28 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
ekonomi@cumhuriyet.com.tr 29 MART 2010 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA EKONOMİ 13 CMYB C M Y B ANKARA PAZARI YAKUP KEPENEK Anayasa Dayatması Geçen hafta AB liderleri, Yunanistan’a yardımın biçimini, koşullarını, AB’nin geleceğini şekillendirmek için toplandıkları sırada, özellikle Anglosakson medyasında gözüme çarpan, “Yeni-merkantilizm”, “Tek ekonomik hükümet”, “AB’nin kimlik krizi”, “Almanya sorunu” gibi başlıklar, bana Avrupa Birlik sürecinde 1980’lerin sonunda, 1990’ların başında yaşanan tartışmaları anımsattı. ‘Eurosclerosis’ten… “Eurosclerosis”, 1980’lerde Avrupa’da iş çevrelerince üretilen, siyasilerin çok sevdiği bir kavramdı; Avrupa’nın rakiplerine göre geride kaldığını, ekonomik büyümenin yeni iş olanakları yaratamadığını vurguluyordu. Bu durumu aşmak amacıyla, Avrupa’nın en büyük şirketleri bir araya gelerek, 1983 yılında 40+ üyeli Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası (ERT) adlı örgütü oluşturdular. O dönemde sklerotik yapıyı aşmaya yönelik üç proje söz konusuydu: Neo-liberal küreselleşmeci proje, Reagan ve Thatcher’ın 1970’lerin belirsizliğini aşmaya başlayan yeni kriz yönetim modelini Avrupa’da uygulamak istiyordu. Neo- merkantilist proje, Avrupa’da korunaklı bir iç pazar oluşturmayı, süreci genişletmektense, öncelikle derinleştirmeyi amaçlıyordu. Sosyal demokrat projenin amacı Avrupa modelini (refah devletini) konsolide etmekti. Bastiaan Apeldoorn, Kees van der Pjil gibi araştırmacıların da işaret ettiği gibi, bu projeler, belli sınıf çıkarlarının ifadesiydiler. Neo-liberal proje ERT gibi Avrupa’nın en büyük, küreselleşmeye yönelik şirketlerinin, transatlantik sınıf şekillenmesinin ürünüydü. Neo-merkantilist proje esas olarak, Avrupa çapında etkin, bu piyasaya dayalı, dış rekabetten çekinen sermayenin taleplerini yansıtıyordu. Üçüncüsünün ise işçi sınıfını, ulusal düzeyde orta sınıfların çıkarlarını yansıttığı söylenebilir. Bu üç projenin gösterdiği gibi Avrupa Birliği sürecinin ilerleyebilmesi için bu çok karmaşık, çelişkili sınıf ilişkilerinin uyumlu bir biçimde, ortak çıkarlar etrafında birleştirilmesi gerekiyordu. Diğer bir deyişle AB projesinin geleceği, AB çapında bir hegemonya projesinin başarısına bağlıydı. ERT’nin ilk toplantısında, Unilever gibi kimi büyük küresel şirketlerin, neo-merkantilist eğilimleri protesto ederek kapıyı vurup çıkması da sorunun zorluğunu sergiliyordu. Gerek 1985’te komisyonun hazırladığı (White Paper) rapor, gerek bunun üzerinde şekillenen 1987 Tek Avrupa Akdi (Single European Act), ERT’nin hem kendi içindeki sorunları, neo-liberal proje zemininde aşmaya, hem komisyonlara hâkim olmaya (Carchedi, Apeldoorn), hem de Avrupa’da bir hegemonya inşa etmeye uygun bir söylem üretmeye başladığını gösteriyordu. ERT, iç pazarın inşasını dünyaya açılmayla birlikte yürütürken, rekabet, emek piyasasının esnekleşmesi, teknolojik yenilenme ve “kaçınılmazlık” gibi söylemlerle hem sermayenin geri kalan kesimlerini hem de sendikaları ikna etmeye başlamıştı. ERT’nin 1991 toplantısında, gidenlerin geri gelmiş olduğunu görüyoruz. ERT’nin ve neoliberalizmin egemenliği, Avrupa Birliği inşa sürecindeki merkezileşme tartışmalarına son vermişti. Maastricht anlaşması, ortak para birimi, Lizbon süreci, Avrupa Birliği ve nihayet 10 yeni üyelik genişleme, bu hegemonya projesinin istikrar kazanmaya başladığını düşündürüyordu. Ancak bu görüntünün altında, 2000’lerin başında yeniden nükseden mali krizin etkisiyle, sendikaların neoliberal projeden uzaklaşmaya başladığını, sanayicilerin giderek daha çok korumacılıktan, “ekonomik ulusalcılıktan” söz etmeye, devletlerin de bu şarkılara tempo tutmaya başlamış olması, hegemonyanın çözülmeye başladığını gösteriyordu... ‘Euro crisis’e... Şimdi, 1980-90’ların tartışmalarının yeniden gündeme geldiğini görüyoruz. Örneğin, geçen hafta, Wall Street Journal, The Times ve Daily Telegraph gibi ABD ve İngiltere’nin muhafazakâr gazetelerinde yorumlar “neo-merkantilizm” ve “merkezi bir ekonomik yönetim inşa etme çabalarından” kaygıyla söz ediyorlardı. Diğer bir deyişle, neoliberal ilkelerin yerine, Avrupa içindeki ekonomik yapıları, devletin de giderek artan katılımıyla yeniden düzenlemek, genişleme yerine derinleşmeye odaklanma eğilimi, İngiltere ve ABD yönetimlerini tedirgin ediyor. Bunları tedirgin eden gelişmeler iki boyutlu. Biri Yunanistan krizinin yarattığı ortamda, AB’nin ekonomik hatta siyasi açılardan daha merkeziyetçi bir biçim alma olasılığı. İkincisi, Almanya’nın adeta tek belirleyici otorite konumuna yükselmeye başlaması. Öyle ki ABD’den Stratfor analiz sitesi, “Biz başlangıçta AB’nin Almanya’yı denetim altına almak için kurulduğunu düşünüyorduk. Şimdi tam aksini, Almanya’nın Avrupa’yı denetim altına almasının aracı olduğunu düşünüyoruz” diyordu. İlginç bir yorumda da Yunanistan’ın AB’de bir kimlik krizini tetiklediği ileri sürülüyordu (Financial Times, 24/03). Bu yorumda, AB merkezinin bir “kurtarma modeli” oluşturmaktaki zorluğu, AB’nin bir ulus devletler topluluğu ve Brüksel’in yönetiminin bir fantezi olduğu vurgulanıyor, sorunun esas olarak Almanya etrafında döndüğü kabul ediliyordu. Bu neden kimlik krizi oluyordu peki? Oluyordu, çünkü, toplumsal (ulusal, uluslararası, AB gibi bölgesel) kimliklerin oluşması o siyasi coğrafyada şekillenen iktidar ilişkisinin çıkarlarını ifade edecek söylemin, tarihten, geleneklerden (kültürden) alınan göstergelerle birlikte yeniden kurulmasıyla ilgilidir. ERT döneminde neo-liberalizm, küreselleşmecilik, “postmodern / post- Hobbesian yönetişim” üzerinden, kurulmaya çalışılan AB kimliği söylemi, bir süredir, ERT’nin hegemonya projesinin dağılmaya başlamasıyla birlikte istikrarını kaybediyor. Bu da birilerince, “kimlik krizi” olarak algılanıyor. Bu, 1990’ların başında, ortak para birimi gündeme geldiğinde, Avro’yu destekleyecek siyasi otorite, AB kimliği bağlamında yaşanan tartışmalara ait bir konu. Tarihten, geleneklerden, kültürden ortak bir şeyler bulmaya sıra gelince, özellikle İslamın da AB içindeki varlığının ayırdına varıldığında çıkmaza girerek günümüze kadar gelen tartışmalara da... AB içinde ve dışında tedirginlik yaratan şey, sanırım, hegemonya sorununun ilk kez kendi doğasına uygun bir biçimde gündeme geliyor olmasıdır. ERT, hiçbir ulusal özellik taşımayan, devlete dayanmadan var olduğuna inanılan bir ulus-üstü alanda hegemonya denemesiydi. Halbuki ulus devletler sisteminde yaşıyoruz. Uluslararası (AB çapında) hegemonya, bir ulusun/ülkenin içindeki hegemonya ilişkisinin dışa doğru, başka ülkelerdeki hegemonya ilişkileriyle eklemlenerek, onları kendisine bağlayarak genişlemesinden geçiyor. Böylece birçok ulusun egemen sınıflarının hegemonya sistemleri kendi aralarında, yararlı buldukları bir hegemonik sistem oluşturmak üzere eklemleniyor. Şimdi, ERT’nin habitatı olan komisyon değil AB Konseyi, hem de başbakanların toplantısıyla öne çıkıyor, Almanya’nın özel konumu, Fransa’nın her konjonktürde onu desteklemekten başka çaresi olmadığı görülüyor. Almanya’dan tüm AB bölgesinin “dengesizliklerini” aşacak, “merkez-periferi” ilişkilerini yeniden istikrara kavuşturacak adımlar, kaynaklar bekleniyor (hegemonyanın kamu hizmeti). Almanya da buna karşılık, bundan böyle genel kabul görmesini istediği kimi ekonomik, siyasi kuralları masaya koyuyor. Özetle hegemonya süreci ilk kez doğasına uygun bir biçimde işliyor. Ama bu, yine de sürecin başarısını garantilemiyor... DÜNYA EKONOMİSİNE BAKIŞ / ERGİN YILDIZOĞLU / LONDRA erginy@tr.net http://erginyildizoglu.blogspot.com Avrupa Yeniden Çizim Masasında yakupkepenek06@hotmail.com Hükümetçe gündeme getirilen anayasa değişikliği önerileri, yapılması gereken doğru bir işin nasıl yanlış yapıldığının çok somut bir kanıtıdır. Bu ülkenin anayasal yapısının demokratikleştirilmesi gerektiği bilinen bir gerçektir. Ancak hazırlanan taslak, gerek yöntem gerekse içerik yönleriyle, tümüyle eksikli ve yetersizdir. Birdenbire kamuoyuna açıklanan taslak konusunda Başbakan, salı günü, Meclis’te değil, kendi grubunda yaptığı konuşmada, hafta sonuna kadar her türlü eleştiriye ve katkıya açık olduğunu vurguladı. Basın- yayın, barolar, sendikalar, meslek oda ve birlikleri ve üniversiteler taslağı üç günde inceleyecek, tartışacak ve ona katkı yapacak, öyle mi? Bu yaklaşım demokratik bir tutumun sonucu olamaz. Kaldı ki halkoylamasında maddelerin ayrı ayrı değil birlikte oylatılması da seçme özgürlüğünü hiçe saymaktır. İçindeki diğer süslemeler bir yana taslak aslında yargıyı siyasete bağımlı kılarak yeniden yapılandırmayı amaçlıyor ki bu da AKP’nin devleti yönetme düşüncesinin bir ürünüdür. AKP’nin yönetim anlayışında bağımsız kurum ve kurulların yeri yoktur. Burada yapılmak istenen de yargı sistemini hükümete bağlı bir devlet dairesine dönüştürmektir. Oysa bağımsız yargı, yalnız adaletin hakça dağıtılmasının değil, demokrasinin de olmazsa olmaz önkoşuludur. Ayrıntılarına bakıldığında taslakta iki yanlış var ki gelecekte ağır yıkıcı sonuçlar doğuracaktır. Bunlardan biri, HSYK üyelerinin seçimi sürecidir. Kurulun yedi asıl ve dört yedek üyesinin adli; dört asıl iki yedek üyesinin de idari yargı yargıç ve savcıları tarafından seçilmesi öngörülüyor. Binlerce yargıç ve savcının oy kullanacağı bu seçim süreci, tıpkı üniversitelerde rektör seçimlerinde yaşandığı gibi, yargıç ve savcılar arasında, adalet kavramına zarar verecek derecede keskin bölünmelere neden olacaktır. Oysa siyasi rengi belli olmaması gereken en işlevsel kişi toplumda adalet dağıtmakta olandır. İkinci seçim yanlışı, Meclis’in, genelde yüksek yargı organlarına, bu taslak örneğinde de Anayasa Mahkemesi’ne üye seçmesidir. Meclis’in yüksek yargıya üye seçmesinin gerekçesi çok ünlü bir önermeye, AB ve ABD gibi olmalıyız mantığına dayandırılıyor; giderek AB istekleriyle ilişkilendiriliyor. Oysa Meclis’in, AB ve ABD’de olduğu gibi yüksek yargıya üye seçmesi gerektiğini özenle savunanlar çok büyük bir saptırmaca yapıyor. Çünkü Meclis seçsin denilirken şu anda uygulanan milletvekili seçimi süreci tümüyle göz ardı ediliyor. Hükümet gibi bunu savunanlar da biliyor ki ne AB ülkelerinde ne de ABD’de milletvekili adaylarının tamamının siyasi parti genel başkanları tarafından saptanması gibi bir antidemokratik ve çağdışı anlayış geçerli olamaz; böyle bir uygulama kimsenin aklına gelmez; doğrusu gelemez. Aslında, çağımızda hiçbir demokrasi yoktur ki yasama organının üyelerini parti genel başkanları saptasın! Anayasa tartışmalarında göz ardı edilen asıl nokta budur. Şimdiki milletvekili seçimi süreciyle oluşan Meclis’in yüksek yargı kurumlarının üyelerini seçmesi, tam anlamıyla kuvvetler birliği demektir. Çünkü tüm ipler yürütmenin eline geçmektedir. Çünkü, Türkiye’nin temsili demokrasisi, siyasi parti genel başkanlarının temsili özelliği gösteriyor. Adalet bakanının üstelik yetkileri arttırılarak HSYK başkanı, müsteşarının da üyesi olmaları da, bu kuvvetler birliğini iyice pekiştiriyor. Hiç kimse dayatılan bu anayasa taslağını demokratikleşme adımı olarak satmaya kalkmasın! AKP, demokratikleşme ve AB ölçüleri gibi değerlerden de söz ederek toplumda yargıya güveni yok edecek bir süreci dayatıyor. AKP’nin, hukuk devleti istemediği, hukuk devleti anlayışının temeli olan devlet yönetiminin işlemlerinin yargı denetiminde olmasının reddedilmesi ve bunun yerine kendi yönetimindeki devlet hukuku oluşturmaya çalıştığı gün gibi açıktır. Acı bir gerçektir ki, bunun karşısında siyasi muhalefet de topluma bir demokrasi seçeneği sunamıyor! Muhalefetin seçeneksiz karşı çıkışı da anlamsızlaşıyor. İktidarı ve muhalefetiyle siyaset, eğer demokratikleşme istiyorsa, yapılması gereken ilk iş yasama organının oluşmasında demokratik ilkeleri işletmektir. 2010 Türkiye için zorlu bir büyüme yõlõ olacak. 2009’daki gerçek daralma ise yüzde 7.9’u bulacak İnisiyatifyabancõnõnelinde Ekonomi Servisi - Ekonomistlere göre Türkiye yeni bir sanayi strateji- siyle iç tasarruflara dayalõ bir büyüme gerçekleştirdiği taktirde dünya eko- nomisinden bağõmsõz kendisini to- parlayabilecek. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Prof. Dr. Aziz Ko- nukman ve ekonomist Korkut Bo- ratav’õn ANKA’ya yaptõğõ açõkla- malara göre 2010 durgunluk yõlõ ola- cak. Konukman, 2009’un son çeyre- ğindeki büyümeyi olumlu bularak krizin artõk sona erdiği şeklinde yo- rumlamalarõn gerçekçi bir değerlen- dirme olmadõğõnõ ifade ederek “Özel- likle dünya ekonomisinde 2010’da daralmanın sona ereceği pozitif bü- yümeye geçeceği beklentilerini bü- yük bir ihtiyatla karşılaştırmak ge- rekiyor” ifadesini kullandõ. Türkiye’nin kamunun öncülüğün- de, yeni bir sanayi stratejisiyle iç ta- sarruflara dayalõ bir büyüme gerçek- leştirdiği taktirde dünya ekonomi- sinden bağõmsõz olarak kendisini to- parlayabileceğini vurgulayan Ko- nukman, “Türkiye kendi iç kay- naklarına, iç tasarruflarına daya- lı kendi iç pazarına dönük bir mo- delle bunu çözebilir. Dışarıda kriz bile olsa bu yapıyı sürdürebilir. Oysa bu model dış kaynaklara da- yalı, sıcak paraya dayalı bir model olduğu için kaçınılmaz olarak dı- şarıdan etkilenecektir. Dışarıda iş- ler kötü giderse bizde işler kötü gi- decektir. Çünkü inisiyatif bizim elimizde değil, başkasının elinde” di- ye konuştu. Türkiye’nin krizden çõkmasõnõn, Türkiye’nin ticari ortaklarõnõn duru- muna bağlõ olduğunu vurgulayan Ko- nukman, “Çünkü bizim büyüme modelimiz, genellikle en büyük ti- cari ortaklıklarımızla olan ilişkile- rimize bağlı. Orada bir şeyler ak- sarsa bizim büyümemiz sekteye uğ- rayacaktır. Sıcak para gelişleri tek- rar sorun yaratacaktır” dedi. Türkiye’nin, Avro bölgesine daya- lõ büyüme modelini tekrar gözden geçirmesi gerektiğini kaydeden Ko- nukman, “Dışarıdaki krize baka- rak ekonomisinin büyümesini gören bir ülke gerçekçi bir model kurmuş olmuyor” değerlendirmesini yaptõ. Ekonomistlere göre Türkiye iç tasarruflara dayalõ büyümezse dünya ekonomisinden bağõmsõz toparlanamaz. Çünkü inisiyatif başkasõnõn elinde. G E R Ç E K D A R A L M A Y Ü Z D E 7 . 9 ’ U B U L A C A K Ekonomist Korkut Boratav, 2009’da küçülmenin yüzde 5.5 civarõnda olacağõnõ söyledi. Ekonomik krizin yaşandõğõ dönemdeki küçülme oranõnõn ise 2009’un ilk 9 ayõyla 2010’un ilk 9 ayõnõn karşõlaştõrõlmasõyla bulunabileceğini ifade eden Boratav, gerçek daralmanõn yüzde 7.9 olduğunu belirtti. Boratav, daralmanõn Türkiye’nin 1994 ve 2001’de yaşadõğõ ekonomik krizden daha yüksek olduğuna dikkat çekti. Boratav, 2010’da sürpriz bir değişim olmazsa bu yõlõn durgunluk yõlõ olacağõnõ ifade ederek “2010 yõlõ zorunlu bir büyüme yõlõ olacağõnõ bize gösteriyor. Önceki yõla göre bir düzelme var, fakat artmõyor. 2009’a göre bir canlanma var ama yõl içinde fazla bir canlanma belirtisi göremiyoruz” diye konuştu. U Ç A Ğ I D Ü Ş E N P R E N S K A Y I P Dünyanõn en zengin 27. ismi olan Birleşik Arap Emirlikleri Başkanõ’nõn kar- deşi, 42 yaşõndaki Prens Şeyh Ahmed bin Zayed el Nahyan uçak kazasõnda kayboldu. 875 milyar dolarlõk fona sahip Abu Dhabi Investment Authority’nin (ADIA) başõnda bulunan El Nahyan’õn uçağõ Fas’ta bir göle düştü. Birleşik Arap Emirlikleri’nin Devlet Başkanõ ve Abu Dabi Emiri Halife Ahmed bin Za- yed el Nahyan’õn küçük kardeşi olan Şeyh Ahmed bin Zayed hâlâ bulunamazken uçağõn pilotu hayatta kalmayõ başardõ. Uçak kazasõnda öldüğü tahmin edilen Prens El Nahyan, küresel krizin en karmaşõk döneminde Citibank`tan 7.5 mil- yar dolarlõk hisse almõş, krizin seyrini değiştirmişti. GM 5 BİN MİNİBÜSÜ GERİ ÇAĞIRIYOR ABD’li otomotiv üreticisi General Motors (GM), hatalõ alternatörün motorda yangõn riskine yol aç- masõ olasõlõğõ üzerine 5 bin minibüsü geri çağõrõyor. GM’den yapõlan açõklama- da, şubat ve mart aylarõnda üretilen 2010 model ‘Chevrolet Express’ ve ‘GMC Savana’ minibüslerin geri çağrõlacağõ, ayrõca bu araçlarõn üretiminin ve satõşlarõnõn durdurulacağõ bildirildi. Motorda yangõn riskine yol açan sorunun nasõl giderileceğinin halen araştõrõldõğõ belirtilen açõklamada, bu araçlarõn sahiplerine, araçlarõnõ kullanmamalarõ, binalardan ve diğer araçlardan uzak yerlere park etmeleri ve akü bağlantõlarõnõ kesmeleri tavsiyesinde bulunuldu. Suzan Sabancı Prens Charles’a danışman oldu Biçerdövereğitimlerisayesinde200milyondolarõbulanhasatzararõnõnönlenmesihedefleniyor Buğday yanlış hasat kurbanıEkonomi Servisi - Akbank Yö- netim Kurulu Başkanõ Suzan Sa- bancı Dinçer, Prens Charles’õn tüm sosyal sorumluluk faaliyetleri- ni yürüttüğü “The Prince’s Chari- ties” Danõşma Kurulu’na üye seçildi. Akbank’tan yapõlan açõklamada, 18’i Galler Prensi Charles tara- fõndan kurulan ve toplam 20 der- neği çatõsõ altõnda bu- lunduran The Prince’s Charities’õn, İngilte- re’nin “en büyük sosyal sorumluluk kuruluşu” oldu- ğu, girişimcilik, çevre, eğitim, sağlõk ve kültür- sanat alanlarõn- da faaliyet gös- terdiği belirtildi. MURAT GÜLDEREN CEYHAN - Türkiye’de bilinçsiz hasat nede- niyle mõsõrda 100 bin, buğdayda da 1 milyon ton olan yõllõk kaybõn telafisi için biçerdöver sürüş tek- niği eğitimlerine başlandõ. Dane kaybõnõ önlemeye yönelik eğitimle birlikte 200 milyon dolarõn üze- rindeki maddi kaybõn da önlenmesi hedefleniyor. Nişasta ve Glikoz Üreticileri Derneği (NÜD) ta- rafõndan sosyal sorumluluk projesi adõ altõnda ger- çekleştirilen eğitimler Adana’ya düzenlenen ba- sõn gezisiyle anlatõldõ. Eğitimlerin birkaç yõl içe- risinde Türkiye’nin her yerini kapsayacağõnõ söyleyen NÜD Başkanõ Rint Akyüz, çiftçilerin biçim öncesi operatörlere belge sormalarõ, yanlõş biçim yapanlarõ ilgili müdürlüklere şikâyet etmeleri gerektiğini söyledi. Akyüz şöyle konuştu: “Bin- bir emekle üretilen ürünler ehliyetsiz ve du- yarsız operatörler tarafından biçiliyor. Hasat sırasındaki yanlış uygulamalarla mısır tane- lerinde oluşan kırıklar ürünün kalitesi düşü- yor. Bu ciddi maliyet artışlarını beraberinde getiriyor. Hasat sırasında ürünün kalitesinden birinci derecede sorumlu olan biçerdöver ope- ratörlerinin eğitimi ve bilinçlendirilmesi ge- rekiyordu. Gerçekleştirdiğimiz proje ile eği- timlerini tamamlayan biçerdöver operatörle- rimiz sayesinde zarar minimuma inecek.” Her yõl ortalama 1 milyon ton buğday, en az 100 bin ton da mõsõr yanlõş hasat nedeniyle ziyan oluyor. Biçerdöver oparetörü yetiştirici kurslarından 30 öğrenci sertifika- sını aldılar.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle