03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
13 ŞUBAT 2008 ÇARŞAMBA CUMHURİYET SAYFA KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr Bu haftadanbaşlayarak İstanbul sahneleri piyanistlerle donanıyor 15 GÜZELİN ARDINDA BERTAN ONARAN İstanbul’da kemancılar haftasıydı eçen hafta İstanbul’dan dünyaca ünlü kemancılar geçti. Genciyle yaşlısıyla her birisi güzel izler bırakıp gittiler. Markov ailesinin babaoğul, Teknik Üniversite Mezunlar Cemiyeti’nin burs fonu yararına verdiği konseri ne yazık ki izleyemedim. Uzun zamandır İstanbul’un gözde solistlerinden olan Rus asıllı Amerikalı kemancı Alexander Markov, Paganini kolaylığı ve Paganini çizgileriyle her zaman kentimizin ilgi odağı olmuştur. Babası Albert Markov ise önceki kuşağın büyük kemancısı ve bestecisi. Cemal Reşit Rey Salonu’nda izlediğimiz Dimitry Sitkovetsky Azerbaycan’da doğmuş ve Amerika’ya göç etmiş bir başka Rus asıllı kemancı. İnanılmaz bir özgeçmişe sahip: Moskova Konservatuvarı ve Juilliard’da eğitim görmüş. Keman solisti olarak dünyanın önde gelen orkestralarıyla çalmakta ve kayıtlar yapmakta; şef olarak Avrupa, Amerika ve Rusya’da önemli toplulukları yönetmekte. Etkin yorumculuğunun yanı sıra ustalık sınıflarında dersler veriyor; festivallerin ve müzik topluluklarının kuruculuğunu yapıyor. Sitkovetsky’nin diğer bir ilginç yönü de tarihteki ünlü bestecilerin başka ortamlar için yazdığı yapıtları keman ortamına uyarlaması, dolayısıyla biraz da bestecilik hüneri var. Geçen hafta bu on parmağında on marifet kemancıdan Schumann’ın ve Grieg’in sonatlarını dinlerken kusursuz tekniğine ve duyarlı yorumculuğuna hayran kalmamak elde değildi. Daha ötesi, bunca işinin arasındaki kusursuz yorumculuğu, hâlâ sanatına saygı duyduğunun göstergesiydi. Günümüzde böylesi birkaç işi bir arada götürmek isteyen müzikçilerimize örnek olacak bir sanatçı Sitkovetsky. Keşke genç müzikçilerimiz bu konseri izleseydi, keşke daha çok İstanbullu dinleyici bu çok az seslendirilen sonatların tadına varabilseydi. Osman Pamukoğlu Türk okurlarıyla izleyicilerinin çoğu gibi, Sevil’le ben de Osman Pamukoğlu’nu ilk kitabı Unutulanların Dışında Yeni Bir Şey Yok ile tanıdık. Okuduk, sarsıldık, dostlarımıza aktardık. Ardından bu kitapla ilgili olarak Ceviz Kabuğu’nu merakla izledik. Sonra zaman ve olaylar geçti üstümüzden. Derken Skytürk’te Serdar Akinan sıra dışı bir iş başardı, Osman Pamukoğlu’nun Hakkâri Dağ ve Komanda Tugayı Komutanı iken giriştiği harekâtları anlatan “Kan Uykusu”nu çekip yayımladı. Bu program, kitaplarının yarattığı etkiyi iyice arttırdı elbet. Ardından, ender de olsa kimi kanallarda söyleşileri yayımlanmaya başladı; gerçi bu söyleşilerde Sayın Pamukoğlu ile konuşanların çoğu, konuğun ve konunun önemini unutup kendilerini öne çıkarma hastalığından arınamasa da, konuşulanlar son derece çarpıcı ve önemliydi kuşkusuz. Osman Pamukoğlu, daha ilk kitabının önsözünde: “Bugüne kadar tüm savaşlarda sadece ve sadece anneler kaybetmiştir. Başka hiç kimseye bir şey olmamıştır. Hiçbir sonuç, annenin mezara kadar devam edecek olan yüreğindeki ateşe derman olamaz. Acı çekmeyen ve çekenlerden haberi olmayan, acıları dindirmenin yollarını aramaz, arasa da doğru şeklini bulamaz” diyordu. Bu doğru saptamanın nedeni ne olabilir dersiniz? Neden savaşıyor insan denen memeli? Neden türdeşlerinin milyonlarcasını gözünü kırpmadan öldürebiliyor? Bunu da bir bilge Fransız çok yalın biçimde açıklamış: “İnsanoğlunun bütün dillerde kullandığı iki temel edimden SAHİP OLMAK aslında yalnız bileşik zaman oluşturmaya yarar, çünkü canınız da içinde, hiçbir şeye SAHİP OLAMAZSINIZ; canlı varlık olarak size kalan VAR OLMAK, YAŞAMAKTIR!” Yumuşacık anaerkil düzenden ataerkil düzene geçeli, hele insanlar arasındaki eşitsizliği doruğa çıkaracak anamalcı düzensizliği yürürlüğe koyalı beri, insan adındaki memeli eşine sarılacak, yerine bırakacağı mutlu yavrular yetiştirecek, şu güzelim mavi gezegenin canlı cansız bütün varlıklarla birlikte tadını çıkaracak yerde, SAHİP=EGEMEN OLMA saplantısına kapıldı, bütün çılgınlık ve hızıyla sürüyor bu salgın. Osman Pamukoğlu, bu amansız hastalığın uzantısı olarak, en az 500 yıldır tüm dünyanın başına bela kesilen, Anadolu’ya özellikle göz diken; daha başka insanların yanında, iki değerli araştırmacımızın, Kâzım Mirşan’la Haluk Tarcan’ın belgeleriyle kanıtladıkları olguyu, yeryüzünde yazı ve uygarlığın kökeninde Türklerin bulunduğunu unutup, unutturmaya çalışan Avrupalı ve Amerikalı sömürgeci saldırganların son 25 yıldır bağrımıza sapladıkları PKK hançerini bütün ayrıntılarıyla gözler önüne seren bir büyük yurtsever ve aydın. 3040 bin Türk’ün ve Kürt’ün ölümüne neden olan, yıllardır süren bu kirli savaşın nasıl sona erdirileceğini çok iyi biliyor; kuraldışı savaşın Mustafa Kemal, Mao, Fidel Castro tarafından ustaca uygulanışını yakından tanıyor, dolayısıyla çözüm için öyle 300500 binlik değil, en çok 20 bin kişilik iyi eğitilmiş, kalıcı olarak bu savaşı yürütecek güce gereksinme olduğunu belirtiyor. İliğimizi kemiğimizi emen, oluk oluk kan ve para akıtan bu savaşın son aşamasında, biliyorsunuz, sözüm ona üçlü çözüm evresindeyiz: ABD, BarzaniTalabani yönetimi ve Türkiye PKK’nin işini bitirecekler. Osman Pamukoğlu, ülke koşullarını, bölgeyi, savaşın tüm ayrıntılarını açıkça görüp değerlendiren tutarlı, sorumlu bir yurtsever olarak şunu vurguluyor: “PKK’nin barındığı dağlar, çok sıra dışı bir oluşuma sahip; mağaralar, geçitler, vadiler öyle bir yapı oluşturmuş ki, böylesi dünyada en çok 10 yerde varsa, birisi burası. Dolayısıyla bu bölgede mağaraların dışında bir bina, kamp, ev, baraka, depo yok; siz ABD’den milyonlarca dolara aldığınız bombalarla ancak dağları, taşları döversiniz. O yüzden, kendi halkınızı kandıran bu gösterişten vazgeçin, eğer gerçekten kararlıysanız gerekeni yapıp işi bitirin. Ama bu da öyle göz açıp kapayıncaya dek olmaz, olamaz; çünkü o mağaralara 50 bin kişilik orduyla girseniz, içlerinde saklanan 5 bin PKK’linin ancak 2 bin 500’ünü bulup yok edebilirsiniz.” Aslında biliyorsunuz, akıl için yol bir’dir; nitekim, geçende Kanaltürk’te bu kez bir sivil, bir tutumbilim (iktisat) uzmanı, Selim Somçağ sordu can alıcı ya da verici soruyu: “Kurtuluş Savaşı’ndaki gibi, sömürgeci Batı’nın bu amansız, acımasız saldırısı karşısında, yurdumuzu ve Cumhuriyetimizi savunması gereken ulusal güçlerin, özellikle de TSK’nin suskunluğu güç toplamayı amaçlayan bir bekleyiş mi, yoksa tam bir teslim oluş mu?” Osman Pamukoğlu bu yazgısal soruya yanıt arayıp, çok değerli önerilerde bulunan gerçek yurtinsanseverlerden biri; hemen edinin ve okuyun tüm kitaplarını. [email protected] G İDSO’nun solisti olan usta İtalyan kemancı Domenico Nordio da yabancımız değil: Geçen yıl Saygun’un keman konçertosuyla Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’na solist olmuştu. O da birlikte çaldığı ünlü orkestralar; kayıtlarını piyasaya süren Decca gibi ünlü plak şirketleri ve kazandığı ödüllerle, kuşağının önemli imzalarından birisi. Elindeki 1734 yapımı Guarneri kemandan tılsımlı sesler yükseliyordu. Hemen hiç çalınmayan Max Bruch’un İskoç Fantezisi’ni Şef Antonio Pirolli’nin zarif yönetiminde incelikli nüanslar gözeterek ve romantik deyişi yansıtarak seslendirdi. Gelecek hafta İDSO’da yine ünlü bir kemancı var: Maxim Fedetov. O da konserlerimizde çok çalınmayan bir yapıtı, Şostakoviç’in derin duygular taşıyan 1. keman konçertosunu çalacak. URÇİN BÜKE KLASİKTEN CAZA DOĞRU Bu haftayla başlayarak İstanbul sahneleri piyanistlerle donanıyor: B Dün akşam CRR’deki ünlü Liszt yorumcusu Michele Campenella ile başlayan hafta, 16 Şubat akşamı hastalığı nedeniyle bu haftaya ertelenen Arın Karamürsel’in Rachmaninof ağırlıklı resitaliyle sürecek. 19 Şubat’ta ise Orkestra İstanbul eşliğinde Gülsin Onay, Chopin’in 2. Piyano Konçertosu’nu çalacak. Aksanat’ta 22 Şubat’ta Burçin Büke’nin “Klasikten Caza” başlıklı programı yer alıyor. Büke’nin son CD’si ‘The Secret Garden’ı dinleyenler onun piyanonun tuşlarında ne kadar derinleştiğini duymuşlardır. 1966 İzmir doğumlu sanatçı, 1977 yılında “Harika Çocuk” sınavını kazanıp Mithat Fenmen ve Gülay Uğurata ile piyano, İlhan Baran ile teori ve kompozisyon çalışmış. Ankara Devlet Konservatuvarı ve Hannover Müzik Akademisi’ndeki eğitiminin ardından, 1992’de Hannover Müzik Akademisi’nin solistlik derecesini almış. İlk CD’si “My Dream”i 2000 yılında, ikinci CD’si “Personal Touch”ı 2004 yılında piyasaya çıkarmıştı. 2006’daki “Mozart for Babies” kaydını 2007 sonlarındaki “The Secret Garden” izledi. Bu CD’yi dinlemeye başladığınızda önce bir şok geçiriyorsunuz: RimskyKorsakof’un Arının Uçuşu başlıklı yapıtı adeta başınızı döndürüyor. Ardından gelen Albeniz’in Sevillas’ında ve Asturias’da koyu renklerle İspanyol duyarlılığı sergileniyor. Sonra Johann Sebastian Bach ile caz dünyasına geçen Büke, caz müziğinin büyük ustaları John Lennon ve Miles Davis’i de konuk ediyor. CD, sanatçının önceki çalışmalarında olduğu gibi kendi yapıtlarıyla (bu kez Secret Agent ile) sona eriyor. Gerçekten çok keyifle dinlenen rengârenk bir kayıt. Burçin Büke “Klasikten Caza” başlığıyla 22 Şubat günü AksanatBeyoğlu’nda bir konser verecek. www.evinilyasoglu.com KONAK BELEDİYESİ ŞUBAT ETKİNLİKLERİ 7. İzmir Öykü Günleri başlıyor Kültür Servisi İzmir Konak Belediyesi, Edebiyatçılar Derneği ve Ege Kültür Vakfı işbirliğiyle düzenlenen “İzmir Öykü Günleri”, yarın (14 Şubat) saat 12.00’de “Öykülerden Uyarlanan Filmlerin Afişlerinden Sergi” ile açılıyor. Selim İleri’nin yazdığı, “14 Şubat Dünya Öykü Günü” bildirisi ile başlayacak etkinlikler Konak Belediyesi Dr. Selahattin Akçiçek Eşrefpaşa Kültür Merkezi’nde yapılacak. Öykü günlerinin bu yılki ana başlığı “Öyküden Sinemaya”. Onur konuğu ise Füruzan. Program 53 öykücü, yazar, gazeteci ve sinemacının katılımıyla cumartesi gününe kadar sürecek. Yarınki etkinlikler arasında Dinçer Sezgin’in “Neden Öykü?” söyleşisi ve İşçi Öyküleri ve İşçi Öykülerinden Filmler yer alıyor. Etkinlikte gösterilecek filmler arasında yarın Osman Şahin’in öyküsünden uyarlanan ‘Kurbağalar’ ve cumartesi Füruzan’ın öyküsünden uyarlanan ‘Benim Sinemalarım’ adlı filmler gösterilecek. Cuma günkü film gösteriminden sonra E. Buğra Balcı ve Semih Önyer Duo’nun mini konseri ve Hasan Ali Toptaş ile Ümit Ünal’ın “Öyküden Sinemaya” söyleşisi olacak. Cumartesi günü Oğuz Tümbaş’ın konuşmacı olarak katılacağı “Yılmaz Güney İçin Bir Öykü” anlatımı yapılıyor. Her gün ‘Ustalara Saygı’ kuşağında yarın Sait Faik, cuma ve cumartesi günleri ise Necati Cumalı ve Aziz Nesin anılacak. İzmir Öykü Günleri, edebiyatımız içinde öykücülüğümüzün yerini belirginleştirmeyi hedefliyor. (www.konak.bel.tr) ‘Dil Derneği Beşir Göğüş Ödülü’ Aksan’ın ANKARA (ANKA) 1999 depreminde hayatını kaybeden dilci ve eğitimci Beşir Göğüş adına verilecek ödüle bu yıl dilbilimci Doğan Aksan layık görüldü. Dil Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Sevgi Özel yaptığı yazılı açıklamada, ödülün amacının, Beşir Göğüş’ün dil devrimine ve Türkçenin eğitim öğretimine verdiği emeği gelecek kuşaklara aktarmak olduğunu belirtti. “TÜRBAN EŞİTTİR KADININ EĞİTİM HAKKI VE ÖZGÜRLÜĞÜ” DEĞİLDİR!... İçinde bulunduğumuz günlerde, türban meselesi üzerinden yapılan değerlendirmeler kapsayıcı olma iddiaları ile orantısız bir yüzeysellik sergilemektedir. “Nasıl Bir Üniversite Platformu” içinde yer alan öğretim üyeleri olarak konunun sorunsallaştırılma biçiminde, ciddi sıkıntılar olduğunu ve süren kampanyanın bir siyasi akımın hegemonya kurma sürecinde izlediği, dar siyasi çıkarlar güden bir taktik adım olduğunu düşünmekteyiz. Bize göre sorun her şeyden önce genel bir hak ve özgürlükler sorunudur ve sorunun gerçek çözümü eşitlik, özgürlük, aydınlanma ve kamu perspektifi birikimine dayalı bir demokrasi nosyonunun yerleşmesine bağlıdır. Hak ve özgürlükler genel olarak toplumsal yaşamın bütününü kapsar ve sınırları özgül gereksinim ve çıkarlara göre dar anlamda belirlenemez. Sorunun kilit noktasında özgürlükler evreninin bütünlüğü ile kadın bedeni üzerinden politika yapma tercihine dur demek yatmaktadır. Bugün sözde yapılan hak ve özgürlük mücadelesi özgürlükçü bir açılımı getirmekten ve özgürlükler düzeyini yükseltmekten çok özgürlük mücadelesini örten ve örseleyen bir niteliğe sahiptir. Türban tartışması, AKP döneminde kadınlara yönelik toplumsal, ekonomik, kültürel gerileme ve hak kayıplarıyla ve eğitimöğretimde, gündelik ve çalışma yaşamında kadın kimliğinin silinmesi ve geriletilmesiyle birlikte yürüyen sürecin, muhafazakârlaşmanın bir ivmesi olarak ortaya çıkıyor. AKPMHP ortak girişimi, devam eden neoliberal saldırıyı, “Başını örten kadınların eğitim özgürlüğünden yana mısınız değil misiniz?” sorusunu kullanarak genişletiyor. “Evet” ve “Hayır” dışında adeta seçeneği olmayan bir hukuk sınavına girmeye zorluyor. Bu ne bir hukuk sorusudur, ne de münazara: Karşı karşıya olduğumuz bir tarih sorusudur ve sorulması gereken ise özgürlüğü türban ile AKPMHP mi temsil ediyor? Gereksinimi duyulan yanıt, dar gündemli politik hesapların rüzgârına kapılmış yöntemlerden ve/veya egemen bloğun fraksiyonlarından yana saf tutmak olmadığı gibi, ilericilik mücadelesini din olgusunun dışına taşımayan, piyasayı, gericiliği ve militarizmi bir bütün olarak değerlendirmeyen, emekçilerin birliğini ve uzun dönemli çıkarlarını gözetmeyen bir siyaset anlayışından da gelmeyecektir. Konunun entelektüel/akademik bir tartışma olmadığı, akıp giden yaşamın somut yanıtları gerektirdiği aşikârdır ve gereksinimi duyulan sağlıklı yanıtlar ancak özgür bir müzakere ortamında sağlıklı sorular sorma çabasının ürünü olabilecektir. Başta ifade özgürlüğü olmak üzere özgürlük önündeki engeller dimdik ayaktayken, toplumun farklı sosyal ve kültürel talepleri karşılanmazken, sosyal hakları tarihte eşi görülmemiş derecede geriye götürecek bir sosyal güvenlik yasası çıkmak üzereyken, işsizlik ve gelir dağılımındaki adaletsizlikleri artıran ekonomik politikalar fütursuzca izlenmekteyken, devlet üniversiteleri dahil olmak üzere öğrencilerin eğitim hakkı piyasa mekanizmalarının insafına terkedilmişken, ayağı daha çok yere basan sorulara gereksinimimiz vardır. Kadınlara yönelik her türlü şiddet ve ayrımcılığı derinleştiren ve kadını özel alana hapsetmeye yönelmiş ekonomik ve toplumsal politikalar varlığını devam ettirirken “türban eşittir kadının eğitim hakkı ve özgürlüğü” formülü altında toplumu saflara ayıracak bir tartışmanın yürütülmesi büyük bir yanılsamanın göstergesi ve gündemi saptırmak olarak görülmelidir. 2008 Türkiye’sinde yüksek öğretim hakkını elde edebilenlerin bazıları harç parası nedeniyle kayıt yaptıramamakta, yaptırabilenlerden bazıları para kazanabilmek için eğitimlerini aksatacak biçimde çalışmak zorunda kalmaktadırlar. Yüksek öğretimdeki gençlerimizin büyük çoğunluğu günde bir en fazla iki öğün yemek yiyebilmekte, uygun olmayan barınma koşullarında yaşamak zorunda kalmaktadırlar. Hem parası olmayıp, hem de bu olumsuzluklara razı olmayanların çok büyük kısmı kaynağı “bilinmeyen” ağabeyabla evlerinde “karşılıksız” olarak barınmakta, beslenmekte ve harçları ödenmektedir. Türkiye’de yüksek öğretimin kapısına gelebilmiş “şanslı” öğrencilerimizin öncelikli hak ve özgürlük sorunu eğitimin paralı olmasıdır. Yüksek öğretim gençliğine hak ve özgürlük tanımakta ve istemekte samimi olanlar öncelikle yüksek öğretimi parasız hale getirmeli ve/veya talep etmelidirler. Kalıcı bir demokratik gelişimin yolu fırsatçılığın ve vitrine yönelik katılım gözbağcılığının değil, süreci bütünüyle değerlendirebilen ve ezber bozma cesareti olanların adımlarıyla aşılacaktır. www.nasilbiruniversite.org CUMHURİYET 15 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle