25 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 3 ŞUBAT 2009 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL İstanbul Eski Bir Anı mı? PENCERE Tırlatıklık Üstüne Noktalar... Kimi zaman, kişiler gibi, toplumlar da tırlatıyorlar... Medya bu ortak tırlatıklığın aynası... Her sabah masamın üstüne bir gazete tomarı yı- ğılır; “okunmaz, ancak göz atılır” türden bir sürü ya- zı elden geçirilir... Birkaçına ilişeyim... RTE’nin Davos serüveni üzerine palavranın bini bir para... Kimi gazete köşelerinde ve TV’lerde sergilenen laf- lara bakılırsa, bizim RTE Arap dünyasının yeni Nâ- sır’ı olacakmış... Söyleyenlere demeli ki: - Ağzından yel alsın... Abdülnâsır’ın İsrail karşısında hem Arap âlemini, hem Mısır’ı -hem de savaşta- nasıl yenilgiye uğra- tıp rezil kepaze ettiğini bilmeyen var mı?.. Bir de ısrarla ‘Pembe İncili Kaftan’ öyküsü do- laştırılıyor ortalıkta... Ömer Seyfettin’in bu ünlü öyküsünü vaktiyle öğ- rencilere okuturlardı... Bizim RTE’ye öyküden pay çıkarılıyor... Nasıl?.. Zamane padişahı, köşesine çekilmiş Muhsin Çe- lebi adındaki kulunu Osmanlı’ya kafa tutan bir komşu ülkeye görevle yollar... Muhsin Çelebi nesi var nesi yok satar, bir pem- be incili kaftan diktirir... Ancak komşu ziyareti sırasında görür ki kendisi- ne kasten oturacak bir yer bırakmamışlar... Bunun üzerine sırtındaki paha biçilmez pembe incili kafta- nı yere serer, üstüne bağdaş kurar, söyleyeceğini dobra dobra söyledikten sonra da ayağa kalkıp git- meye yönelir... Seslenirler: - Kaftanı unuttunuz... Muhsin Çelebi kaftanı da onlara bırakır, ülkesine döner, ömrünün sonuna dek iki kuruş otuz paray- la yaşar... Allah aşkına, RTE’nin Davos’taki tutumuyla bu öy- kü arasında ne benzerlik var?.. Bir yanda paraya pula dönüp bakmayan Muhsin Çelebi; öte yanda çoluk çocuk, oğul damat, şirket mirket, gazete mazete, şeyh banka, ikbal ve lüks için- de yuvarlanan ‘BOP Eşbaşkanı’ bir RTE... Ya ‘Monşer’e ne dersiniz?.. Hayatında burnunun ucu kanamamış, hiçbir rizi- ko almamış, bir kez acemiliği yüzünden attan düş- müş RTE ‘monşerler’ diye hariciyecileri ti’ye alma- ya kalkışıyor... Yalaka medya da alkışlıyor... O Türk hariciyecileri, elçileri, diplomatları ki uzun yıllar dış dünyada ASALA tehlikesi, Ermeni terörü teh- didi altında görev yaptılar... Nicesi şehit oldu... Medyada son günlerde bir de 6-7 Eylül üzerine ya- zılar çıkıyor... Aklı başında kişiler Tomris Giritlioğlu’nun bu ko- nuda çevirdiği filmin güzel olduğunu söylüyorlar; ama, ben görmedim... Ne var ki iktidara göbeğinden bağlı medyada say- fa boyu çift başlık üzerine şu açıklamayı okudum: “6-7 Eylül Yağma Olayları Bir MİT Organizasyonu...” Altında ikinci başlık: “400 kadına tecavüz edildi...” Çok çarpıcı değil mi?.. Peki, o sırada iktidar, hükümet, başbakanlık ve Meclis’te kimler vardı?.. Başbakan Menderes’ti... Hükümet neden istifa etmedi?.. Necip ve aziz halkımız neden bu kanlı, utanılacak, rezil katliam üstüne iktidardaki Demokrat Parti’yi tut- maya ve desteklemeye devam etti?.. Bilmem ki ne diyeyim?.. Türkiye’nin çivisi çıktı... Çoğumuzun sanki aklından zoru var... Medya bu tırlatıklığın aynası... Davos’ta şahlanan Abdülnâsır ruhunun altına pembe incili kaftanı serip, 6-7 Eylül üzerine çeşit- lemelerle Ergenekon tertibini örtüp Filistin’de de El Fetih’i değil Hamas’ı tuttuk mu ekonomik kriz vız ge- lir; seçim sandığından yine AKP çıkıverir... Unutmayalım, 6-7 Eylül’ün iktidarı Demokrat Par- ti de sandıktan 1950 - 954 - 957’de üç kez çıkmıştı... T ürkiye Cumhuriyeti’nin Baş- bakanõ Recep Tayyip Er- doğan, Cumhuriyeti kara- lamayõ sürdürüyor. İki hafta önce (19 Ocak 2009), hangi televizyon kanalõna uzandõysam, Recep Tayyip’in, altõ yõllõk başarõlarõnõ sergi- leyen söyleviyle karşõlaştõm. Davranõş biçimini, yüz imlerini iyice izledim. Tam anlamõyla “güç istenci”nin esrikliğini yansõtõyor. Doğruyu arayan kuramsal ya da iyiyi arayan kõlgõlõ (pratik) akõlla il- gisi yok. Her davranõşõ, onun, aklõ, “güç istenci”nin aracõ saydõğõnõ yansõ- tõyordu. Altõ yõlda, eğitimde yaptõklarõnõ an- latõyordu. Cumhuriyet’in geride kalan yetmiş dokuz yõlõnda “Okul yok muy- du?” diye sordu. Yanõtladõ: “Vardı, ama o okullarda eğitim yoktu. Şimdi, Doğu ve Güneydoğu illerimizin he- men her okulunda, bilgisayar var.” Bu mantõğõn çarpõklõğõnõ, “O zaman, Tür- kiye’de bilgisayar var mıydı?” soru- suyla yanõtlamayacağõm. Eğitim hak- kõnda en ufak bilgisi olmadõğõnõ söyle- yerek kanõtlayacağõm. Şunu bilmelidir Erdoğan: “Yorumları, yeni yorumla- ra götüren tarihsel açıklamalar, an- lamsızdır. Yeni değerler yaratan ba- kış açısı veriyor mu bugünkü bilgi- sayarlı eğitim?” Yanõtlanmasõ gereken soru budur. Eğitmek yeniden yaratmaktır Eğitmek, insanõ ilk durumundan sahip olduğu birikimleri ortaya çõkararak ye- niden yaratmaktõr. Ben, Diyarbakõr Li- sesi’nde okudum. Son sõnõfõn son iki dö- nemini Erzurum Lisesi’nde geçirdim. Bil- gisayarlarõmõz yoktu, ama Cavit Orhan Tütengil, Selahattin Okan, Muzaffer Faik Amaç, Selman Erdem gibi öğ- retmenlerimiz vardõ. Bunlarõn adlarõnõ, ünlü olduklarõ için anõyorum. Bizim “Demi” adõ taktõğõmõz Tevfik Çakma- koğlu diye bir matematik öğretmenimiz vardõ ki, sõnõfta anlamadõğõmõzõ, gerekirse sokakta anlatõrdõ. Evlerimize değin ge- lirdi. Vahap Aydıntuğ gibi bir mate- matik öğretmenini unutmak olasõ mõ? Fethi Ülkü gibi bir Fransõzca öğretme- ni var mõ acaba? Bilgilerinden söz et- miyorum, öğretmenliklerinden söz edi- yorum bu insanlarõn. Eğitimci insanı yetiştirmeyi sever Eğitimci, çocuğu, ne çocuk için, ne toplum için sever. Çocuğu, eğitmek için sever. Onu, doğanõn ve toplumun yasalarõnõ bilen, öğrendiğini yaşama geçiren, doğayõ ve toplumu değiştirmeyi ve dönüştürmeyi düşünen duruma ge- tirir. Kõsasõ, eğitimci, insanõ yetiştirmeyi sever. Hüseyin Çelik ve Recep Tayyip Erdoğan, R. Muechielli’nin adõnõ duy- muşlar mõdõr acaba? Sanmõyorum. Ama salõk veririm. Onun “Psycologie Pra- tique des eleves de 7 à 12 ans” (7-12 yaş arasõ öğrencilerin kõlgõlõ ruhbilimi) adlõ yapõtõnõ okusunlar. Eğitimde ve öğ- retimde, araçlarõn önemi yadsõnamaz. Ama, öğretim yöntemleri, araçlardan ve gereçlerden çok önemlidir. Geleneksel eğitim yöntemiyle, yeni, serbest, doğal, işlevsel ve biçimsel eğitim yöntemleri arasõnda çok büyük farklar vardõr. De- nebilir ki, her yöntemle, “geleceğe yö- nelik insan” yetiştirilebilir ama öğret- mensiz insan yetiştirilemez. Eğitimin te- mel öğesi öğretmendir. Son çözümle- mede, bir eğitimin değeri, her şeyden ön- ce, eğitimi ve öğretimi yapan eğitimci- nin değerine bağlõdõr. Bitlis’te çalõşõrken “Tolstoy’dan Seç- meler” diye bir yapõt okumuştum. (Ch. Bouddouin, Tolstei, educatuer, diye not almõşõm.) Tolstoy, “insanı yetiştirmek, salt onlara örnek olmakla olanaklıdır diye düşünülürse, eğitim sorunu kal- maz. Geriye tek sorun kalır: Nasıl ya- şamalıyız?” diyordu. Çok düşündüm bu sorunun yanõtõnõ. Öğrencilerime ve Bit- lis halkõna ne verebilirim? Şu sonuca var- dõm: “Öğrencilerine ve Bitlisliye kat- kıda bulunmak istiyorsan, önce ken- dine etkili ol.” Başarõlõ da oldum. Öğ- rencilerimin ruhsal erkelerini artõrmaya yönelik etkinlikler düzenledim. Kişisel ve ortak disiplinin doğrudan ço- cuk tarafõndan düzenlenmesine karar verdim. Bu amacõma, ancak deneyimle- rim sonunda, Artvin’de ulaştõm. “Yetmiş dokuz yıl okul yok muydu?” Vardõ Re- cep Tayyip Bey, hem de hepimizin ka- falarõna bütün yaşamõ bilgilendirecek il- keler ve alõşkanlõklar yerleştiren öğret- menlerin bulunduğu okullar vardõ. Tüm öğretmenlerimiz çağdaştı Yardõmcõn Nükhet Hotar’a sor. Bit- lis ve Artvin milletvekillerine sor. O okul- larõn ünü hâlâ sürüyor. Tüm öğretmen- lerimiz, çağdaş bilgiyle donatõlmõştõ. Cavit Orhan Tütengil’in, Muzaffer Fa- ik Amaç’õn derslerinde “yasak” sözcü- ğü bile yasaktõ. Bilgisayarlõ okullarõnda, “Muhammet’i eleştirebilir mi bir öğ- renci?” Biz, Muzaffer Faik Amaç’õn derslerinde, Descartes’in “Metot Üze- rine Konuşma” adlõ yapõtõnõ okur, Ata- türk’ü bile eleştirirdik. Sen, “hümanist lise” diye bir okul duydun mu? Hasan Âli Yücel’in hümanist liseleri vardõ. Doğu illerini bõrakõnõz, Batõ illerinde, bir Mehmet Doğanay, Selahattin Okan, Ekrem Kongar, Faik Dranas, Halil Ay- han gibi öğretmenler var mõ? Bu öğret- menlerin bilgisayarlarõ yoktu, ama çağ- daş bilgi donanõmlarõ sağlamdõ. İmam de- ğillerdi, öğretmendiler. Türkiye Cumhuriyeti’nde Okul Vardõ Vecihi TİMUROĞLU “Beni bu havalar mahvetti” demişti Orhan Veli. Beni de bu İstanbul! İstanbul doğduğum kent. Bütün bir ömrü geçirdiğim, Şehzadebaşı’sından Fa- tih’ine, Beyoğlu’sundan, Le- vent’ine, Göztepe’sinden, Ataköy’üne, bildiğim, sevdi- ğim yerler, yollar, sokaklar, çeşit çeşit insanlar insan- lar!.. Niye bir yabancılık duyu- yorum şimdi? İlk kez geldiğim bir yermiş gibi! Ben mi de- ğiştim, yoksa bu kent mi? Bir yabancılık, bir garip korku, bir an önce kaçmak dürtüsü... Anılar da başkalaşmış, anı- lardakiler de! İnsanlar, ya- şantılar, hiç yitip gitmeyece- ğini sandığım değerler!.. Çı- kıp yürüsem yürüsem, bir bir gezsem kaldırımlarında, bir zamanlar yazdığım, öyküleş- tirdiğim zaman parçalarını arayıp bulsam... Sabahın karanlığında kapı önünde beklediğim gazete dağıtıcısı yaşlı adamın ‘Pa- şalığını mı bekliyorsun Oktay Bey’ deyişi... Fatih durağın- da mavili kırmızılı tramvayı bekleyişimi, Milli sinemada ya da Ferah’ta büyüleyici filmleri, Garbo’yu, Marlene’i bir sev- gili gibi benimseyişimi!.. Yaşlandın ondan mı diyor- sun? Ben mi diyorum? Biri var hem içimden, hem de çok uzaktan sesleniyor; yaşamak işte bu diyor, hepsi bu ka- dar... Yine bekliyorum, bu kez pencerede, gazete dağıtıcı- sının gelmesini, bir an önce, bir an önce dünün yaşantısı- nı getirsin; yazılar, yorumlar, hemen her zaman korkutucu başlıklar çirkinlikleri öne çı- karan yazılar!.. Ne bekledim ben, otuzlu yıllardaki o ço- cuğun mutluluğu nerdeydi, kimden geliyordu, yarının çok daha güzellikler getireceğine inanışlar!.. Büyükbabamın yaşında ol- mak mı beni bir çeşit hüzne götürüyor? Çamların altın- daki hasır koltukta oturur- ken görüyorum onu, düşte ya da hayallerimde! Binlerce ya- şantıyı, öyküyü, gerçeği ya- şamış, hapishaneler, idamlık odalar, hücreler görmüş bir adam... Ama hep diri kal- mış, hep savaşımcı, hep so- ran, arayan, bir insan yapısı... Ben niye onun gibi değilim? Hiç korku duymamış mı, idam sehpaları bile ürküt- memiş mi? Bir ayrı roman iş- te! Yazmış, kurtulmuş, ya- zacağını daha o anlarda dü- şünmüş, korkudan kurtul- muş!.. Ali Sirmen “Yazar cesare- ti” der. Bende var mı? Ka- ranlıktan hep korkmuşum- dur. Kekemeliğim çocukluk- tan kalmadır. Kim bilir hangi korkutulma sonucu... Ne za- man bir hastalık, bir ölümcül sıkıntı, bir değişik ürperiş ge- lip beni bulmuşsa, daktilo başına geçip kendimi bam- başka bir duyarlığa taşımak- la önlemişim de ondan mı? Ali Sirmen’in, Ataol Behra- moğlu’nun yazıları alıp gö- türdü beni kendi üstümde düşünmeye... Ne yaptım, ne ettim, ne yazdım, ne yazma- dım, yazamadım diye bir sav- cı gibi kendimi sorgulamaya!.. İki sevgili dost benim adıma güzel yorumlar yapmışlar, sevindim, boşuna değil de- dim, bir uzunca yaşanmışlık... Derken ‘içerdekiler’i dü- şündüm ister istemez. Bir zamanlar benim de az çok yaşadığım geceleri! Sona er- meyen korkulu toplumdaydık hepimiz. Arada bir umut ay- dınlığı gelir, sonra bir de ba- karız yeni bir arayışa geçmi- şiz... Bir sayıklama mı bu? Bir gazete yazısı mı? Bir günce notu mu? Taşralı olmuş bir İs- tanbul insanının, korkuyla şaşkınlık, umutla bezginlik, yüreklilikle korku bunalımla- rı arasındaki çırpınışı mı? Ne derseniz deyin... Tehlikenin Farkõna Ne Zaman Varacağõz? S iyasal İslam iktidarõ ele geçirdi. Ama dilediği dört dörtlük şeriatçõ düzeni henüz kuramadõ. Önünde bazõ engeller var. Bunlarõn temizlenmesi gere- kiyor. Şu sõralar tüm yurdu dikensiz bir gül bahçesine dönüştürebilmek için tüm gücünü ortaya koyuyor. ABD, AB desteğinde, Ke- malist kurumlara ve kişilere savaş açtõ. Sendikacõlar, ga- zeteciler, parti yöneticileri, komutanlar gözaltõna alõnõ- yor, tutuklanõyor. Evleri, iş- yerleri didik didik aranõyor. Amaç, halkõn en çok güven duyduğu Silahlõ Kuvvetleri yine halkõn gözünde küçük düşürmek, zayõflatmak, et- kisiz duruma getirmek; ulu- salcõlarõ, antiemperyalistleri baskõ altõna alarak korkut- mak, yõldõrmak, onlara göz- dağõ vermek... Böylece şeri- atçõ yapõlanmaya giden yol- da önüne çõkabilecek engel- leri ortadan kaldõrmak. Bu mücadelede si- yasal İslamcõlara en ya- kõn desteği neoliberal- ler, İkinci Cumhuriyet- çiler veriyor. Tutukla- malar, gözaltõlar, ölüm- ler karşõsõnda neredey- se zil takõp oynayacak- lar. Vatanõ için canõnõ ortaya koyan kahra- manlarõn ölümüyle “kafalarını kurşuna çarpanlar” diye alay ediyorlar. Dinci-liberal dayanışması Yeri gelmişken şunu hemen belirtelim, bu dinci-liberal dayanõş- masõ tarihimizde yeni bir olay değildir. Yüz, yüz elli yõllõk bir geç- mişi vardõr. Örneğin 1908 devrimine karşõ ayaklanan 31 Mart is- yancõlarõnõ Prens Sa- bahattin’lerin temsil ettiği liberal Ahrar Partisi desteklemişti. Yine Atatürk döne- minde, Fethi Bey ta- rafõndan 1930’larda kurulan “Serbest Fır- ka” da Cumhuriyet hü- kümetinin uygulama- larõna karşõ liberalizmi savunuyordu ve kuru- luşundan kõsa bir süre sonra şeriatçõlarõn, la- iklik düşmanlarõnõn toplandõğõ bir üs duru- muna gelmişti. Menemen olaylarõ- nõn arkasõnda bu parti- nin bulunduğunu bizzat Atatürk saptamõştõ. Sonraki yõllarda ise Bayar’lar, Mende- res’ler, Evren’ler, Özal’lar, Çiller’ler dincilerle bütünleşti- ler. Geçmişte ekilen rüzgârlar bugün fõrtõna olarak biçilmektedir. Şu sõralar Cumhuriye- ti ve laik düzeni yõkma çalõşmalarõ doruk nok- tasõna ulaşmõştõr. Oyun herkesin gö- zü önünde oynanmak- tadõr. Siyasal İslamcõ- lar artõk takõyye de yap- mõyorlar. Saklõlarõ, giz- lileri de kalmadõ. Kim- seden çekinmiyorlar. Korkmuyorlar. Cumhuriyet yapõlandõrmasõnõn altõndan girip üstünden çõktõlar. Ülkede tsunami var Eğitimi tarikatçõlara, vakõf- lara teslim edip, Mustafa Ke- mal Atatürk’ün “Tevhid-i Tedrisat”, Öğretim Birliği yasasõnõ ayaklar altõna aldõlar. Kimsede çõt yok. Ortalõk san- ki “Ölü Deniz…” Bu gidişle 1. dalga, 2. dalga, 11. dalga derken ne komutan kalacak, ne gazeteci, ne bilim adamõ ne sendikacõ ne de partili… Dal- galar yükseliyor, büyüyor. Apartmanlarõn boyunu geçti. Ülkede tsunami var. Kimse- nin kõlõ kõpõrdamõyor. Ortadoğu ve Orta Asya me- deniyetleri uzmanõ Dr. Kha- zai, Türkiye’nin İran’dan ders almasõ gerektiğini belirterek şunlarõ söylüyor: “Kürklü zengin kadınlar, öğrenciler, sözde aydınlar sokaklarda mollalar için destek göste- rileri yapıyorlardı. Devrim- den sonra hepsi ülkeden kaçtı. İran rejimi Türkiye için bir ders olmalı…” (Ya- vaş Yavaş Gelirler, Cumhuri- yet, Elçin Poyrazlar, 18.08.2007) Yine İranlõ kadõn yazar Ta- ra da, “Başlangıçta başımı- zı örtmeyi şaka gibi karşı- ladık. Kara çarşafı giydiği- mizde iş işten geçmişti. Keş- ke bizim önümüzde daha önceden yaşanmış bir İran, bir Cezayir örneği olsay- dı!” (Aktaran Alpaslan Berk- tay, Cumhuriyet, 19.09.2007) Evet, Türkiye’nin önünde ders alõnacak çok örnek var. Ama “tehlikenin farkına va- ran yok!..” ‘Kuzuların Sessizliği’ devam ediyor 12.04.2006 Tarihli Cum- huriyet gazetesinde, faşist baskõlar karşõsõnda tepkisiz kalanlarõ eleştiren “Kuzula- rın Sessizliği” adlõ bir yazõm yayõmlanmõştõ. O yazõda Aziz Nesin şunlarõ söylüyordu: “Çevremizde aptal aptal suçlu aramayalım. Aynaya bakalım. Aynamız yoksa bir durgun suya bakalım. Orada suçluyu göreceğiz. İş işten geçtikten sonra ‘ken- dim ettim, kendim buldum’ demenin hiçbir yararı yok...” (Aziz Nesin, Bir Tu- tam Aydõnlõk) Bu yazõnõn üzerinden ne- redeyse üç yõl geçti. Türkiye cephesinde henüz yeni bir şey yok. Korku imparatorlu- ğu adõm adõm kuruluyor. Ama “Kuzuların Sessizli- ği” devam ediyor... Ali ERALP
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle