19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Hidroelektrik Santrallar (HES) Bilmecesi: CUMHURİYET 3 ARALIK 2010 CUMA AÇI MÜMTAZ SOYSAL Askerin Dertleri SON Yüksek Askeri Şura toplantısının bildirisi çok kişiye bilmece gibi gelmiş olabilir. “Harbe hazırlık” sorununun konuşulması, ister istemez “hangi harp?” sorusunu geçirmiştir zihinlerden. Oysa her ülke için askerliğin birinci kuralı, “sulh ve selamet” zamanında “cenge hazır olmak”tır. Türkiye açısından, şu sıra çok uzak olasılıklar da sayılsa, “hazır” olunması gereken iki cenk olabilir: NATO’nun, özellikle Amerika’nın İran derdi dolayısıyla İsrail’i de içine alabilecek bir Ortadoğu kapışması ve Ege ya da Kıbrıs’ta Yunanistan’la Türkiye’yi karşı karşıya getirebilecek bir gerginlik. İki olasılığın da çapraşık sorunları var. İran, Ankara’nın dost kalma ve iyi ekonomik ilişki içinde olma zorunluluğu duyduğu bir komşu; Yunanistan ise gerektiğinde Batı’yı Ankara’ya karşı değişik tarzlarda seferber edebilen bir başka komşu. skerin bir derdi, uzak geleceğe ilişkin bu çifte sorunları birlikte çözüp hazırlıkları akılcı çözümlere bağlamak. Çağdaş savunma stratejisinde öne çıkan balistik silahların ve füzelerin konuşlandırılıp doğru komuta sistemlerine bağlanması gereken çelişkili sorular bunlar. Biri Türkiye’nin NATO içinde, öbürü de kendi savunma stratejisine göre çözüm bekleyen iki sorun. ma şu sıra Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir başka sorunu var ki, çözümü doğal kurallara sığmayan bu sorun tam bir dert kaynağı. Siz devlet yöneten bir partinin o devlette temel güvence unsuru olan bir orduyu hırpalama, onuruyla oynama ve iç dayanışmasını bozarak onu her açıdan zayıflatma derdine düşmesini aklınızdan geçirebilir miydiniz hiç? Ama, bir süredir yaşanan budur Türkiye’de. Ülkeyi zayıflatıp parçalarını bölüşmek isteyen bir dış doymazlığın işi mi? Şehitler verilerek kurulan Cumhuriyeti yaşatma andı içmiş bir orduyu şaşkına çevirip toplumun geleceğini karartan bir yobazlık mı? Dertleri zaten hiç eksilmeyen bu güzel ülke ve bu sorunlu toplum bir de böyle bir çirkin çelişkiyle uğraşmak zorunda mı kalmalıydı? Çevre ve Kalkınma İlişkisi Üzerine Kültür ve doğa varlıklarının daha iyi korunabilmesi amacıyla, doğal ve kültürel sit alanlarına ilişkin kararların yerel yönetimlerin “münhasır” (yalnız onlara ait olan) yetki alanlarının dışına çıkarılması bu konuların günübirlik siyasal hesaplardan uzak tutulması kaygısından kaynaklanmıştır. tına sokulmak istenmektedir. Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı gibi ilk bakışta çekici görünen bir adı olan tasarının hazırlanmasını hızlandıran olay Doğu Karadeniz bölgesindeki illerimizden birinde bu tür bir santralın kurulmasına yerel koruma kurulunun izin vermemiş olmasıdır. ONUNCU KÖY BEKİR COŞKUN Oysa Yerde Kan Vardı... Biliyorsunuz, her sene tam bu günler geleneksel “Turgut Özal öldürüldü” günleridir... Çankaya Köşkü’nün içinde, kapıda muhafız alayı, iki yüz nöbetçi, yanında doktoru, elli görevlinin arasında, ambulans, Hacettepe Hastanesi’nin yığınla raporları... Yine de “öldürüldü” diyorlar… Ama herkesin önünde, evinin kapısında, bedeninde kurşunlarla vurulan emekçilerin lideri Kemal Türkler’in “öldürüldüğü” kanıtlanamadığı için önceki gün dava zamanaşımına uğradı ve düştü… Mesela; Adnan Kahveci; trafik kazası ile öldürüldü… Muhsin Yazıcıoğlu; telefon sinyali ile öldürüldü… Bülent Ecevit; yanlış teşhis ile öldürüldü… Turgut Özal; zehirli börek ile öldürüldü… Ama Kemal Türkler, kurşunlarla, yolun ortasında, kanı oluk gibi aka aka vuruldu da “öldürüldüğü” belirlenemedi… Tam 26 yıl sürdü mahkeme… Dava düştü… Aslında Türkiye’nin nasıl bu günlere geldiğinin uzun ve hazin hikâyesidir bu… Emperyalizme karşı duran bu ülkenin yiğit çocukları işte böyle bir bir yok edildiler. Böylece dün liberal (!) işbirlikçileri ile Türkiye’yi yağmalayan sömürgeciler, bugün de dinci ortakları ile aynı yağmayıtalanı aralıksız sürdürebiliyorlar… Bu yüzdendir: Yaşlı ve hasta bedenleri yapılan eziyete dayanamayan İlhan Selçuk da, Türkan Saylan da öldürülmedi… Bombalarla paramparça edilen Uğur Mumcu’dan Ahmet Taner Kışlalı’ya kadar daha nicelerinin öldürüldüğü de ortada kaldı… Kemal Türkler’in kızı babasının öldürüldüğünü gördü, vurulmuş bir beden ve yerde kan vardı… Ama “öldürüldüğü” kanıtlanamadı… Dava önceki gün düştü… [email protected] Prof. Dr. Ruşen KELEŞ Fırtına Vadisi tinlerde benimsenip son yıllarda çok sık kullanılmasına, iç hukukta “bağlayıcı” duruma getirilmiş olmasına karşın, sürdürülebilir kalkınma kuralının gereği gibi uygulanmakta olduğunu söylemek kolay değildir. Çevre değerlerini ve doğal kaynakları, gelecek kuşakların bunlardan yararlanma haklarını yok etmeksizin kullanmayı öngören, koruma ve kullanma arasında bir denge kurulması düşüncesine dayanan bu anlayışı, ne yazık ki ne dünyada ne de ülkemizde yaşama geçirmek olanağı kolayca bulunamıyor. Ve kural çoğu kez kâğıt üzerinde kalmaya mahkum oluyor. Bu durumun sayısız örnekleri vardır. Konu ile ilgili Bakan, hidroelektrik santralın Rize sınırları içindeki Fırtına Vadisi’nde, doğal çevre açısından yaratacağı “fırtınayı” ve riski öne sürerek sivil itaatsizlik eylemine girişmiş olanları “cinnet getirmiş kişiler” olarak suçlarken yukarıda kısaca değindiğimiz zor tercihin o kadar da zor bir tercih olmadığını ortaya koymuş ve kolay yolu seçmiş olmuyor mu? Ülkenin enerjiye, temiz enerjiye, ekonomik gelişmenin hızlandırılmasına gereksinme duyduğu elbette yadsınamaz. Ama dünyada eşine az rastlanan biyolojik ve ekolojik zenginliklerimiz için açık bir risk olduğu gerçeğinin kavranması acaba toplumumuzun geleceği için hiç mi önem taşımıyor ? Her konuda olduğu gibi hidroelektrik santrallar konusunda da sorunu birden çok boyutuyla birlikte ve ilgili bütün tarafların görüşlerine saygı göstererek demokratik kurallar çerçevesinde çözmeye çalışmak, demokratikleşmekte olduğu sık sık vurgulanan ülkemize kanımca daha çok yaraşır. Hem “yönetişim” gibi garip bir sözcük gibi görünmekle birlikte, katılımcı ve çok ortaklı bir yönetim anlayışının savunucusu olmak, hem de yerel niteliği ağır basan çok önemli kararları tek merkezden ve tek yönlü olarak geçerli kılmakta direnmek, katılımcılıkla bağdaştırılamaz. Kültür ve doğa varlıklarının daha iyi korunabilmesi amacıyla, doğal ve kültürel sit alanlarına ilişkin kararların yerel yönetimlerin “münhasır” (yalnız onlara ait olan) yetki alanlarının dışına çıkarılması bu konuların günübirlik siyasal hesaplardan uzak tutulması kaygısından kaynaklanmıştır. Eğer bu yetki, elimizdeki tasarıda olduğu gibi merkezi siyasal iktidarlara bırakılacak olursa, korkarım ki yalnız süreç daha çok siyasallaştırılmış olmakla kalmayacak; aynı zamanda, hükümetimizin uzun süredir gerçekleştirmeye çalıştığı, merkeziyetçilikten uzaklaşmak ve yerelleşmek hedefinden de sapılmış alacaktır. O zaman, galiba, devleti yönetenler, hostesin kitabının başlığındaki tercihler arasından, ne kahveyi, ne de çayı, fakat hostesle birlikte olmayı tercih etmiş durumda olacaklardır. 1 A A 950’li yılların sonlarında Amerika Birleşik Devletleri’ne öğrenci olarak gitmiş olanlar, o dönemin en çok satan (bestseller) kitapları arasında şu başlığı hiç unutmamışlardır: Kahve mi, Çay mı, Beni mi? Kitap, bir havayolları hostesinin anılarından oluşmaktadır. Kitabın ana teması, uçak yolcularının zor tercihler karşısındaki tavırlarına yön veren ahlaki değerlerdir. Toplum yaşamında karar verme yetkisini elinde bulunduran yönetici kadrolar, her düzeyde ve her zaman kolay olmayan tercih seçenekleri ile karşı karşıya kalabilir. Kalkınmayı hızlandırmak, kişi başına düşen geliri artırmak, dış ticaret dengesini düzeltmek, cari açığı küçültmek gibi özde ekonomik nitelikte olan amaçlarla, çevrenin korunması, ekolojik değerlere sahip çıkılması, insan ve çevre sağlığı yönünden önem taşıyan risklerin azaltılması gibi ekonomi dışı almaşıklar arasında kesin tercihler yapmak her zaman kolay olmayabilir. Çünkü her bir tercihin, tercihi yapanlar, merkezi ya da yerel düzeydeki siyasetçiler, yüksek düzeydeki yöneticiler, kısacası karar vericiler açısından doğuracağı ekonomik, toplumsal ve siyasal maliyet, hesaplı davranmayı zorunlu kılar. Ama bazen de kişilere, siyasal partilere, topluma ve gelecek kuşaklara neye mal olacağı enine boyuna hesaplanmadan, belli bir tercihten yana ya da ona karşı tavır alınır. Çevre ve kalkınma ilişkisi dünyanın ve ülkemizin gündemini uzun süredir işgal eden tartışmalı konulardan biridir. Bu iki amacın bir denge içinde bağdaştırılmasına olanak bulunmadığını savunanlar olduğu kadar, sürdürülebilir (sürekli ve dengeli) kalkınma denilen bir yeni gelişme anlayışı çerçevesinde bütünleştirilebileceklerini, aralarında uyum sağlanabileceğini öne sürenler de vardır. Dilimize, “Ortak Geleceğimiz” adıyla çevrilmiş olan Birleşmiş Milletler Brundtland Raporu’nda ve Rio Bildirisi’nde (1992) benimsenmiş olan görüş bu ikincisidir. Uluslararası hukuk belgelerinde ve ulusal yasal me Turizm gelirinin arttırılması Küresel ısınmada en büyük sorumluluk payı olan devletler bile ekonomik gelişmeleri yavaşlamasın diye zehirli gaz salımlarının sınırlandırılmasına inatla karşı çıkmıyorlar mı? Altın üretimini arttıracağız diye, altın işletmelerinde siyanür kullanarak bugünün ve geleceğin kuşaklarının ölümcül risklerle karşı karşıya kalmasına göz yuman ülkeler yok mu? Turizm gelirinin arttırılması amacıyla, devlet ormanlarının değişik ölçülerde imara açılmasında yarar gören devletlerin sayısı az mı ? Ülkemizde, ormanların korunmasıyla görevli bir bakanlığın başındaki siyaset adamı, sanki ormanlar o bakanlığa emanet edilmemiş gibi, iki üç yıl önce bakanlığının bütçesini TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’na sunarken, “Amacımız, devlet ormancılığından millet ormancılığına geçmektir” derken, acaba devletinin “sürdürülebilir kalkınma” konusunda ulusal ve uluslararası yükümlülükleri olduğunu bilmiyor muydu ? Yukarıda belirtildiği gibi örneklerin sayısı arttırılabilir. Güncel olan konu şudur: Hidroelektrik santrallar konusunda, bir Koruma Kurulu tarafından verilmiş olan “doğal sit” kararı vesile bilinerek, bu türlü kararları verme yetkisi, 2863 sayılı yasa gereğince oluşturulan, karma yapılı, bilim insanlarının ağırlıkta olduğu ve bir ölçüde bağımsız sayılan kurullardan alınarak merkezi yönetimin denetimi al ‘Ortak geleceğimiz’ [email protected] CHP Kurultaya Gidiyor Prof. Dr. Mustafa ÖZYURT 22. Dönem Milletvekili urultay kelimesi nerdeyse CHP ile özdeşleşmiştir. Siyasi literatürde kurultay denilince ilk anımsanan CHP olur. CHP kurultayları biraz da Türkiye’nin siyasi tarihidir. Bugüne değin 33 olağan ve 13 olağanüstü kurultay gerçekleştirmiştir. Siyasal yaşamımızda yukarıda verdiğimiz sayıların yarısına bile ulaşmış bir siyasi parti daha yoktur. CHP Parti Tüzüğü’nün 52. maddesi, “Kurultay, partinin en yüksek organıdır. Yasa ve tüzük kuralları içinde, toplumun ve ülkenin genel sorunlarının ve partinin tutumunu karara bağlar. Bütün partililer kurultay kararlarına uymakla yükümlüdür” diye yazmaktadır. Sivas Kongresi CHP’nin de ilk kurultayı sayılır. Bu kongrede ülkenin değişik bölgelerinden gelen delegeler, yasamaya ve yürütmeye yönelik kararlar almışlar ve olmayan bir devleti kurma girişimini başlatmışlardır. 15 Ekim 1927 günü TBMM salonlarında K toplanan CHP II. Kurultayı, Kurtuluş Savaşı yıllarının dökümünün yapıldığı ve izlenen sosyoekonomik politikaların sistemleştirilmeye çalışıldığı bir kurultaydır. Bu kurultaydan Büyük Nutuk, CHP Nizamnamesi ve Genel Başkanlık Bildirisi gibi üç önemli belge kalmıştır. Cumhuriyet Halk fırkası Cumhuriyetçi, halkçı, laik ve milliyetçi dört okuyla siyaset sahnesinde yeni bir döneme girmiştir bu kurultay ile. Aslında CHP kurultaylarının çoğu tarihsel önemli belgeler bırakmıştır. Örneğin 10 Mayıs 1931 günü başlayan III. Kurultay, tüzükten ayrı olarak onayladığı programa devletçilik ve devrimcilik ilkelerini eklemiştir. Böylece CHP’nin altı oku tamamlanmıştır. IV. Kurultay, Cumhuriyet Halk Fırkası adının Cumhuriyet Halk Partisi’ne dönüştüğü ve Atatürk’ün katıldığı son parti kurultayıdır. Nispi temsil seçim sistemi, ikinci meclis kurulması, anayasa mahkemesi, hâkim temi natı ve üniversite özerkliği gibi konular 26 Temmuz 1954’te toplanan CHP XI. Kurultayı’na damgasını vurmuştur. 14. kurultayın ilk hedefler bildirisi ve 15. kurultayın temel hedefler bildirisindeki amaçlanan noktalara ulaştığı için XVII. kurultayda ‘İleri bir Türkiye ülkümüz’ bildirisi benimsenmiştir. 18 Ekim 1966 günü toplanan CHP XVIII. Kurultayı’na damgasını vuran ortanın solu sloganıdır. 6 Mayıs 1972 günü CHP V. Olağanüstü Kurultayı, konuşmasının sonunda “Ya ben ya Bülent” diyen ve CHP ile özdeşleşmiş isim İnönü’nün 33 yıl 11 gün sonra CHP’ye veda ettiği kurultaydır. …………… 12 Eylül sonrası kapatılan ve 9 Eylül 1992 günü toplanan XXV. CHP Kurultayı’nda 679 oy alan Deniz Baykal, Atatürk, İnönü ve Bülent Ecevit’ten sonra CHP’nin 4. genel başkanı oldu. Hiç beklenmedik şekilde CHP genel başkanlığından ayrılan Deniz Baykal’ın koltuğunu 2223 Mayıs 2010 tarihinde yapılan XXXIII. CHP Kurultayı’nda Kemal Kılıçdaroğlu doldurdu. Ancak Kılıçdaroğlu bu kurultayda, kendi parti meclisi (PM) listesini oluşturma fırsatını bulamadı. Bunun en belirgin göstergesi sayın Önder Sav ile girdiği tartışmada yanında yalnız İzzet Çetin, Gürsel Tekin ve Süheyl Batum’un dışında PM’den başka kimsenin bulunmamasıdır. İl başkanları, PM üyeleri ve milletvekilleriyle ayrı ayrı yapılan kurultay nabız yoklamasında genel başkana tam destek verildiği biliniyor. O bakımdan Kemal Kılıçdaroğlu, aralık ayında yapılması düşünülen XIV. Olağanüstü CHP Kurultayı’nda bu olasılıkları da göz önünde bulundurarak, “Yeni CHP ile iktidara doğru” sloganıyla kolları sıvamak zorundadır. Halkın desteğinin doruk noktasına ulaştığı özgüvenle, bu kez blok liste oluşturmak ve tek vücut bir kadroyla seçime gitmek en gerçekçi yaklaşım olur. Yoksa geçen her gün partide ikirciklenme giderek büyür, önü alınmaz olur. Atatürk’le Yaşamak... Oktay SÖNMEZ İTÜ Denizcilik Fakültesi Öğr. Görevlisi 940’lı yılların başları. Dünyada savaş vardı ve fırınların önünde uzayıp giden benim de içinde olduğum ekmek kuyrukları... Çocukluk, delikanlılık yıllarımda hep Atatürk’le birlikte yaşadık. O mucize adam Atatürk’ü hani ne derler dünya gözüyle, kendi gözlerimle bir kerecik bile göremedim. Bu yaşıma geldim buna yanar, hâlâ üzülür dururum. Onu görmüş dostlarımla sohbet ederken, bundan söz edilince düpedüz gizli bir kıskançlık duyarım. Babam, amcam, dayılarım onu hep hiç değilse bir kez görmüşler. Onları bile oldum olası bu bakımdan hep kıskanmışımdır. Ondan sonra gelenleri hep kendi gözlerimle gördüm. Yani ondan sonraki cumhurbaşkanları ve başbakanlar. O unutulmaz İsmet Paşa, Bayar, Menderes, Demirel, bayan başbakan ve ondan sonra görev üstlenen diğerleri. Ama onu kendi gözlerimle hiç göremedim. Yoldan geçen her üniformalı subayı Atatürk sayarak durup selam verdiğimiz ilkokul 1 öğrenciliği yıllarımız. Hey gidi günler. Küçük çocuklara “Büyüyünce ne olacaksın” diye sorulduğunda, hazır ola geçerek büyük bir ciddiyet ve yüksek sesle hemen “Subay olucam, Atatürk olucam” diye cevap verdiğimiz günler... Derken güya büyüdük. Bir sürü bir şeylerle birlikte tarihimizi de okuduk. Kurtuluş Savaşı’nı, Cumhuriyetin nasıl ilan edildiğini öğrendik. Çok partili dönemlere, demokrasiye geçişi yaşadık. Gazetelerde İsmet Paşa’nın Meclis’te “...O zaman sizi ben bile kurtaramam” dediğini okuduk. Gençlik yıllarımız, denizlerdeyken bile ülkemizde olup bitenleri izlemekle geçti diyebilirim. Ama yine hep onunla, Atatürk’le yaşıyorduk... Bütün bu yılları anımsarken insan zihni denilen mekanizmanın geriye doğru bir uzantısını da yaşıyorum. Memur olan babamın tayinleri coğrafyasında bir Karadeniz kasabası Şebinkarahisar’ın Teştik nahiyesindeyiz (bucak). Anamın içini eski püskü bezlerle, kâğıtlarla doldurup eliyle diktiği bez topla bütün bir gün ben yaştaki (6/7) arkadaşlarla hava kararıncaya dek oynamış 1017 gibi bir skorla maçı kaybedip kurt gibi aç eve dönmüştüm. Bir de ne göreyim anacığım sedire oturmuş, hüngür hüngür hıçkırıklara boğulmuş iki gözü iki çeşme ağlıyor. Yanına vardım. “Atatürk ölmüş. Oğlum, Atatürk ölmüş!..” diyerek beni bağrına bastı. Babam susmuş, hiç kıpırdamadan yere bakıyordu. Baktığı yerdeki kilimin renklerini, şekillerini bile şu anda bütün ayrıntıları ile hâlâ anımsıyorum. Atatürk belli ki çok çok önemliydi. Anam gözyaşlarına boğulmuş ağlıyor, babam duvar gibi susmuş hep önüne bakıyordu. Artık onun kim olduğunu bu ülke için hangi şartlarda neler yaptığını oldukça iyi bildiğimi ve anladığımı sanıyorum. Ama yine de işte, onu bir kez bile göremeden kaybettiğimi hiç unutamıyorum ve bir kere değil bin kere daha kahroluyorum. Işıklar içinde ol Atatürk. Benim için senin öldüğün gün seni kaybettiğimiz değil yeniden bize geldiğin gün. En azından ben böyle hissediyorum... C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle