlarda (16 Aralık’ta) sormuştum: Büyüme mi yaşam mı? Hangisini sürdürelim? Yaşamın sürdürülemediği küçük bir gezegende, sınırsız büyümenin geçerli bir gerekçesi olabilir mi? Bozkurt GÜVENÇ orunu kim, ne zaman getirecek gündeme merakla bekliyordum. Çok gecikmedi. Ulusal bir bankamızın genel müdürü açıkça sormuş: “Büyüyoruz da neremiz, hangi yönümüz büyüyor?” Konu, son bir yılda 20 milyar TL kâr eden Bankacılık Sektörü değil, ülkemizin genel durumu; daha da özgül olarak, çağdaşlık sürecinin “niceliknitelik” ikilemi. Sayı ve yüzdelerle ifade edilen nicel büyümeler kolayca değerlendirilse de, nesnel birimleri olmayan, sayısal işlemlere elvermeyen nitel değişmeler tartışmaya açıktır. Mutluluklar, yakınmalar, övgüler ve yergiler doğrudan ölçülemez. Bireylerin, grupların öznel / kişisel görüşlerine başvurulur: “Toplumun şu kadarı durumu şöyle görüyor, kendini böyle hissediyor” vb gibi. Sözgelişi 53 ülkede yapılan “Umut ve Umutsuzluk” araştırmasının Times gazetesindeki yorumuna göre: Fransızlar, gezegenimizin en umutsuz insanları imiş; 2011 yılının en umutlu ülkesi ise açlık, yoksulluk ve çatışmalarla boğuşan Nijerya! Daha da çarpıcı bir bulguya göre, Afgan savaşçıları işgalci Amerikalılardan; Iraklı komşularımız da Ba ONUNCU KÖY BEKİR COŞKUN Totaliterlik Belirtileri S S tı dünyasından daha “mutlu” olduklarını dile getirmişler. Cumhuriyet, haberi “Umut fakirin ekmeği” olarak verdi. Tüketilen ekmek miktarı ve fiyatı nicel / nesnel bir gösterge olsa da; “umut ve mutluluk” zamana, topluma ve kişiye göre değişebilen nitel / öznel ve duygusal değerlerdir. Aralarında sanki ters bir ilişki var: Biri yükselirken öteki düşüyor. Başarılı yönetici sorguluyor: Kişisel “neremiz”den çok, belki de toplumsal “neyimiz”? Ekmeğimiz mi, umudumuz mu? Yılda ortalama 10 bin dolar (15 bin TL) kazanan yurttaşımız, dünya metropolü İstanbul’da nasıl yaşayabilir? Büyüme ölçüsü nicel mi nitel mi? Ekonomik mi olsun ekolojik mi? Sorun gündemde olsa da güncel değil, süreğen. Endüstri Devrimi’nin başından beri tartışmalı. Ayırdına varmak gerekli ama hiç kolay değil. Okul, öğretmen, öğrenci ve dershane sayıları eğitimimizin, doktor ve hastane sayıları sağlığımızın, radyoTV kanalları bilim ve bilişimimizin, Diyanet hizmetleri iman ve ahlakımızın, kolluk ve milli savunma bütçeleri güvenliğimizin, borçlar ya da cari açıklar ekonomimizin, milyonluk dava dosyaları adaletin, tutuklu ve hükümlüler yargının, giyim ve moda endüstrileri estetik duygularımızın ge lişmesini gösterir mi? Değişme, büyüme, gelişme “yabancılaşma” sorunlarına yol açan semantik kavramlardır. Sürekli araştırılmasına karşın, sosyal değişimin büyüme ya da küçülmenin nicel ya da nitel güvenli bir yolu yordamı henüz bulunamamıştır. Küresel büyüme zordu, küçülmesi daha da zor. Örnek aldığımız, yetişmeye, geçmeye çalıştığımız “gelişmiş” toplumlar, iç ve dış türlü savaşlarla gelmişler bu düzeye. Güçlerini belki koruyorlar ama mutlu ve umutlu görünmüyorlar. Dünyanın güncel sorunu: “Ne yapmalı?” Bu sütunlarda (16 Aralık’ta) sormuştum: Büyüme mi yaşam mı? Hangisini sürdürelim? Yaşamın sürdürülemediği küçük bir gezegende, sınırsız büyümenin geçerli bir gerekçesi olabilir mi? Çağdaş teknoloji sınırsız dünya hayalinden kurtulup bilge tarımcıların “sınırlı nimetler” dünyasına sığınırken, biz ne yapalım? Mutlu ve umutlu olmak için ülkemizin güçlüler tarafından işgal edilmesini ya da bölünmesini mi bekleyelim? Ya da atalarımız Osmanlı mücahitleri gibi, dininanç uğruna, karanlık savaş alanlarına İslam dininin barış ve huzur vaat eden aydınlığını mı götürelim? Doğrusu bilemiyorum. Kesin inançlılar dışında, her köşe başında bir bilen bulunduğunu sanmıyorum. Yazımın sonunda “Bir anlık tefekkürü (düşünmeyi) hayat boyu ibadete değer sayan” bir özdeyişi hatırlıyorum. Hele bir düşünelim: N’oluyoruz? Kadıköy’ün Kadınları... Öylesine geçerken görürdüm onları zaman zaman… Kimisi telaşlı, kimisi dalgın, kimisi mutlu, kimisinin acelesi var… Kimisi belli ki kaçmış dört duvar arasından, öylesine vitrinlere bakar… Ben onların, geçen yazın sıcak günlerinde, balkonlarda kuşlara bir kap su koymak için kampanya açtıklarını duymuştum. O zamandan sonra hep aklıma takılırdı Kadıköylü kadınlar… Cumartesi günü ilk kez göz göze geldik. Bu kez ortak duygumuz, ortak dostumuz kafesteki kuş için… Kadıköy Belediyesi ile Cumhuriyet’in ortaklaşa düzenledikleri ve Mustafa Balbay’ın kitaplarının yazar arkadaşlarınca imzalandığı etkinlik, Caddebostan Kültür Merkezi’nde yapıldı. Dostluğunu, vefasını, sevgisini, ama en çok yüreğini alıp gelmişti… Kadıköy’ün kadınları… Onları izlerken için için söyleniyordum: Şu kadınlar, hepimize bedeller… Söz konusu çocukları olduğunda ve çocuklarını büyütmek istedikleri ülkenin aydınlığı, geleceği, yarınları… Her birisi bir anaç şahin gibi… Çok sıkılıp da bilinçleri yaşa dönüşüp ağladıklarında, gözyaşları keskin bir tırnak gibi insanın yüreğini çiziyor... Başları nasıl dimdik… Ve ne kadar güzeller… Demek ki susuz kalmalarına tahammülleri olmadığı gibi, kafeslere kapatılmasına da razı değiller kuşların… Yine düşündüm de; on yıllardır bu ülkenin nimetlerini paylaşan görkemli erkekler ortadan yok olurken… Çağdaşlaik Cumhuriyetin sorumluluğu sadece onların boynunun borcu sanki… Savaşıyorlar gülerek… Gülüyorlar, ağlayışları gizli… Asla “Atatürk’ün kızları” olmaktan vazgeçmiyorlar… Alınları açık… Başları dik… İlk kez göz göze geldik… Kimi zaman haykırdılar, kimi zaman güldüler, ama çoğu zaman gözlerinde yaşlar vardı.. Ve her kadın gibi yürekleri kocamandı… Bir ulus uyurken… Çocukları için aydınlığı beklemekten, umutlarını geri istemekten asla vazgeçmiyorlar… Kadıköy’ün kadınları… [email protected] Üfürük Bir Dil: Kaypakça Sevgi ÖZEL eğer bilgisine, görgüsüne, diline hayran olunası ne “derin bilginlerimiz” varmış; her sorunun yanıtı hazır, her olumsuzluğun çözümü belli... Ne ki engel büyük; Kemalizm... “Tarafsız ve objektif yayıncılık” anlayışı içindeki kimi TV’ler, birilerinin mahalle arkadaşı gibi saygısızca andığı “Kemal”le, “laik cumhuriyet”le ve devrimlerle hesaplaşanların peşinde... Dayanaksız suçlama, kara çalma, aşağılama, yalan dolan, yakın tarihi çarpıtma, “mağdur”u oynama... Her şeyi bilen “tarafsız moderatör”ler, 90 yıllık kazanımlardan söz edeni hemen susturuyor. Düşünce özgürlüğü kılıfıyla sunulan ve üfürük olduğu açıkça görünen bir dil doğdu: Kaypakça! Buna, “Kaypağa yaraşır bir biçimde” davrananların kullandığı dil de diyebiliriz. İ M [email protected] Ölçünlü dille örtüşmüyor MERİÇ VELİDEDEOĞLU Kaypakçada, “demokrasi, demokratikleşme ve demokrat”tan başlanarak “Kemalist, Kemalizm, Türk, Türkçe, Kürt, Kürtçe, Alevi, Alevilik, statüko, statükocu, statükoculuk, liberal, liberalizm, ulusal, ulusalcı, ulusalcılık, milliyetçilik, laiklik, laikçi, hukuk, insan hakları, özgürlük, açılım, vatandaş, yurttaş, onlarbizler, emperyalizm, emperyalist, işbirlikçi, ötekileştirme, mahalle baskısı, yolsuzluk, eğitimsizlik, inanç özgürlüğü, köken farkı, beyaz Türk, dışlanma, bölücülük, ba DEMOKRASİDEN TEOKRASİYE Mİ? şörtüsü, türban, vesayet...” gibi pek çok sözcük/terim/tamlama artık ölçünlü dille örtüşmüyor. Örneğin en yüksek “reyting”i olan “liberal demokrat”ın Atatürk’e, Atatürkçü düşünceye, laik cumhuriyetin kazanımlarına en ağır dille saldıranlar olduğunu; aynı dili konuşan bu takımın başörtüsü ile türbanı aynılaştırma, yakın tarihi yeniden yazma, “mağdur” ve uçuk gündem yaratma çabalarında üstün başarı sağladıklarını söyleyebiliriz. Konu ya da sorun ne olursa olsun suçlu “Kemal” ve “Kemalizm”dir. Kaypakçada bugün söylediğini yarın tümden yadsımak; ortama, karşısına çıkan kişiye göre ağız ve tavır değiştirmek sapına kadar demokrat olmaktır. Kaypakça konuşanlara göre “Kemal” gibi düşünenler, bugünkü siyasal, ekonomik ve kültürel yozlaşmanın tek suçlusu olan “statükocu”lardır. Artık “Kemalizm=statükoculuk=ulusalcılık=darbecilik=laikçilik” sayılıyor; her gece bir TV’de evrensel ve ulusal kavramlar ustalıkla tersyüz ediliyor. Cumhuriyetin değerlerine takılıp günümüz koşullarında açılımlara çelme takmak “statükoculuk”muş. Atatürk’ü kitaplarda bırakmak bir zorunlulukmuş. Çünkü “bizim Kemal” boyunu aşan işler yapmış; “liberal demokratların” nineleri Arap abecesiyle çatır çatır okur ve yazarken, Osmanlıcayı sular seller gibi kullanırken ülkeyi bir gecede cahilleştirmiş. Giyim kuşam yerindeyken, padişah “ule ma”dan; halk, kara sakallıdan akıl alırken, çeşmelerden balla yağ akarken, kapitülasyonlar sıradan alışverişken, emperyalist turistik gezi için gelmişken... “Kemal” gül gibi düzeni bozmuş, bizleri ebleh “statükocu”lar yapmış. Perdeleri atlastan, kaşıkları altından koca saraydaki tahta kurulup hem padişah hem halife olmak varken, kendini sağlama almak için asmış kesmiş. Şimdi “Atatürk’ü sevmemek”le övünen kadınların ninelerini kucağındaki bebesiyle “boş ol” diyenlerden korumuş; yurttaş yapmış. “Erkeğin arkasından gelme yan yana yürü, dahası bilgili ol, önüne geç” güvencesi vermiş. Büyük suç... Statüko yanlısı Kaypakça konuşanlar, özellikle “Atatürkçü, Atatürkçülük” demiyorlar. Türk İslam sentezinin giydirip kuşattığı kimi “liberal demokrat”lar, günümüzün politik rüzgârına ivme kazandırmak amacıyla Atatürkçülük değil, “Kemalizm” demeyi uygun buluyorlar. Kemalizm ya da Atatürkçülük “statüko yanlısı” olmaksa, bu nasıl körü körüne “düzen yanlısı” olmaktır ki kapitülasyonlarla türbanını değil başörtüsünü bile yitirmek üzere olan, emperyalizmin yaşama hakkı tanımadığı batık bir imparatorluktan laik bir cumhuriyet yaratmış; “kul”u yurttaş yapmış! Bağımsızlık savaşı vermenin, uygar dünya ile yarışmak için devrim yapmanın, devrimleri savunmanın kaypakçadaki “statükoculuk”la hiç ilgisi yok. Atatürkçülüğe halkın anlamadığı “statükoculuk”u yapıştırmak, halkı kandırmak, dinsel ve ırksal sömürüye su taşımaktır! Laikliği savunana “laikçi” demek ikiyüzlülüğün ta kendisidir! Saygısızlıktır! “Liberal” kısmını geçelim; sözünün arkasında korkusuzca duracak yurtsever bir demokrat, açıkça gerçekleri haykırandır! Siyasal, ekonomik ve kültürel bağımsızlığımız tehdit altındayken, sınıf farkı kör kuyular gibi derinleşmişken, yoksulluk ve eğitimsizlik, inanç ve köken sömürüsünün nesnesi olmuşken... Yurtsever her demokrat, “Biz niye birbirimizi hırpalıyoruz, emperyalist ve işbirlikçisi kimi seviyor; Türk’ü mü, Kürt’ü mü” diyebilmelidir! Görüyoruz ki üfürük dil kaypakçada “yurt ve yurttaş”ın tanımı da başkalaşmıştır; bu uyduruk dili dayatanların beyninden “yurtseverlik” de silinmek üzeredir. Çağrımız yurtseverleredir; hani nerde kurbanlık hayvanlarımız; mis kokulu domateslerimiz, ovalarımız, dağlarımız, akarsularımız; birbirini ağlatan değil, birbirine omuz veren çocuklarımız... Füze kalkanı, hangi yüklü faturayla bakalım kimlerin başına konacak... Nâzım Hikmet, ta 1959’da, “eli kolu zincirlere vurulmuş/ vatan çırılçıplak yere serilmiş/ oturmuş göğsüne Teksaslı çavuş/ beyler bu vatana nasıl kıydınız?” demişti. Teksaslı çavuş, hem içimizi hem çevremizi fokurdatıyor; bakalım yanmadık neremiz kalacak... Birer birer yitirdiğimiz ortak değerlerin kaypakçada tanımı var mı acaba? İlkin kadınlarımız sorsa, sorgulasa keşke... Memleketimizden Manzaralar Dr. Coşkun ÖZDEMİR on günlerin gündeme düşen olaylarına bakar mısınız? Ülkenin Başbakanı Kars’ta dünyaca ünlü bir sanatçımızın yaptığı anıtı ‘ucube’ olarak nitelendiriyor ve yıkılması direktifini veriyor. Çünkü sanattan anlayan (!) odur. Kanuni Sultan Süleyman dönemini konu alan bir TV dizisi muhafazakâr Osmanlı hayranları tarafından tepki ile karşılanıyor. Bu tepkilere birbirinden ilginç çıkışları ve incileri ile ün yapan Bülent Arınç “icabı yapılmalı” diyerek katılıyor.186 kişinin ölümünden sorumlu Hizbullah sanıkları tahliye ediliyor. Kamuoyu bu tahliyeleri vicdanları sızlatan bir olay olarak karşılıyor. Grubun liderlerinden Hacı İnan, “Yıllarca boşuna yattık” diyor. Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Doğu Perinçek, Mehmet Haberal, rektörler ve üst düzey, yüksek rütbeli subayların tutukluluğu devam ediyor. Tahliye kararı veren hâkimin görev yeri değiştiriliyor. Bir fuhuş operasyonunda 25 kadar genç kadın ve manken için soruşturma başlatılıyor. Bilgi Üniversitesi’nde porno içerikli bir tez çalışması nedeni ile 3 öğretim üyesi görevden alınıyor. Ünlü bestecilerimizden Nüvit Kodallı’nın adını taşıyan Mersin’deki okulda müdür, kız ve erkek öğrencileri ayırıyor, aralarına bir demir perde çekiyor ve kız ve erkeklerin birbirine 45 santimden fazla yaklaşmalarını yasaklıyor. Said Nursi için yapılan bir film üzerinde uzun süren açık oturumlar yapılıyor ve S bu TV programlarında biri radikal İslamcı ve şeriatçı öteki bir devrimci ve laik cumhuriyet kurucusu iki ünlü kişinin neden anlaşamadıkları üzerinde saatler süren tartışmalar yer alıyor. Cumhurbaşkanı’nın davetine katılan öğrenci temsilcilerinden birinin Jaguar arabası gündemde geniş yer tutuyor. Bir üniversite rektörü bazı uygulamalara karşı protesto gösterisi yapan öğrencileri, “Sizi kovarım dışarı atarım siz Atatürk’ten ilham alamazsınız” diye tehdit ediyor. Özerk ve ücretsiz üniversite isteğinde bulunan öğrenciler copla, sopayla dövülerek yerlerde sürükleniyor. Hamile bir öğrenci bebeğini kaybediyor. İlgili bakan çocuklara zarar verilmemiştir buyuruyor. Bu ülkede iktidar mensupları ileri bir demokrasinin gerçekleştiğini iddia ediyorlar. Bir iktidar milletvekili, “Bir zamanlar siz fişliyordunuz şimdi sıra bizde, artık biz fişliyoruz” diyor. Görevdeki hâkim ve savcıların fişlendiği ortaya çıkıyor. “Çok sayıda yurtseverin ve 3 parti başkanının 57 bin hükümsüz tutuklu ile birlikte hapiste olduğu, basın özgürlüğü, kadın erkek eşitliği, gelir dağılımı sıralamalarında en gerilerde yer alan ve uluslararası endekslerde melez (hibrid) rejim olarak anılan, İslami engizisyondan söz edilen, basının ağır baskılar altında olduğu bu ülkenin Başbakan’ı Libya’dan sonra Katar’da ‘İslam âleminin kahramanı’ üstün Müslüman şahsiyet unvanları ile ödül alarak selamlanıyor.” C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle