25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 28 TEMMUZ 2010 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER PENCERE İşkence Raporu... Y iyeceklerde, giysilerde, her yerde abuk sabuk ya- zõlar… Çoğuna dilimiz dönmüyor; çoğu bizim sivri akõllõlarõn uydurmasõ… Çok katlõ yapõlar, alõşveriş merkezleri, ko- naklama ve eğlence yerleri, hasta- neler, hatta çocuk yuvalarõ; içinde yaşayanlarla birlikte yabancõlaşõ- yor. Adõ yabancõ olanõn yerli ve ya- bancõ alõcõsõ çok oluyormuş. Bizim sivri akõllõlarõn savunmasõ da bu… Kimse çocuğuna yazõsõz don, çorap bulamõyor; yakõnda bebekler, “An- ne!” demeyecek; “okey beybim”li ninnilerle büyüyecekler. Daracõk, ha- vasõz yerlerde gençler, sabahtan akşama “play station” oynuyor. Gözleri bir noktaya yapõşõp kalan, iş- siz, umutsuz, gömleği “I love you” yazõlõ bu gençler, “cafe”lerdeki fal- cõlara, bir yerlerini yõrtarak türkü söyleyenlere, gözyaşõna bulanmõş harçlõğõnõ da kaptõrõyor. Umarsõz gençlik de ana babalar gibi içler acõ- sõ televizyon diliyle konuşuyor. Çünkü ana baba, çocuklar; hepsi dil politikasõ silinen bir ülkenin yurt- taşlarõ… Duyarlõ yurttaş, adõ Türk- çe çayevi bulamayõp küçük dilini yu- tacak kadar şaşõrõyor; ama büyük di- li dõşardakiler mutlu; çünkü kendi- mize yabancõlaşarak büyüyoruz. Bu aymazlõğõ “küreselleşmenin, AB’ye ulaşmanın gereği” diye kendile- rince akõlcõ, bizce aptalca bir ge- rekçeyle savunuyorlar. Küreselleş- menin gereği diye sütüne peynirine, donuna gömleğine Türkçe ad veren AB ülkesi var mõ? Bizdeki görüntü çirkin; iğrenç… Gürültü kirliliğini önlemek için müziği kõstõranlar, yabancõ adlandõrmanõn yarattõğõ gö- rüntü kirliliğini görmezden geli- yorlar. Çünkü dil devrimiyle yeni- leşen ortak dilimiz Türkçeyi savu- nunca, Türk devrimiyle hesaplaşma oyunlarõnõn bozulacağõndan korku- yorlar. Onlarõn oyunlarõ bozulaca- ğõna, varsõn dil bozulsun; ana ba- balarõn, çocuklarõn ağzõnõ bozan dil politikasõnõn özü bu… Televizyon, bu politikasõzlõğõn aynasõ... Abuk sabuk izlence ve di- zilerle herkese ya öte dünyaya ha- zõrlanmasõ ya renkli yaşamlarõ düş- lemesi şõrõnga ediliyor. Beyin ölü- mü gerçekleşmiş hasta, ak sakallõ- nõn dokunmasõyla diriliyor; aile içi sõkõntõlar, aşk acõlarõ din adamlarõ, din adamõ gibi konuşan yargõçlar ya da sözde bilimcilerce çözülüyor. İlköğretimli âşõk kõzlar, evden ka- çõyor. Ana baba, 15-16 yaşõndaki ço- cuğun evlenmesine “he” deyince, sorun bitiyor. Bebekler, dili berbat, içeriğiyle oynanmõş çizgi filmlerle uyutuluyor. Klasikleşmiş yapõtlar tersyüz edilirken çoğu dõşardan aparma diziler Türk malõ… Türk malõysa sövmek, dili bozmak ser- best… Toplumsal duyarlõlõklarõ ya- ralayan, bilimsel doğrularõ yadsõyan saçma sapan dizi ve izlencelerde, toplumcu bilinen sanatçõlar da boy gösteriyor. Beş altõ kişi mutfaktaki becerisini göstermek için süslü ma- salara diziliyor; ama kötü konuşan kadõnlarla erkeklerin hõr çõkarmak için seçildiği belli. Şarkõ sözleri de diziler gibi; “Laf bulamadım, ka- pına tüküreyim” örneği… Kitabõ- nõ İngilizce yazõp Türkçeye çeviren yazar, söz yazarlarõna Osmanlõca sözlük öneriyor. Al birini vur öte- kine… Yaşlõ başlõ insanlara bol dualõ, atõşmalõ kakõşmalõ izlencelerle “hayırlı nasip ve kısmet” aranõyor. Elli yaşõna dek özüne sahip çõka- mamõş öğretmen, kendisini “sa- hiplenecek” koca arõyor. Kötü ko- nuşanlardan seçilmiş baylar bayan- lar kuşlu, kelebekli ödüller alõyor. Genç haberci ağzõnõ açtõ mõ saçma- lõyor; hiçbir kanal, “Hakkâri”yi doğru söyleyen muhabir aramõyor. TBMM’deki vekillerin çoğu, özel- likle eğitim bakanõ, metinsiz konu- şurken dil politikasõ silinen bir ül- kenin başõnda olduklarõ daha iyi an- laşõlõyor. Usanmadan soruyoruz, bu gidiş nereye; bağõmsõz bir ülkede oynanan bu kirli oyunu kim bozacak? Adõ ya- bancõ yerlerde yiyip içen, dinle- nen; sözü dinsel kavramlarla açõp ka- payan, iç ve dõş siyasaya, eğitim ko- nusuna bile cami önünde değinen, karma dille konuşan, Türk devri- miyle kavgalõ politikacõlar mõ? Adõ ve içindeki tuhaf sözcüklerle gülünç duruma düşen oteller, lokantalar, hastaneler turisti bile rahatsõz eder- ken bizim kültür, eğitim ve sağlõk bakanlarõnõ niçin üzmüyor? Hepsi “hocaefendi”nin 120 ülkedeki okul- larõnda Türkçe öğrenen çocuklarla övünürken niçin biri, “Bizim ço- cuklar niye kekeliyor” sorusuna yanõt aramõyor. Sözde aydõnlar, bir süredir dil konusunda ninesinin mantõğõyla üfürüyor; sanki Türkçe özgürmüş gibi, “tek bir dil”in bas- kõ altõnda olduğunu söyleyip duru- yorlar. Türkçenin ve yenileşen Türk- çeye sahip çõkanlarõn başõna gelen- leri, yasaklanan Türkçe sözcükleri, yabancõ dille eğitimin sakõncasõnõ, Osmanlõcaya dönüş oyunlarõnõ bilip de bilmezden gelen bu sözde ay- dõnlar, dil konusuna yurttaşlõk bi- lincini güçlendirecek akõlcõ ve bi- limsel önerilerle değil; kafalarõ ka- rõştõracak yeni oyunlarla yaklaşõ- yorlar. Görüyoruz ki her alandaki yoksulluğun ortak dile de yansõdõ- ğõ bu dönemde, sözde aydõnlarõn ağ- zõ, Türk malõ diziler kadar bozuk; pe- ki, onlarõn ağzõnõ kim bozdu? Her- halde biz değil… Halkõn Ağzõnõ Kim Bozdu?.. Sevgi ÖZEL Sözde aydõnlar, bir süredir dil konusunda ninesinin mantõğõyla üfürüyor; sanki Türkçe özgürmüş gibi, “tek bir dil”in baskõ altõnda olduğunu söyleyip duruyorlar. Türkçenin ve yenileşen Türkçeye sahip çõkanlarõn başõna gelenleri, yasaklanan Türkçe sözcükleri, yabancõ dille eğitimin sakõncasõnõ, Osmanlõcaya dönüş oyunlarõnõ bilip de bilmezden gelen bu sözde aydõnlar, dil konusuna yurttaşlõk bilincini güçlendirecek akõlcõ ve bilimsel önerilerle değil; kafalarõ karõştõracak yeni oyunlarla yaklaşõyorlar. Elimde bir kitap var, eviriyorum çeviriyorum, sayfalarını karıştırıyorum, ötesinden berisinden bir şeyler okuyorum, yüreğim daralıyor, bir kenara bırakıyorum. Sonra ister istemez yine el atıyorum. Kitabın adı: “İşkence Raporu - Ankara 1989” İnsan Hakları Derneği (İHD) Ankara Şubesi, 1989 yılında rapor, tutanak ve anlatımlardan belgelediği işkenceye ilişkin bilgileri bir araya getirip kitaplaştırmış; okudukça midem bulandı; başkentinde bile bu tür insanlık suçu işlenen bir toplumun üyesi olmaktan utandım. Bilmeliyiz ki, işkence yapan her görevli Türkiye’yi uygar dünya karşısında yerin dibine batırmaktadır. İHD Ankara Şubesi Başkanı Muzaffer Erdost kitabı şöyle tanıtıyor: “İHD Ankara Şubesi Yönetim Kurulu üyesi Avukat Hüsnü Öndül tarafından hazırlanan Ankara İşkence Raporu’nu (1989), bu yıl da ‘İşkenceye Karşı Avrupa Sözleşmesi’nin yürürlüğe girişinin yıldönümünde, 1 Şubat’ta, basına ve kamuoyuna açıklıyoruz. Raporun bölüm başlıklarının incelenmesinden de anlaşılabileceği gibi 1989’da işkence, başkent Ankara’da da tüm boyutlarıyla gündemde oldu. Birinci bölüm, gözaltına alınanların gözaltında kaldıkları süre içinde gördükleri işkenceleri içermektedir. Bu işkenceler, adli tabip raporları, savcılık ifadeleri ve mahkeme anlatımları ile işkence görenlerin derneğimizdeki doğrudan anlatımlarından belgelenmiştir. İkinci bölüm, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde siyasal tutukluların toplu olarak dövülmeleri ve savcılığın verdiği takipsizlik kararı ile ilgilidir. Üçüncü bölümde ajanlığa zorlananların anlatımları; dördüncü bölümde Nihat Sargın ve Haydar Kutlu’nun 1987 yılında yurtdışından Ankara’ya geldikten sonra alındıkları gözaltında işkence gördüklerine ilişkin başvurularının sonuçsuz kalması üzerine Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na bireysel başvuruda bulunmaları ve bununla ilgili gelişmeler belgeleniyor. Beşinci bölümde ise işkenceye karşı sözleşmeler ve ilgili yasa metinleri yer alıyor.” Görüldüğü gibi Türkiye’nin başkentinde bile işkence gırla... Kitabın birinci bölümünde işkence gördükleri belgelenen 37 kişiden 10’u kadın, 27’si erkek... Kadın-erkek eşitliği işkence tezgâhında geçerli... Yine bu 37 kişinin 19’u üniversiteli, biri lise mezunu, 17’si iş sahibi (1 dernek üyesi ve ev kadını, 1 sekreter, 4 işçi, 2 gazeteci, 1 mühendis, 2 öğretmen, 2 teknisyen, 1 muhasebeci, 2 pazarlamacı ve biri de -kendi ifadesiyle- devrimci...) Listede saptandığı gibi işkence çoğunlukla aydın kesimine uygulanıyor; ama bu yaklaşım genelde geçerli değildir; yurdun her yanında her tür yurttaş işkenceden geçiriliyor. Ankara’da İHD’nin “İşkence Raporu 1989” adlı kitabı yayımlanırken Vaşington’da ABD Dışişleri Bakanlığı’nın insan haklarına ilişkin yıllık raporu da açıklandı. Türkiye’de işkencelerin sürdüğü bu raporda da belirtiliyor, gözaltındaki sanıklara “falaka, basınçlı soğuk su, elektrik ve koltuklardan asma” yöntemlerinin uygulandığı vurgulanıyor (Cumhuriyet, 21.2.1989, Ufuk Güldemir’in haberi). Olayın çarpıcı bir yanı daha var. Türkiye işkenceye karşı uluslararası sözleşmeleri de rahatça imzalayan bir devlettir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu “İşkenceye Karşı Bildirge”yi 1975’te kabul ediyor; bu belge; 26 Haziran 1987’de yürürlüğe giriyor; Türkiye, sözleşmeyi imzalıyor, 10 Eylül 1988’den başlamak koşuluyla işkence yapılmasını önleyeceğine ilişkin “taahhüde” giriyor. “İşkenceye Karşı Avrupa Sözleşmesi”, Avrupa Parlamentosu’nda görüşüldükten sonra 26 Haziran 1987’de Bakanlar Komitesi’nde kabul ediliyor. Türkiye hiç gecikmiyor, basıyor imzayı... Sözleşme 27 Şubat 1988 günlü Resmi Gazete’de yayımlanıyor, 1 Şubat 1989’da bütün Avrupa Topluluğu ülkelerinde ve bizde yürürlüğe giriyor. Ancak Türkiye’de yönetim, hem bu sözleşmelere bağlandığını ilan ediyor, hem de işkenceleri sürdürüyor. “Şark ikiyüzlülüğü” mü? 1990’dayız... 2000’e 10 var... Türkiye bu gidişle 21’inci yüzyıla “işkenceler ülkesi” olarak girecek... Elbirliğiyle bu ayıplı soruna bir çare aranmalı, bir çözüm bulunmalıdır. Anadolu’ya işkencenin gölgesi vurdukça hiçbirimiz çağdaş insan sayılamayız. İstanbul’da gökdelenler yükseliyor, sergiler açılıyor, yabancı sanatçılar konserler veriyorlar, moda defileleri yapılıyor, kokteyllerden geçilmiyor, “sosyete” eğleniyor, ticaret gırla, borsada oynayan oynayana; ama bütün bunlar bizi çağdışı bir işkence ülkesi olmaktan kurtaramaz... İşkenceler durdurulmalı. Yıl 1990... 21’inci yüzyılın eli kulağında... (22 Şubat 1990 tarihli yazısı)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle