20 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B 26 EYLÜL 2010 PAZAR EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Yaz Bitti Derken... PENCERE Öğretmen Scopes Amerika’da 1925 yılında “Scopes” adıyla anılan bir dava uzun süre gazetelerin başköşelerinde yer aldı. Tenesse’de Dayton okulunda öğretmenlik yapan John T. Scopes, “evrim kuramını” öğrencilerine okuttuğu için eyalet yasalarına ve okulun yönetmeliğine aykırı davrandığı gerekçesiyle mahkemeye verilmişti. Ne demekti evrim? Önce denizlerde yoğunlaştıktan, ardından karalarda hayvanlaştıktan sonra uzun bir değişim sonucunda mı bugünkü durumuna ulaşmıştı insanoğlu? Yoksa (Kutsal Kitap’ta yazıldığı gibi) kafası, elleri, ayakları, saçları, gözleri, kirpikleri ve her yanıyla bugünkü gibi yaratıldıktan sonra mı cennetten kovulup dünyaya indirilmişti? ABD federal bir düzeni içeriyordu. Çeşitli bölge yasaları, eğitim koşulları, öğretim vakıflarıyla karmaşık bir yapıya sahipti; öğretmen Scopes, ülkenin en tutucu bölgesinde baltayı taşa vurmuştu. At ya da eşek, bugünkü biçimiyle cennetten yer- yüzüne inmiş olmayabilirdi. Milyonlarca yıl önce at yine at olmayabilirdi; eşek eşek olmayabilirdi; köpek köpek olmayabilirdi; ama insan nasıl olur da maymundan türeyebilirdi? Yalnız Kutsal Kitap’ı değil, insanı da aşağılamaktı bu görüş; öğretmen Scopes öğrencilere anarşist fikirler aşılıyordu... Yargılama ülke çapında gürültü kopardı. Üç kez Amerika Cumhurbaşkanlığı’na adaylığını koyan ünlü Jenning Bryand siyasal yatırım için davaya avukat olarak katıldı; Kutsal Kitap’ın her sözcüğünün doğru olduğunu savunan yaman bir savunma yaptı. Amerikan yargılama düzeninde jüri sistemi geçerliydi. Sayın jüri üyeleri “politikacı - avukat Bryand”ın parlak konuşmalarının etkisi altında kaldılar. Küçükten beri bilim - din ayrımını kafalarında yapamamış jüri üyeleri şaşkınlaştılar. Nasıl oluyordu da şu Scopes adındaki öğretmen Kutsal Kitap’ın yazdıklarını hiçe sayıyordu? Adem çamurdan yaratılmıştı; Havva da Adem’in kaburga kemiğinden oluşturulmuştu. At attı, eşek eşekti, köpek köpekti, fare fareydi. Jürinin sayın üyeleri her pazar kiliseye giderler, papazın söylediklerini özenle dinlerlerdi. Oysa “Doğa Bilimleri” bitki ve hayvan türlerinin değişime uğ- radığını söylüyorlardı. Bu alanda önce Buffon, ardından Lamarck meydana atılmışlardı. Lamarck 19’uncu yüzyılın başında (bütün türler gibi) insanın da başka türlerden geldiğini ileri sürmüştü. Yani bugünkü zürafanın boynu bir evrim sonucunda mı öylesine uzamıştı? Atın eskiden tırnakları mı vardı? İnsan dört ayak üstünde yürüyen maymunsu bir yaratık mıydı? Öğretmen Scopes, Kutsal Kitap’a ters düşmekle kalmıyor, eskilerin “eşref-i mahlukat” dedikleri insana basbayağı sövüyordu. Hem zenciler neden bir değişim sonunda ka- rarsınlardı? “Habil ile Kabil” kavgası yalan mıydı? Adem’le Havva’nın oğullarından Kabil kıskançlık yüzünden kardeşi Habil’i öldürmüştü. Bunun üzerine Tanrı buyruğuyla derisi kararmıştı. Zencilerin uzun bir evrim sonunda karaderili olduklarına inanan Amerikalı, zenci düşmanlığını nasıl sürdürecekti? O zaman siyahlarla beyazların eşitliğini savunmak gerekmez miydi? Evrim Kuramı’nın başyapıtını yazan Darwin, saçmalamakla kalmıyordu, günah işliyordu. Tenesse’nin jüri üyeleri öğretmen Scopes’u suçlu buldular. Scopes 100 dolar para cezası yedi. Bu dava Amerika’da alay konusu oldu. Atatürk’ün 100’üncü doğum yılında “Öğretim Birliği Devrimi”nin ülkemize sağladığı düzeni de- ğiştirerek çifte ölçütlü bir eğitimi yürürlüğe koyduk. Acaba ortaöğretimde doğa bilimleri nasıl okutulacak? Merak ediyorum. (13 Ekim 1982 tarihli yazısı) 2 6 Eylül 2010’daki 78. Dil Bay- ramõ’nõ da buruk bir coşkuyla kutlayacağõz. Çünkü Ata- türk’ün, siyasal iktidarlarõn güdümü- ne girmeden özgürce çalõşsõn, gelir sõ- kõntõsõ çekmesin diye dernek olarak kurduğu, vasiyetnamesiyle gelir bõ- raktõğõ Türk Dil Kurumu, 1983’ten bu yana Başbakanlõk’a bağlõ, aydõnlarõn ve toplumun benimsemediği bir dev- let dairesidir. 1932-1983 arasõ 51 yõl yaşayan TDK’ye “Atatürk’ün ku- rumu” diyoruz. 1983’te Atatürk’ün vasiyetnamesini çiğneyerek, yapõ ve yapõtlarõna yasa zoruyla el koyarak ku- rulana da doğallõkla “Kenan Ev- ren’in kurumu” diyeceğiz. Ata- türk’ün eliyle yazdõğõ vasiyetnameyi bozmak, dernek olarak kurduğu iki ku- rumu yasa zoruyla devlet dairesi yap- mak, yaklaşõk otuz yõl sonra acõyla an- dõğõmõz utanç verici, akõl ve hukuk dõ- şõ bir uygulamadõr. Atatürk’ün kurumunu yasa gereği hem devlet, hem üyeleri denetlerdi. Ayrõca toplumun ve aydõnlarõn gözü bu kurumun üstündeydi. Olmasõ gere- ken asõl denetim de buydu. Karşõtõ olanlar kurumun ürettiği her sözcük- le alay eder, yayõmladõğõ her yapõta sal- dõrõrdõ. Kenan Evren’in kurumu öl- çünlü dili ve yazõm birliğini bozmuş- ken, bilimselliği tartõşõlõr birtakõm ya- yõnlar yaparken, Atatürk kalõtõnõ mi- rasyedi gibi harcarken sözde aydõn- lardan çõt çõkmõyor. Oysa Atatürk’ün kurumu halk ağ- zõndaki ve eski kaynaklardaki Türkçe sözcükleri derlemiş, Türkçenin söz- lüğünü yapmõş, yazõm kurallarõnõ be- lirlemiş, dile binlerce sözcük ve terim kazandõrmõş, Türkçenin bilim ve sanat dili olduğunu kanõtlamõştõ. Bunca emeği, onlarca yapõtõ görmezden ge- lenler, dilde devrim olamayacağõnõ söyleyenler, Atatürk’ün kurumunu karalamak, yeni sözcükleri yadsõmak ve yasaklamak için hiçbir fõrsatõ ka- çõrmadõlar. Yasakçõlarõn hepsi “mil- liyetçi”ydi; Atatürk’ün kurumu da devrimci… Atatürk’ün kurumunun suçu buydu; devrimci olmak… 1950’en sonra devrimci olan her ku- rum ve her yurttaş, sözde “milliyetçi” anlayõşõn atõş alanõ içindeydi. 26 Eylül 1932’de Atatürk’ün izlediği ilk Türk Dili Kurultayõ’nda, Dil Dev- rimi’ni “Türk Rönesansı” sayan, Atatürk yaşamõnõ yitirdikten sonra devrimlerin karşõsõna geçen, Meclis kürsüsünde “Arabın medeniyeti be- nim medeniyetimdir” diye haykõ- ranlarõn ardõllarõ 1950’den bu yana boş durmadõlar. Atatürk’ün kurumuna sal- dõrmanõn amacõ belliydi; “Türk Rö- nesansı” başarõlõ olursa, laik eğitim- le kandõrõlamayacak kuşaklar yetişir- se… Kadõnlar ve kõrsal kesim eğitim- li olursa… İnanç ve köken sömürüsü yapõlamazdõ; yurttaşlõk bağlarõ güçle- nir, her inanç ve kökenden yurttaş hak ve özgürlüklerine, ülke zenginlikleri- ne sahip çõkar, hakça paylaşmak ister; en önemlisi toplumun hesap sorma, yanlõşõ doğruyu sorgulama gücü ar- tardõ. Sandõğa yansõyacak asõl güç buydu. İşe inanç sömürüsüyle başladõlar; Arap abecesi ve Osmanlõcayõ “din”le ilişkilendirdiler. Eski yazõya Tanrõ yazõsõ dediler, bu yazõyõ öğrenenin kut- sal kitabõ da okuyacağõnõ söylediler; yalandõ. Harf ve Dil devrimlerinin kuşaklar arasõ kopukluk yarattõğõnõ hâlâ söylüyorlar. Bu da yalanõn kuy- ruklusu... Genç bir gazeteci, “Anne- annelerimizin mektuplarını okuya- maz olduk” diyor; onun anneannesi- ni bilemeyiz; ama çoğumuzunki “üm- mi” idi. Bir avuç seçkin dõşõndakiler dilekçe yazamaz; yazõlanlarõ okuya- mazdõ. Okuryazar oranõ erkeklerde yüzde beş altõ, kadõnlarda sõfõra ya- kõndõ. Geldik bugüne… Yabancõ dille öğ- retime ve eğitim kurumlarõndaki yan- lõşlara suskunluk, eski yazõ ve dile öz- lem, Harf ve Dil devrimlerine düş- manlõk sürüyor. Son anayasa değişik- liğine “yetmez ama evet” diyen ve ay- dõn bilinenlerin biri bile çiğnenen Atatürk’ün vasiyetnamesinden, Türk Tarih ve Dil kurumlarõnõ kapatan hu- kuksuzluktan söz etmedi. Onlar için “Atatürk, Atatürkçü düşünce, Ata- türk devrimleri, ulusal, ulusallık…” gibi kavramlar, “statükocu, antide- mokratik, Ergenekoncu…” anlayõ- şa giriyordu. “Kemalist değilim” de- mek yürekli bir çõkõş; “Atatürkçü- yüm, Türk, Türkçe…” demek õrk- çõlõktõ. Bugüne dek ekran yüzü gör- meyen ya da çoktandõr ekran yõldõzõ olan birileri, her sözü Atatürkçü dü- şünceyle hesaplaşmaya getirerek söz- de demokrat davranõşlarõ ve bilimsel- liği su götürür savlarõyla ortak dili tar- tõşõyorlardõ. Belli ki bu kõsõr tartõşma- lar sürecek… Aydõnõmsõlarõn ulusal birliği sağla- yacak olan ortak dili ve yurttaşlõk kimliğini reddettiği bir ortamda 78. Dil Bayramõ’nõ kutluyoruz. Of, of! Bu da yanlõş! Varsõn bizi; Atatürk’ün vasi- yetnamesini çiğneyen Kenan Evren hukuksuzluğuna susanlar, üniversite- yi medreseleştirenlere koltuk değneği olanlar kõnasõn! Gerçek aydõnla gös- termelik olanlarõn ciğerinin bile suya yansõdõğõ günlerdeyiz. Sular şimdilik karanlõk; ama akarsu pislik tutmaz! Ataol Behramoğlu gibi söylersek, “bir gün mutlaka” sularõmõz gibi or- tak dilimiz Türkçe de arõnacak! Biz inancõmõzõ, kökenimizi sömürerek se- mirenleri kõnamayacağõz. Yunus gibi, “Biz kimseye kin tutmayız / Ağyar dahi dosttur bize!” diyecek ve yurt- taşlõk bilinciyle kucaklaşacağõz! Yeter ki ortak dille birbirimizi doğru anla- yalõm! 78. Dil Bayramõmõz kutlu olsun! Yaz bitti mi? O sıcak hava çekip gitti mi? Ekim günlerini arıyorduk, işte geldi geliyor! Bu kez de Mayıs’ları, Haziran’ları mı arayacağız? İnsanoğlu böyledir. Hep şikâyetçi, hep başka şeyler peşinde, hep eski güzellikleri arayışta. Yalnız mevsimler mi, yalnız bol güneşli ya da bol rüzgârlı günler mi? Onlardan da bıktığımız olur. Bir de bakarsın seller gibi yağmurlar, depremler, acılar, felaketler!.. Seçim olur, istediğiniz parti kazanamaz, beğendiğiniz lider azınlıkta kalır. İşbaşına seçilerek gelenlerden hoşlanmazsınız. Ya bilgisizdirler, ya kendilerini beğenmiş, ya dikta heveslisi... Kafalarında ta çocukluk yaşından bu yana besledikleri bir şeyler vardır. Koltuklara yerleşir yerleşmez onları yaşama geçirmeye kalkışırlar. Yeni Ekim’ler, Kasım’lar, Aralık’lar hiç de umut verici değil! Siyasal açıdan, diyorum, doğanın oyunlarını düşünmüyorum, çünkü insanoğlunun becerdiği olumsuzluklar kolay kolay yok olmayacak şeylerdir de ondan. Her yaz, bir iki günlüğüne de olsa denize girerdim. Daha doğrusu şöyle bir batar çıkardım. İstanbulluyum ya, alay konusudur. Nadir Bey bile şaşardı, nasıl olur da yüzmesini bilmezsin der dururdu! Denizi, yıkananları, oynaşanları izlemek de ayrı bir güzellik... Bu arada bir de ne göreyim, baştan başa sımsıkı kapalı, gözlerinden başka bir yanı görülmeyen bir genç kız önümden geçmez mi! Hem de salına salına, meydan okur gibi, çevresindeki yarı çıplak güzellere. Utanmak, sıkılmak şöyle dursun, gururlanıyor, başkalarının da kendisi gibi olmasını istiyor. Merak etmesin bu son referandum zaferi de ona yeni yollar açacak, bakacaksınız gelecek yaz mayo ile denize girmek de yasaklanacak! Yıllar önceydi. Gazeteye iki genç kız gelmişti. İkisinin de başı bağlıydı, hani türban dediklerinden... Niye kadınların baş örtmelerini kınıyormuşum, herkes özgür değil mi, diye söylendiler. Hem de hekim olmak istiyorlarmış. Erkek hastalara değil, çocuklara, kadınlara bakmak için... Sonra bir de baktım başörtülüler çoğaldıkça çoğaldı. Derken bugünlere geldik! Referandumda da başörtülüler kazandı, uygarlığa giden yollar büsbütün kapandı. Ya da kapanacak! Anlatırlar, bir ziyafet sırasında Atatürk yanında oturan Mısır elçisinin başındaki fesi eliyle çıkartıp atmış! Fessiz daha iyi görüneceksiniz, demiş. Ben de kafalardaki örtüyü elimle kaldırıp atmak isterim. Merakımdan, acaba o kadınların başları hastalıklı mı, bilmem başka şey mi? Niye saklıyorlar o güzelliğe güzellik katan saçlarını? O hanımlara sormak isterim. Saçlarını saklayıp, ayaklarını teşhir etmek daha mı güzel bir yaklaşım? Şairin dediği gibi: “Bırak saçların dalgalansın rüzgârda, özgürlüğün tadını tatsın!” Karşõdevrimin Gölgesinde 78. Dil Bayramõ... Sevgi ÖZEL
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle