19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER CUMHURİYET 20 ARALIK 2010 PAZARTESİ AÇI MÜMTAZ SOYSAL Sıcak Para ve Hollanda Hastalığı... Hollanda hastalığı ekonomi için yararlı bir gelişmenin zararlı sonuçlar vermesidir. Türkiye dışarıdan sürekli sıcak para çekiyor... İthalat cazip hale geliyor. Tüketim artıyor. Sanayi küçülüyor. İşsizlik artıyor. Üretim artışı yok.. Kurultayı Tamamlamak SAYIN Kılıçdaroğlu’nun konuşması bir kurultay nutku olarak başarılı bulunabilir herhalde. Ama, genel seçim öncesinde seçmenlere yönelik bir iktidar manifestosu olarak yeterli olup olmadığı açıkça tartışılmalıdır. Özellikle, bir siyasal partinin programını günün gereklerine uyarlamak ve o açıdan partiye gönül vermiş insanlara umut aşılayıp onları sandığa çekebilmek açısından. rnek mi? Kurultay nutkunda Güneydoğu’da istihdam yaratmak amacıyla fabrikalar açmak gerekeceğini söylemek ve “özel teşebbüs oraya gitmezse biz gideriz” demektense, “planlı kalkınma ve karma ekonomi” kavramlarından söz edip somut örnekler vermek daha doğru ve etkili olmaz mıydı? İlkeleri arasında devletçilik de bulunan ve ekonomik gelişmeye devletin öncülük etmesini savunan, bu sorunu piyasa ekonomisinin kör dövüşüne bırakmak yerine akılcı ve bilimsel planlamayla çözmeye inanan, 1930’da, 1960’larda karma ekonominin başarılı örneklerini vermiş olan bir partinin ekonomik kalkınmaya ilişkin propaganda çizgisi nutuktaki gibi mi olmalıdır? Kurultay nutkunda planlama ve karma ekonomi kavramları varlıklarıyla değil, yokluklarıyla dikkati çekmiş oldular. Hiç sözü geçmedi bu kavramların. Oysa, dıştan dayatılan gelişme modelleriyle ancak pek parlak olmayan bir ekonomik ve sosyal gelişme çizgisine gelebildiği açıkça görülen bir Türkiye’de, CHP’nin asıl bu kavramlarla halk yığınlarına seslenmesi gerekmez miydi? Belirli sanayi kollarında belirli yerlerin adını verip “Şuraya şu fabrikayı kuracağız” ya da “falanca kamu işletmesini yeniden açacağız” diyerek somut hedefler göstermek çok daha etkili olabilirdi. e tuhaf, değişik bir açıdan bakınca, tam tersine, konuşmayı kurultay nutku olarak başarılı saydırabilecek iki yokluktan söz etmek gerekir: “Türban” sorunu da dahil laikliği korumanın ve etnik ya da mezhepsel bölücülüklere karşı “ulus devlet”i yaşatmanın çarelerini birkaç formüle sığdırmaya çalışmak dipsiz ve sonuçsuz tartışmalara yol açabilirdi. Bunları bir kurultay ortamında ele almak yerine önümüzdeki aylarda mutlaka yapılması gereken ciddi çalışmalara bırakmak akıllıca bir tutum olmuştur. Ama genel seçim öncesinde “anadilde eğitim” gibi gereksiz demagojilere sapmadan etnik ve mezhepsel özgürlükleri kapsayan ve hatta güvence altına alan, ama ulus devletin çöküşüne yol açacak siyasal yapılanmalardan sakınan bir manifesto oluşturarak seçmenlerin karşısına çıkmak mutlaka gerçekleştirilmesi gereken bir hedef olmalıdır. Şimdiki iktidardan kurtulmak için bütün cumhuriyetçi güçlerle ortak cephe kurmak yerine böyle bir görevi tek başına yüklenen bir CHP, bu noktalara da dikkat etmezse iktidar hedefinin uzağında kalabilir. Dr. Alev COŞKUN eçen hafta bu sayfada yayımlanan yazımız “Erdoğan ve Sıcak Para” başlığını taşıyordu (10.12.2010). Yazıda, Türkiye’nin ihracatithalat dengesinin bozulduğu, ithalatın sürekli yükseldiği, cari açık rakamlarının Türk ekonomisi için kırmızı alarm zilleri çaldırdığı belirtiliyordu. Anımsatmalıyız; IMF Başkanı Dominique S. Kahn ekim ayı sonunda özellikle bu konuya işaret ederek “Türkiye cari açığa dikkat etmelidir” uyarısı yapmıştı. IMF Başkanı Kahn’ın açıklamasından hemen bir ay sonra Başbakan Erdoğan Beyrut’ta: “Sıcak para akışını kontrol altına almak şart. Kontrol dışı tutarsanız siz kontrole girersiniz. Sizin durumunuz felaket olur” diyerek 2002 yılından bu yana ilk kez “sıcak para” ve “cari açık” konusunda kendi politikasına karşı çıkmak zorunda kalmıştır. Demek ki bıçak kemiğe dayandı, Başbakan bile kendi ekonomi politikasına karşı çıkıyor. TBMM’de bütçe müzakereleri başladı. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, sıcak para ve cari açık üzerinde özellikle durarak şunları söyledi: “Hükümetin sıcak para konusunda acil önlem alması gerekli. Bu sıcak para politikası ekonomiyi bitirecek. Türkiye’de istihdam yaratmayan büyüme kavramı ortaya çıktı. Çünkü sıcak paraya teslim olan ekonomi var. Bu sıcak para politikası ekonomiyi bitirecek, sanayimizi bitirecek.” Ne kadar ilginçtir ki, aynı gün 2010 Ekim ayı sonu ekonomik verileri açıklandı. Cari açığın 2010 Ekim ayında, geçen yılın aynı ayına göre yüzde 1208 artış yaptı N G Ö [email protected] ğı görüldü. Ayrıca cari açığın 2010 yılı ilk on aylık döneminde geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 288 artışa geçtiği görülüyor. Öte yandan, bu on aylık dönemde Türkiye’ye sıcak para girişi 6.66 katlık bir artış göstererek 34.4 milyar dolara ulaşmış bulunuyor. Ancak bu derece yüksek sıcak para girişi bile Türkiye’nin dış ticaret açığını finanse etmeye yetmiyor... Geçen yılın ilk on aylık döneminde 18 milyar 819 milyon dolar açık veren ödemeler dengesi tablosundaki dış ticaret dengesi, böylece bu yılın aynı döneminde 42 milyar 660 milyon dolar açık vermiş bulunuyor. Bu rakamların anlamı nedir? Çok yalın olarak şöyle özetlenebilir: AKP iktidarı, yurtdışından gelen sıcak paraya yüksek faiz vererek, ayrıca TL’nin değerini yüksek ve doların değerini düşük tutarak bu parayı ülkeye çekmektedir. Bu para fabrika gibi sabit yatırımlara değil, faiz getiren tahvillere gitmektedir. Dövizin değeri düşük tutulduğu için ihracat zorlanmakta, ithalat ise cazip hale gelmektedir. Bu nedenle ithalat, ihracatı katlıyor ve cari açık veriliyor. AKP bu politikayı sürdürebilmek için değeri bastırılmış bir döviz politikası uyguluyor. Nitekim, 2002 Ekim ayında 1 dolar, 1.656 TL iken sekiz yıl sonra 2010 Ekim ayında 1 dolar 1.5 TL civarındadır. Artış yok, düşüş var. Oysa sanayi ara mallarının girdi fiyatları artmış... En büyük zararı ihracatçı görüyor... İşin kilit noktası sıcak para politikası olduğuna göre, konu üzerinde biraz daha durmalıyız: Küresel kriz öncesi, 2007 Ocak ayında The Economist dergisi dünya ekonomisinde ağırlığı olan 42 ülkenin temel verilerini kullanarak karşılaştırmalı bir inceleme yayımladı. Bu incelemede, Türkiye diğer ülkelere göre açık ara ile dışarıdan gelen sıcak paraya en yüksek faizi veren ülke olarak ortaya çıkıyordu. (O tarihte 3 aylık faiz yüzde 19.4 ile dünyada birinci.) Türkiye dış açık veren ülkeler arasında ise dünya altıncısı olarak yer alıyordu. Bu politika ne yazık ki hiç değişmeden sürüyor. Özellikle 2002 yılından bugüne Türkiye’nin Hazine kâğıtları ve borsada serbest dolaşan tahvilleri dış kaynaklı fonlar tarafından (sıcak para) satın alınıyor. ‘Carry trade’ Bu sistem “carry trade” adı verilen bir mekanizmadır. Bunun temeli dışarıdan gelen dövizin, yüksek faizli kâğıtlara yatırılması, sonunda elde edilen gelirin, değeri yüksek tutulan TL karşısında, değeri zorla aşağıya çekilmiş olan dövize çevrilmesiyle elde edilen kazanç olarak tanımlanmaktadır. Nitekim, son 8 yılda yurda giren sıcak para, Türkiye’den faiz olarak, 35 milyar 333 milyon doları dışarıya alıp götürdü. Bu para, Türkiye’de emekçinin, sanayicinin, iş dünyasının binbir emek ve çalışmayla yarattığı artık değerdir. Sıcak para hiçbir üretim yapmadan faiz kazancı olarak bu artık değeri alıp götürmüştür. Türkiye sıcak para kanalıyla bir “mutlu ekonomik” Lale Devri yaşamaktadır. Bu noktada uluslararası bir ekonomi deyimi olan Hollanda Hastalığı üzerinde durmalıyız. Hollanda hastalığı Türkiye’nin bu yapay “mutlu ekonomi” durumu, daha küresel kriz patlamadan, Dr. Ali Nail Kubalı tarafından ele alınarak Hollanda Hastalığı olarak tanımlandı.(1) “Hollanda Hastalığı” (DutchDisease) deyimini ilk kez 1977’de The Economist kullanmıştır. Hollanda Hastalığı, aslında ekonomi için yararlı bir gelişmenin zararlı sonuçlar vermesi durumunu anlatıyor. İşin esası şöyle: 1959 yılında Hollanda’da büyük doğalgaz rezervleri bulunuyor.Petrol krizleri nedeniyle Hollanda’nın bu zengin yataklarından elde ettiği doğalgaza talep yükseliyor. Artan enerji ihracatı ile Hollanda’ya çok büyük miktarda döviz giriyor. Böylece döviz fiyatları aşağıya çekiliyor. Hollanda Florini aşırı bir biçimde değerleniyor. Hollanda şirketleri ucuz dövizle ülkeye ithal edilen yabancı sanayi ürünleriyle rekabet edemeyecek duruma geliyor. Ucuz ithalat artarken yerli üretim ve istihdam küçülüyor. Ucuz ithalat enflasyonu da ortadan kaldırıyor, milli geliri arttırıyor. Böylece bir “mutluluk” sanal bir “refah ortamı” doğuyor. Özetle, bulunan “doğalgaz” sanayi için bir lanete dönüşüyor, işsizlik artıyor. Cari açık çoğalıyor. “Hollanda Hastalığı”nın teorik temellerini açıklayan ekonomistler Max Corden ve Peter Neary, bu hastalığın sonuçlarını “deendüstrilizasyon” ve “deagrikolinazosyon”, yani ülkenin sanayi ve tarımsal üretimini yitirmesi olarak tanımlıyorlar. İşte Türkiye’deki durum da hemen hemen böyledir. 2000 yılından sonra, giderek artan miktarlarda sıcak para giriyor. Türk Lirası değerini koruyor, döviz fiyatı sabit tutuluyor. Ama Türkiye’nin, Hollanda gibi petrol, doğalgaz gibi zengin doğal kaynakları yok. Güçlü bir sanayisi de yok; istikrarlı bir ihracat potansiyelinden söz edilemez. Ama yüksek faiz olanakları nedeniyle dışarıdan sürekli sıcak para çekiyor... İthalat cazip hale geliyor. Tüketim artıyor. Sanayi küçülüyor. İşsizlik artıyor. Bu arada bütçe gelirleri düzeliyor ama üretim artışı yok.. Her şey sıcak paranın sürekli gelmesine bağlıdır... Bu kısırdöngü, bu “saadet zinciri” ne yazık ki bir yerde kopacak... Türk ekonomisinin bu tuzaktan kurtulması, yepyeni bir ekonomik anlayışın iktidara gelmesiyle olanaklıdır. (1) Ali Nail Kubalı, “Hollanda Hastalığı” Milliyet Ege, 4 Ekim 2007. Ayrıca Bkz: Erinç Yeldan, “G20 Kore Toplantısı, Kur Savaşları, Hollanda Hastalığı” Cumhuriyet, 27.10.2010 Aydın Kişi... Laiklik olmadan demokrasi olmaz, özgür düşünce olmaz. Bu değerleri kaybetmiş bir toplumda üretken insan yetişmeyeceğinden, bilimsel ve çağdaş yaşam olmaz. Bu nedenlerle de gerçek aydınlara, bilge kişilere, şairlerimize, yazarlarımıza, sanatçılarımıza, düşünürlerimize, Atatürk ilke ve devrimlerini özümsemiş her insanımıza çok büyük görev düşmektedir. Turan ERGÜL Eski MEB Personel Dairesi Başkanı ydın olmak deyince, akla ilk gelen bilgili kişidir. Sadece bilgili olmak yeter mi? Bilgili olmanın yanında araştıran, sorgulayan, üreten, ürettiğini paylaşabilen, sorumluluk duygusunu kazanmış, mücadeleci, erdemli olmak gibi nitelikleri taşıyan kişi gelmez mi? Etrafımıza, toplumumuza baktığımızda aydın unvanını verebileceğimiz, gerçek aydın olarak gördüğümüz kişi sayısı oldukça az değil mi? Ama kendini aydın olarak gören, çevresine bu imajı vermeye çalışan sözde aydın sayısı son yıllarda artmaya başlamıştır. Bu durum, gerçek görebilen çağdaş insanımızı, geleceğimiz açısından oldukça düşündürmektedir. Tarihimiz incelendiğinde, yeniliklerin ve toplumsal gelişmemizin önüne küçük çıkarları için değişik taktikler uygulayarak kendini aydın sananlar tarafından engeller çıkarıldığı, biraz tarih bilgisi olan, olayları aklın ve bilimin ışığında yorumlayan insanımızca çok iyi bilinmektedir. A memleketi olamaz” ünlü özdeyişi geçerliliğini kaybeder. Bunun sonucu ülkemiz, şeyhler, dervişler ve müritler memleketi haline gelerek ortaçağ karanlığına, skolastik düşünceye, teokraik devlete dönüş gerçekleşmiş olur. Siyasi bir simge olan türbanı demokrasi ve özgürlük adına savunanlar, kadının ikinci plana itilerek dört duvar arasına kapatılacağını, erkek egemen bir toplumun oluşmasını sağlayacağını, türbanın ilerde kamusal alana, ilk ve ortaöğretime girmesinin önüne geçilemeyeceğini, inancını öne sürerek erkek doktorun kadın hastasına, kadın doktorun erkek hastasına bakmayacağını, itaat kültürünün hâkim olacağını bu sözde aydınlar bilmezler mi? Çok iyi bilirler. Ama yine de küçük ve geçici çıkarları için savunmaya devam ederler. Atatürkçü düşünce sistemi Laiklik olmadan demokrasi olmaz, özgür düşünce olmaz. Bu değerleri kaybetmiş bir toplumda üretken insan yetişmeyeceğinden, bilimsel ve çağdaş yaşam olmaz. Bu nedenlerle de gerçek aydınlara, bilge kişilere, şairlerimize, yazarlarımıza, sanatçılarımıza, düşünürlerimize, Atatürk ilke ve devrimlerini özümsemiş her insanımıza çok büyük görev düşmektedir. Şairlerimiz şiirlerinde, yazarlarımız yazılarında ve konferanslarında, sanatçılarımız etkinliklerinde “Ben size manevi miras olarak akıl ve bilimi bıraktım” diyen Atatürk’ü ve Atatürkçü düşünce sistemini kendi akıllarınca yozlaştırmaya çalışan, kendini aydın sananlara karşı demokratik kurallar içerisinde mücadele vererek, zihinsel tembelliğin ortadan kaldırılmasını sağlayarak, yetkin birey, etkin ve örgütlü bir toplum oluşturulması için çok çaba göstermek zorundadır. Laiklik ilkesi Devletimizin kuruluş felsefesinin özünü oluşturan, Cumhuriyetimizin temel ilkeleri sayılan “Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik, sosyal hukuk devletidir” ibaresi anayasamızın değiştirilemeyecek maddelerinin içine konularak, cumhuriyetimizin sonsuza kadar yaşaması amaçlanmıştır. Bu ilkelerden hepsi birbirinden çok önemlidir. Ancak laiklik ilkesi çok daha önemlidir. Çünkü laiklik ilkesi toplumumuzun sosyal ve kültürel yapısı düşünülerek özellikle konulmuştur. Bir an için laiklik ilkesinin yozlaştırıldığını veya kaldırıldığını düşünün; Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, menzuplar C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle