19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
3 ARALIK 2010 CUMA CUMHURİYET SAYFA DİZİ 9 Üruğ’dan şaşırtan soru Konuşma güncel konular üzerinde yoğunlaşınca “Evren Paşa’yı 7 yıl daha cumhurbaşkanlığında tutmak doğru olmaz mı” diye sordu. Cevabımla 2 yıl sonrasını söyleyince önsezime hayret etti örüşmemizin nedeni konular üzerinde söyleşimiz bitip de konuşma güncel konular üzerinde yoğunlaşınca Org. Üruğ birden sordu: “Sizce” dedi: “Evren Paşa’yı 7 yıl daha cumhurbaşkanlığında tutmak doğru olamaz mı?” “Günümüz koşullarında olmaz” dedim: “Evren Paşa bir yedi yıl daha yukarıda kalamaz.” Yüzüme baktı Üruğ, “Ya da?” dedim: “Özal’ın Çankaya’ya çıkmasını hazırlayan bir anlayış.” Yıl 1987 idi. Genelkurmay Başkanı ile bir araya gelmişim. Yaklaşık üç yıl sonra önümüze gelecek önemli bir olayı cumhurbaşkanlığı seçimini konuşuyorduk ve ben bir gazeteci Genelkurmay Başkanı’na 1989’da Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı olmaya hazırlandığını söylüyordum. Şaşırdı mı, bilmiyorum. En azından önsezime hayret etti. Siyasi kulisler, ‘mutabakatın’ altında yatan nedenleri araştırıyordu. Bir söylentiye göre Evren, Özal’la cumhurbaşkanlığı konusunda anlaşmıştı ama, Evren böylece artık ANAP’ın cumhurbaşkanı sayılacağını kabullenmiş olacaktı! ANAP dışında hangi parti Özal’ın adayı Evren’e oy verebilirdi ki? Özal, hem halkoylamasında hem de halkoylamasına katılım oranında direniyordu. Siyaset piyasası olağanüstü karışıktı. Bu arada; ben, Genelkurmay Başkanı’na, Turgut Özal’ın “müstakbel ikbal kapılarını” ve bunları sağlayacak ‘planlarını’ anlatmaya çalışıyordum. Üruğ Paşa’dan, anlattıklarımda mantık hatası varsa söylemesini rica ettim. “Hayır, yok” dedi. “Öyleyse, izninizle sürdüreyim” dedim. Üruğ Paşa dikkatle dinliyordu: “Sayın Evren ‘anayasayı deldirmem’ diye yola çıktı. Bir noktaya geldik. Kamuoyundan baskı başlayınca yasakların kalkmasına yumuşak bir tavır aldı ve ‘Bu yıl sonuna kadar sorun çözülür’ dedi. Rahatlık geldi. Şimdi hem kilit bir maddenin ki bu maddeye dokundurtmam demiş parti liderlerine değiştirilmesinden yanlı oluyor. Hem de kalkmasını ister göründüğü yasakların SÖZDEN YAZIYA SÜHEYL BATUM WikiLeaks’in Nimetleri (1) Sevgili dostlar, birkaç gündür tartıştığımız konu şu; WikiLeaks belgeleri önemli mi, değil mi? Hükümet ve yandaşlar ve de tarafsız(!) aydınlar(!), “önemli olmadığını, dedikodudan ibaret olduğunu” söylüyorlar. Yandaş basının ve “genelde” basının ortak tavrı bu. Gerçekten de bu belgeler ve iddialar önemli mi, değil mi? Önemli olmaz olur mu hiç. Bir kere içindeki iddialara baktığınız zaman, ne kadar önemli olduğunu görüyorsunuz. Düşünün Türkiye’nin en tepedeki yöneticileri için inanılmaz iddialar ortaya atılıyor. Başbakan’ı için, bazı bakanları için. Ha şunu söyleyeyim, bunlar doğru mudur, değil midir, bizler nereden bileceğiz. İnşallah doğru değildir. Ama esas önemli olan nokta şu; bu iddiaları bizler ortaya atmıyoruz. Dünyanın en güçlü devleti olan ABD’nin diplomatları, birinci derecede yetkili memurları atıyor. Hem de ABD’nin büyükelçileri, bu iddiaları (öyle gösterilmek istendiği biçimde) içki masasında arkadaşlarına anlatmıyor, kendi Dışişleri Bakanlıklarına gönderiyor. Bilgi diye, istihbarat diye. Şimdi tekrar söylüyorum, sevgili dostlar, bu bilgilerin, bu iddiaların neden yazıldığı, neden “bilgi notu” diye geçildiği, bizim bileceğimiz bir iş değil, TC’nin bizim gibi sıradan vatandaşlarının işi değil. Onları ABD yetkilileri bilir, AKP yetkilileri bilir. Bizler nereden bileceğiz. Neden mi? Biz daha önceleri de bazı şeylerin nedenini anlamamıştık ve bilmiyorduk zaten. Örnek mi istersiniz? Örneğin Sayın Recep Tayyip Erdoğan, daha bırakın Başbakanlığı, milletvekili bile değilken, nasıl olmuştu da, Başkan Bush tarafından, Beyaz Saray’da, hem de kapıda karşılanmıştı? Biz bunun nasıl olduğunu da bilmiyoruz. Şimdi o dostların kendi aralarında birbirleri ile ilgili söylediklerinin nedenini de bilemeyiz. Doğruluğunu, yanlışlığını da bilemeyiz. Onlar kendi aralarında halletsinler sorunlarını. Bir ara hatırlayacaksınız, Sayın Cüneyt Zapsu, yine bir sorun varken, ABD’ye gitmiş ve “Ne olur deliğe süpürmeyin” demişti. Kim için demişti, neden demişti, neyi çözmek için demişti, o işin sonucunda ne olmuştu? Biz onu da bilmiyorduk, bunu da bilmeyiz. Ancak ortada bir gerçek var, WikiLeaks belgeleri yayımlanır yayımlanmaz, hemen etkisini gösterdi. Hem de doğrudan doğruya. Üstelik iki temel noktada. Ne konuda mı? Çok basit. Birincisi şu; birkaç yazıdır, hep Türkiye’de “bir oyun oynandığını”, bir “senaryonun” sahneye konduğunu söylüyordum. Ve bu senaryoda, medyanın, belirli gazetelerin, gazetecilerin, programcıların, sözüm ona aydınların (!) rol aldığını söylüyordum. Ve bunlardan bir bölümünün, bu senaryoda “yandaş olarak” yer aldığını, bazılarının bundan “çıkar” sağladığını, bazılarının ise “korku, baskı” yolu ile rol almaya zorlandığını söylüyorum. İşte “WikiLeaks belgeleri” konusunda, gerçek bir kez daha ortaya çıktı. Hem de tabiri caizse, iyot gibi açığa çıktı. Belgeler açıklandı. Baktık içinde çok önemli iddialar var. Evet iddia düzeyinde ama çok önemli. Ve üstelik “kesinlikle yalanlanmıyor”. Ne Clinton tarafından, ne bir başka yetkili tarafından. Ve bu iddialar içinde, hem Başbakan’ı, hem de bazı bakanları doğrudan ilgilendiren inanılmaz iddialar var. Gizli hesaplardan tutun, uyuşturucu iddialarına kadar. Ve ertesi gün gazeteleri bir açıyoruz. Bir ikisi dışında kelime yok, ima yok. İddia yok. Sözünü edebilen yok. Hem de sadece yandaş gazetelerden, gazetecilerden, sözüm ona aydınlardan söz etmiyorum. Hani söz konusu Türkan Saylan olunca, Tuncay Özkan olunca, Mustafa Balbay olunca, generaller olunca, sadece iddialar karşısında bile, “haysiyet cellatlığı yapanlardan, yargısız infaz yapanlardan” söz etmiyorum. Onlara zaten sözüm yok. Onlara zaten, yazdırtanlar dışında inanan da yok. Ama ben diğerlerinden söz ediyorum. Onlarda da bakın, kelime yok, iddianın tamamı yok. Pekiyi neden mi? İşte size sözünü ettiğimiz gerçek buydu. Ve bir kez daha açığa çıktı. Ne denli haklı olduğumuz ortaya çıktı. Türkiye’deki “baskı rejimi, korku imparatorluğu” açıkça ortada… Belgelerin yayımlanması ile ortaya çıkan ikinci gerçek de şuydu; Başbakan bu iddialara çok kızdı. Bu iddiaları yayımlayanlara da, yer veren gazetelere de, iddiaları ele alanlara da kızdı, köpürdü, yer veren gazetelerin bile “ahlaksız, şerefsiz” olduğu türünde değerlendirmelerde bulundu. Pekiyi neden çok kızdı dersiniz? Bir kere dün televizyonları seyredenler, gazetelerin büyük çoğunluğunu okuyanlar şaşırmıştır. Çünkü bir gün önce iddia ile ilgili kelime yoktu. Ne banka hesapları, ne uyuşturucu konusu. Ama herkes bir baktı, ertesi gün Sayın Başbakan’ın “İsviçre’de param yok” sözü dokuz sütuna manşet. Gerçekten neden kızdı dersiniz? Pazartesi devam edeceğim. G kalkmaması izlenimi veriyor. Özal’ın tertiplerine ses çıkarmıyor. Çankaya, devletin tepe noktası. İnanılırlığını yitiriyor. Bir partinin peşine takılmış görüntüsü veriyor. Söylediklerime katılmıyor, yine mantık dışı buluyorsanız, lütfen söyleyiniz.” Genelkurmay Başkanı “Katılıyorum” dedi. Fakat o anda anlamını yeterince kavrayama dığım bir cümle söyledi, bir saptama yaptı. Orgeneral Necdet Üruğ, dingin bir sesle: “Biz durumu hiç böyle görmüyorduk” dedi. Şaşırmak sırası bana gelmişti. Devletin tepe noktaları, siyasal kulislerde bir süredir konuşulan kimi önemli olası gelişmelerden habersizdi! Olacak şey değildi. “Ne çare” dedim Üruğ Paşa’ya, “siyasal kulislerde, söylediklerimin hemen hepsi ko nuşuluyor, hatta kimi hazırlıklar yapılıyor.” Fakat Çankaya sorununun arkasını bırakacağa benzemiyordu. “Zaten cumhurbaşkanlığı sorunu bugün başladı” dedi. Konuyu yeniden açmak istiyordu! Bir noktada buluşmuştuk. Cumhurbaşkanlığı seçimine daha iki buçuk yıl varken, Türkiye’nin sorunlarının başında cumhurbaşkanı seçimi, yani yine ‘Çankaya’ geliyordu. BEKLEDİĞİM SORU, BEKLEDİĞİM BİR ANDA GELDİ EVREN OLMUYORSA? “Evren olmuyor. Peki, kimi yapacağız Cumhurbaşkanı, kim olacak” diye sordu Üruğ. Nereye varmak istediğini, ne öğrenmeye çalıştığını bilemiyordum. Fakat gördüğüm kadarıyla Üruğ Paşa benimle birdenbire Çankaya sorununun derinine inmişti. En azından inmek ister gibiydi. Bu kez sorunla ilgili soru gayet açıktı: “1989’da kim?” 1980’li yıllarda “seçilemeyen Cumhurbaşkanı” ile başlayan bunalımlı günleri, gün be gün izleyen bir gazeteci iki buçuk yıl sonrasını nasıl görebilirdi? Elbette bir öngörüsü vardı: Ya Evren yerinde kalacak ya da... Turgut Özal, Çankaya’ya çıkacaktı! Bu görüşümü hemen söylemedim, söyleşinin akışına bıraktım. 1987’de, henüz yasaklar kalkmamış, erken seçimin ucu görünmüyor. Bu olumsuz öğelere karşın bana egemen olan duygu ve görüş, işte buydu. Söyleşiyi başka kanala aktarmak amacıyla, “Yasaklarla ilgili durumu biliyorsunuz” diye söze başladım. Konuyu değiştirmek istiyordum. Üruğ Paşa, yine birdenbire bir açıklama yaptı: “Referandum propagandasında bunlar (eski liderler) televizyona çıkamazlar” dedi. (Nitekim öyle oldu. Yüksek Seçim Kurulu, önceleri eski liderlerin televizyona çıkabileceklerini öngördü. Fakat sonradan nereden nasıl bir rüzgâr estiyse “eski liderlerin partilerde kayıtları bulunmadığı” gerekçesiyle televizyonda konuşmaları engellendi.) Oysa, Üruğ Paşa ile konuştuğum gün ve saatte ortada fol da yoktu, yumurta da! “Bu olanak sağlanamazsa liderler de halkı meydanlara toplar, Çankaya’yı ANAP iktidarının Cumhurbaşkanı ilan ederler” dedim ve ekledim: “Yasakların kalkmasını engelleyen (Özal’ın) tertiplerini anlatırlar, yeni bir çalkantı başlar.” Bu açıklamayı garipsedi sanırım. “Yaparlar mı” diye sordu. “Kaybedecekleri bir şey yok, niçin yapmasınlar?” diye yanıtladım soruyu. Düşündü: “Doğru, yaparlar. Ama televizyona çıkmaları da...” Tamamlamadı cümleyi. Televizyon konusunda duraksıyordu, kaygıları vardı. Köşk ve askerler, televizyonu açarlarsa yasaklıların birdenbire 12 Eylül tartışmasına gireceklerinden korkuyorlardı. “Doğru, yapabilirler” dedi Üruğ. Siyasal kulislerde tartışılan bu konuların Genelkurmay’a çarpmaması, benim mantığıma göre, olanaksızdı. Paşa’ya “MİT size bu gelişmeleri, oluşmaları aktarmıyor mu” diye soracak oldum. “Bırakınız Allahınızı severseniz şu MİT’i” diye sert çıktı: “Neden haberi var ki!” Oysa, MİT’in askeri yönetim sırasında (Uğur Mumcu ile aramızdaki) telefon konuşmalarını bile MGK Genel Sekreteri Necdet Üruğ’a ilettiğini biliyordum. Paşa’ya olası bir manzara çizdim: “Cumhurbaşkanı Evren, 12 Eylül’den olumsuz söz edilince dayanamıyor, hemen kürsüye fırlıyor. Halkoylaması yasaklarla ilgili. Yasaklarsa 12 Eylül’ün icraatı. En ufak 12 Eylül eleştirisi olursa Evren televizyonlara çıkacak, veryansın edecek. Liderler de meydanlara koşacak. Onlar da Evren’e ve 12 Eylül’e veryansın edecekler.” Özal istiyor mu? Üruğ, dayanamadı, kesti sözümü ve “Ama” dedi, “bu felaket olur. Çankaya’nın tabiatı buna dayanamaz. İnanın bana... Liderlerin televizyona çıkmaları çok kötü sonuçlar verir.” Üruğ Paşa sürekli “Felaket olur” diyordu. Beklediğim soru, beklediğim bir anda geldi. Üruğ Paşa sordu: “Turgut Özal, cumhurbaşkanı olmak istiyor mu?” Soruyu büyük bir zevkle yanıtladım. Siyasal kulislerde, parti merkezlerinde Üruğ’a söylediklerime inanmayan o kadar çok siyasetçi vardı ki... “Elbette ister” dedim. “Zaten bugünden oyunun dengelerini kuruyor.” Üruğ Paşa dinliyordu: “Çoğunluğu ilk genel seçimde sağlamaya çalışacak. Hem de Çankaya’ya çıkmasını sağlayacak çoğunluğu. Yukarı çıkacak. Oyunu şöyle sürdürecek: Kendine uygun bulduğu ANAP’tan birini başbakan yapacak. Bugün gazetelerde ne görüyorsak, hangi haberlerden, hangi gelişmelerden kaygılanıyor, üzülüyorsak, Özal Köşk’e çıkınca dik âlâsını izleyecektik. Evren Paşa neden oyunlara giriyor? Belki de bir amacı var, o da kalmak istiyor Çankaya’da. Neden yasakların kolay yoldan kalkması için Özal’ı zorlamıyor? Eğer bugün kalkmasını istemiyorlarsa, erken seçim işaretleri var, ‘seçimden sonraya bıraktık’ desinler.” Üruğ Paşa; “Zaten ‘12 Eylül’ün getirdiği bu Meclis’ deyip duruyorlar. Yeni Meclis gelebilir, çözebilir, bir yol tabii. Başka bir şey daha var, seçim olabilir, ya sonuç?” dedi. 1986 ara seçimlerinde Özal’ın baş aşağı gittiğini gösteren işaretlere dayanarak belki de ilk genel seçimde ANAP’ın zorlanacağını hesaplıyordu. Kamuoyunda, Özal ve çevresinin yadırganan yaşam biçimi, ‘fütursuz davranışları’ karşısında halkın ANAP’a ‘yeni bir kredi açmayacağı’ görüşü egemendi. Üstelik ezici pahalılık... Özal’ın ana muhalefeti (Erdal İnönü ile SHP’yi) kendine çevireceğini, planına uygun bir Seçim Yasası dayatarak daha fazla milletvekiliyle iktidarı yakalayacağını Üruğ’la görüşürken nereden bilebilirdim. Bir duygu, bir önsezinin eseri miydi söylediklerim, bilemiyorum: Yine de gözü kara Özal’ın bir şeyler yapıp çoğunluğu asla bırakmayacağından ve asıl hedefi Çankaya’yı yakalamaya çalışacağından kaygılıydım. “Nabızlar şimdilik tek başına iktidar olamayacağını gösteriyor” dedim Üruğ’a. Sesini çıkarmadı. Konu kapandı. Konuyu kapattığı, beni şaşırtan bir başka konuyu açmasından belliydi. “Neden Evren Paşa’dan randevu isteyip saptadığınız doğruları anlatmıyorsunuz” diye sordu. KUDETA kitabım yayımlandığı sırada Köşk’le aramızda tatsız olaylar geçmişti. Yaklaşık iki yıla yakındır Evren’le yan yana gelmemiş, konuşmamıştık. Kırgın veya kızgın olduğunu sanıyordum. “Beni sevmez efendim” demekle yetindim. Köşk çevresinden böyle bir kanı esinlendiğimden söz ettim, bir gerekçe göstermek gerektiğini sanarak. Üruğ Paşa, “Peki, anladım” dedi. “ ‘Sayın Cumhurbaşkanımıza Arcayürek bana geldi. şunları söyledi’ diyerek bu görüşmeyi anlatayım mı” diye sordu. “Dilerseniz anlatın” dedim Sayın Necdet Üruğ’a, ama özenle ekledim: “Evren Paşa, doğruları sergilemeye çalışanlarla değil, yanlışların düdüğü olanlarla konuşmayı yeğliyor. Beni çağırmaz, kabul edip görüşmez. Zaten böyle bir isteğim de yok. Paşam, üstelik burada siyaset yapmadık. Olanlarıolabilecekleri saptamaya çalıştık. Eğer bu görüşmemizden ortaya kimi gerçekler çıktığına inanıyorsanız, bunları Sayın Evren’e aktarmak sizin takdirinize kalmış bir şey.” Üruğ, açık yüreklilikle, içtenlikle “Evren Paşa’ya anlatacağım” dedi, “müstakbel gelişmeler kötü görünüyor”. Sonra güldü: “Nereden çıkarıyorsunuz sizi sevmediğini, kızdığını?” dedi. Evet, nereden çıkarıyordum? Üstelik, kısa süre sonra yanıldığımı anlayacaktım. Astronottan Erdoğan’a fotoğraf ANKARA (AA) Kanadalı astronot Julie Payette, geçen yıl Toronto’da yapılan G20 zirvesinde görüştüğü Başbakan Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’a verdiği “uzaya gittiğinde kendisi için fotoğraf çekeceği” sözünü tutarak son uzay seyahatinde 320 kilometre yükseklikte çektiği iki kare İstanbul fotoğrafını Kanada Başbakanlığı aracılığıyla bir mektup ile Emine Erdoğan’a gönderdi. Payette’nin ayrıca kendisinin uzay mekiği içinde çekilmiş ve üzerinde “En iyi dileklerimle Emine Erdoğan’a...” yazılı bir fotoğrafı da gönderdiği ifade edildi. Payette, mektubunda şunları kaydetti: “Bayan Erdoğan, sizinle G20 zirvesinde buluşmak benim için büyük bir zevkti. Size söz verdiğim gibi 2 İstanbul fotoğrafını son uzaya gidişimde çektim. İyi olmanız dileklerimle...” YARIN: EVREN BARANSEL’E BENİ SORUYOR C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle