23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 13 NİSAN 2008 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Kentler İçin de Demokrasi... Eyüp MUHCU Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Başkanı lkemiz gündemi bugünlerde basın özgürlüğüne yeni saldırılarla doldurulmaktadır. Bir gece yarısı gazeteciliğin duayenleri gözaltına alınabilmektedir. Aydınlar kurtlar sofrasında meze yapılmakta ve toplumsal barış sanki hiç gelmeyecek kadar uzaklaştırılmaktadır. Neoliberalizmin büyüsüne kapılmış bir kısım “entelektüeller” içinse, Irak’ta ABD işgali nedeniyle öldürülen bir milyonu aşkın insanın hiçbir önemi yoktur! İşgalin ve katliamın adı “demokrasi”dir. Özgür düşünce neredeyse beyinlerde kelepçelenmiş: Ya ondansın ya da bundan. Peki biz tarihin neresindeyiz gerçekten? Bizi biz yapan değerler; özgünlüğümüz, evrensel değerlere bağlılığımız, sevdiğimiz bu ülke, kalbimizi açtığımız büyük insanlık, karanlığı yırtan dayanışma örgülerimiz şimdi neredeler? PENCERE İkisine de Eyvallah... Arabayla asfalt yolda giderken birden karşına bir levha çıkar: “Yol kapalı.” Bozulursun.. Ama yapacağın bir şey de yoktur. Bugün pazar!.. Pazartesi günü yürekten ameliyat olacağız, söylenenlere bakılırsa epey gıllıgışlı bir operasyonmuş, nalları havaya dikersek bozulmayalım, olur böyle şeyler... ? Son haftalarda “nalları havaya dikmek” deyişini çok kullanmaya başladım. Benim hoşuma gidiyor; kimisi sevimsiz buluyor; ama, Türkçe mizahın başyapıtlarından biri... İnsanlarla hayvanlar arasında eşitlik de sağlıyor... Bektaşi’ye demişler ki: Nalları havaya dikenin nesine bakarsın? Sırtına.. demiş.. Nasıl? Ya eyeri vardır, ya semeri... Baba Erenler sınıfsallığı son nefeste bile unutmuyor, aşkolsun... ? Gerçekte “nalları havaya dikmek” eğlencelidir, matraktır; ama, bizim temel felsefede böyle şey yok.. Ne var? Ne olacak: Enelhak... Hiçbir din felsefesinin erişemediği bir öz... Varlığın, evrenin, ruhun, maddenin, yerin, göğün, yaratanın, yaratılanın özdeşleştiği buluşmanın, birleşmenin, birliğin, tümleşmenin, eriyip kaynaşmanın dile daha yetkin ve güzel yansımasını düşünmek bile olanaksız... Ortalıkta ne nal var.. Ne semer.. Ne eyer.. Neyin ne olduğunu bilen bilir, kimsenin kimseye malumatfuruşluk yapmaya hali yok, ayvayı bu dünyada yediğin zaman her şeyi anlarsın, edebiyata gerek yok... ? Erenlere sormuşlar: Allah neden ölmüyor?.. Yanıt: Onun Allah’ı yok da ondan... ? Eskiden Adana’da kafası kızan, Allah’a söverdi... Ama bu Allah, kişinin öfkelenip bozulduğu keratanın Allah’ıydı: Ulan, senin Allah’ını, peygamberini, kitabını, cüdamını, yedi sülaleni, yetmiş yedi ceddini, vesaire... Cevap: Ulan, ben de aynen seninkini... Sonra?.. Ya bıçaklar oynaşır.. Ya ayırırlar.. Şimdi kaldı mı bilmem, böyle öfkeler... ? Dur bakalım, şimdiden merak etmeye başladım.. yarın hekim takımı beni kesip biçecek, kolay iş değil, delip dikecek, ya da ben cahil kafamla öyle sanıyorum; peki ne olacak, gözümüzü tekrar açacak mıyız, yoksa ayvayı yiyecek miyiz?.. Biliyorum şimdi kimisi diyor ki: Aman canım, merak ettiğin şeye bak.. deli saçması... Doğrudur... Yaşamak nedir ki zaten?.. Fasa fiso... ? Yaşamak nedir mi?.. Bir sabah kalktın, sevdiğin kadının gözünün altında derin bir çizgi gördün.. O da gördü mü?.. Görmez olur mu?.. Ya da henüz aynaya bakmadı.. Soru: Yaşlanıyor muyum?.. Sen görmezlikten geldin diyelim, o düşünüyor, dupduru ten nasıl böyle oldu?.. Nasıl olmasın ki, yaşıyorsunuz. Kim bilir, belki gözü de teni de daha güzelleşti. Ama şartlanmış bir kez.. Şartlanmışsınız. Çizgilerin, yaşlılığın insana güzellik verdiğini kişinin kültürüne aşılayan estetik kültürüne erişmek için, insanların daha ne kadar yaşamalarına gerek var? 100 yıl, 1000 yıl? İlkellik daha ne kadar sürecek? Sürse de alt gözkapağının altındaki bir yeni çizginin insanı bu denli düşündürüp oyalaması, işte insanın gözeneklerine dek yaşamasıdır... Yaşamak güzel şey Taranta Babu... ? Dünyanın bugünkü kepaze haline insan bozuluyor, bir yanda açlıktan ölen çocuklar, yoksullar, bir yanda sayılamayacak kadar çok kadın köleler... Öyle kadın köleler ki köleliklerinin bilincinde bile değiller... Ve bu kadınlar saraylarda yaşıyorlar... Dünya böyle kalmaz... Biz de böyle kalmayız... Hem kim kalmış ki canım.. Kim kalır ki... Çok ermiş gelmiş geçmiş bu dünyadan... Biri, 13. yüzyıl şairi Âşık Paşa... Der ki: “Acı dirliğim isteyen Tatlı dirilsin dünyaya Kim ölümüm ister ise Bin yıl ömür olsun ona” ? Yine de tekerlemeye geliyorum: Nalları dikmezsem.. Daha görüşürüz... Dikersem, her ne kadar kusurumuz da olsa, affola... İkisine de eyvallah... Bir İstanbul Var İdi... “İstanbul’da bir Boğaziçi vardı. Küçüksu Çayırı ve Göksu Deresi vardı. Kalamış Koyu ve Moda Burnu vardı. Taksim Cumhuriyet Alanı vardı. Görkemli mermer havuzu ve ulu çınarlı kahveleriyle Beyazıt Alanı vardı. Ve Çamlıca Tepesi vardı.” Bir masal anlatılıyor gibi, bir güzel geçmiş zaman masalını dinliyoruz gibi!.. “Şimdi bunlar belki sadece birer semt ve mahalle adı olarak var. En azından otuz yıldır çıkar ve görgüsüzlük saldırısıyla kemirilmesine rağmen, İstanbul öylesine görkemli ve güzel ki.. yine de yok edilemedi.” Sevgili dostum Burhan Arpad’ın İstanbul yazılarını okurken dalıp gittim... Bir üzüntü, bir acınma, bir öfke, bir utanç duyarak... “Bir İstanbul Var İdi”.. İyi ki bir Burhan Arpad var idi, iyi ki öykücülüğüyle, gazetecilik ustalığıyla, derin duyarlığıyla dergilerde, gazetelerde, kitaplarda yaşattı İstanbul’u, olanca güzelliğiyle, benzersizliğiyle tanıttı bizlere de, gelecek kuşaklara da.. ??? Değerli yazar Ahmed Arpad, babasının kitaplarını bir bir yeniden ortaya çıkarmalı, çıkarıyor da... Çünkü bunlar bir başkasının yazamayacağı belgesel anılar... Güzellik düşmanı ellere kalmış bir İstanbul’da yaşıyoruz, İstanbul’u bilmeden, tanımadan, en önemlisi de sevmeden!.. Arpad’ın bu derleme kitabında neler yok ki.. semtler, mahalleler, insanlar, tiyatro, sanat, edebiyat, tarih... O güzelim Boğaz vapurları; Şehzadebaşı, Beyoğlu, Sirkeci’nin eski sinemaları; Naşit’ler, Hazım’lar, Şemran Hanım’lar, Behzat Butak’lar, Tepebaşı Tiyatroları, Muhsin Bey, Muammer, Beyoğlu’nun sanat dünyası... ??? Bir eski masal dedim ya! Eskitilmiş, bile bile çirkinleştirilmiş bir kentin şimdiki durumunu anlatmak bile can sıkıcı!.. Hele, benim gibi İstanbul’u, Şehzadebaşı’ndan, Milli, Hilal, Ferah, Turan sinemalarından, Florya, Caddebostan plajlarından bile tanıyan bir İstanbul çocuğu için... Burhan Arpad’la uzun yıllar gazete sütunlarında birlikte çalıştık, yazdık... Eş duygular, düşünceler, umutlar ya da umutsuzluklarla, ama her zaman iyiyi, güzeli, doğruyu okurlarımıza sunarak... Şimdilerde Burhan Arpad gibi biri yok! Yazdığını yazdı, söylediğini söyledi, uğraştı didindi... ??? İnsanlar gider. Kentler kalır. Batı ülkelerinde bir Paris’tir, bir Londra’dır, bir Viyana’dır bütün eski güzelliklerine yenilerini ekleyerek yaşayan.. 1832’de İstanbul’a gelen Fransız şairi Lamartine’in övgülü satırlarını size sunarak, bitireyim. “Gökyüzü ile toprağın, denizle insanın birlikte çalışarak böylesine eşsiz güzel bir peyzaj ortaya koyabileceklerini hayal bile etmezdim. Her bakışta görünüm değişiyor, her değişiklik başka bir güzellik sunuyor.” “Bir İstanbul Var İdi”. Ama çok yazık ki, bir Burhan Arpad daha yok!.. Ü linin “sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşama hakkı” ihlal edildi. Toplumun nefes alma alanlarını dahi ele geçirmek, kendi ilkel anlayışını topluma dayatmak, bize öngörülen gelecek hakkında yeterli bilgi vermiyor mu? “İleri bir yaşam”ın güvencesi olan kamu kavramı bile “çağdaşlık karşıtı bir anlayış”ın güvencesi olmak yolunda değiştiriliyor. Çoğunlukçuluk değil, çoğulculuk Yasama, yürütme ve yargı erkini bir bütün olarak ele geçirmek çabası ne anlama gelmektedir? AB’nin geleneksel değerlerinde ve hukuk devletinde olmazsa olmaz koşul olan “çoğulculuğun”, “çoğunluğun diktası”na dönüşmesiyle özlenen mutlak iktidar yolunda doludizgin ilerlenmekte olduğunu görmemezlikten gelebilir miyiz? İktidar alanlarını alabildiğine genişletmek, toplumsal muhalefeti yok etmek anlayışı “diktatoryal” bir geleceğin adım taşları değil midir? Ya demokrasi? Susabilir miyiz? AB’nin bu konudaki çifte standart davranışını ise ibretle izlemekteyiz. Anlaşılan AB’nin geleneksel değerleri, yerini pazar ilişkisine hızla bırakmaktadır. Bu durum AB’nin küreselleşme sürecinde değerlerini koruyamadığını, hatta ABD gibi vahşi kapitalizme doğru yol aldığını söyleyenleri haklı kılmaz mı? İstanbul’un kaybedilmekte olan kentsel değerleri ile ilgili UNESCO çevreleri kaygılanırken, Rant odaklı müdahaleler Karanlık düşüncelerin mekâna nasıl yansıdığını gördük, görüyoruz. 50 yılı aşkın bir sürede, kamusal mekânlarımızı kaybettik. İleri bir yaşamı üretemediğimiz gibi, geleceğimizi tükettik kentlerimizde ve değerlerimizde. Tıpkı demokrasiyi üretemediğimiz gibi. Yıllarca, kentlerimize ve mimarlığımıza “rant odaklı” müdahaleler, tarihsel, doğal ve kentsel değerleri yok etmenin yanında, kentli haklarını da tahrip etti. Kent AB’nin müzakere sürecine rağmen bu konuya duyarsız kalması, “kentsel ranta el konması”nı ve kentli haklarının “gasp edilmesi”ni onayladığı anlamına gelmez mi? Gündem demokrasidir. Hak ihlalleri, hukukun asgari kurallarının dahi uygulanmaması, kentli haklarının ve toplumsal hakların güvencesi olan anayasa ve yasa hükümlerinin tek tek kaldırılması, yaygın baskı uygulamaları gündemin adını ister istemez “demokrasi” olarak belirlemektedir. Ülkemizin gündemi demokrasi iken, imar yağmasına hız verilmesi anlamlıdır: Ya bugünkü egemen anlayışın demokratlığından bahsedenlere ne demeli? Kentleşmeyi yağmaya çeviren bir anlayışın hukukla bağdaştığından, sanatın ve kültürün mekânlarının yok edilmesinin demokratlığından, toplum sürgün edilirken barıştan yana olunduğundan bahsetmek mümkün müdür? Yerel seçimler yaklaşırken, toplumsal güvenliğin, sosyal güvence mekanizmalarının gerektirdiği gerçek güvenceden yoksun kaldığı, hak ihlallerinin ve buna bağlı olarak demokrasi tartışmalarının yoğun olduğu bir döneme girdik. Bu tartışmaların “kent yağması”nı perdelemesi, temeldeki gerçeğin göz ardı edilmesine neden olabilir. Oysa bu yağma, “demokrasinin beşiği” kentlerde olmaktadır. Bu nedenle kentsel sorunlar, demokrasimiz ile ilgili sorunlardan ayrı tutulamaz… hazırlanmışsa kod açımlanır ve hedef kitle geribildirimde bulunur. Kaynaktan hedef kitleye uzanan bu süreçte geribildirim, iletişimin verimliliğinin ölçülmesi açısından önem taşır. İletişimde verimlilik ya da etkinliği sağlamak için kaynağın taşıması gereken bazı özellikler vardır. Sosyal sorumluluk reklamlarını hatırladığımızda bu cümleyi rahatlıkla örneklendirebiliriz. Sevilen, saygı duyulan, güvenilen bir kaynağın verdiği mesaj daha kolay algılanır ve benimsenir. Bu yüzden reklamlarda sevilen bir şarkıcının, sporcunun, başarılı ve yardımsever bir işadamının ya da dizi oyuncusunun oynadığını sık sık görebiliriz. Öfke Bir Hitabet Sanatı mıdır? Aybike SERTTAŞ Marmara Üniversitesi İletişim Anabilim Dalı İ letişim derslerinin ilk konusu genellikle iletişimin tanımının yapılması ve iletişim şemasının öğrencilere aktarılmasıdır. İletişim şeması; iletişime giriş, halk la ilişkilere giriş, reklamcılığa giriş gibi başlangıç derslerinde iletişimin mantığını anlatmak için ideal bir şemadır. İletişim süreci mesajları kodlayan kaynak ile baş lar. Uygun bir kanal vasıtasıyla hedef kitleye mesajın aktarılmasıyla devam eder. Hedef kitle doğru analiz edilmişse ve mesaj hedef kitlenin çeşitli özelliklerine uygun Empati esastır Hedef kitleye verilen mesaj onun değerlerine, dünyaya bakış açısına, yaşam tarzına ters düşmüyorsa hedef kitleyi ikna etmek kolaydır. Fakat, hedef kitlenin yabancı olduğu bir konuda mesaj veriyorsanız, kitle bu mesajı açımlamayı reddedecek ve mesajınız yerine ulaşmayacaktır. Bu yüzden, eğer mesajınızı almaya direnen bir grupla karşı karşıyaysanız ona tümüyle karşıt bir tavırla mesaj vermek yerine onun bakış açısıyla yani empati kurarak yaklaşırsanız daha başarılı iletişim kurmanız olasıdır. Son zamanlarda tüm kitle iletişim araçlarında benzer cümleleri okuyor, benzer sahneleri izliyoruz. Farklı düşünceleri savunanlar hem de şiddetle savunanlar dinleyene o fikri savunmasa bile keyif verecek zekâ pırıltılarından ve incelikten yoksun mesajlar veriyorlar. Mesajları veren kaynak genellikle aynı ve yazının başında bahsettiğimiz “etkin iletişim kurmayı sağlayan kaynak” kişinin taşıması gereken özellikleri sevilen, saygı duyulan, güvenilen...taşımıyor. “Öfke bir hitabet sanatıdır” önermesi bu kaynağın herhalde bundan önceki pek çok “çarpıcı” cümlesi gibi sık sık hatırlanacak, kimileri tarafından görmezden gelinecek, kimilerinin hafızasından silinmeyecek bir cümledir. Öfke bir hitabet sanatı değildir. Çünkü öfke mesajınızı vermek istediğiniz hedef kitle üzerinde başlıca iki etki oluşturur: 1. Korku ve suskunluk 2. Öfke ve tepki. Korku hissedip suskunluğa gömülenler verilen mesajı kabul etmiş gibi görünseler de aslında içselleştirmemiş, nitelik olarak aynı kalmışlardır. Yarın bir başkası onları daha çok korkuttuğunda bu sefer onun verdiği mesajı kabul etmiş gibi yapacaklardır. Öfkeye karşı öfke hissedip tepki verenlerse, kurulan başarısız iletişim çabaları sonucu karşısındakinin vermek istediği mesajı asla almamak üzere iletişim sürecini sonlandıracaklardır. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle