30 Nisan 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 5 OCAK 2008 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Rahip Cinayetleri ve Dinci İdeolojinin Etkisi Hıristiyan din adamlarına karşı vahşet olaylarının devam etmesi, Türkiye’nin dünyadaki imajını bulandırma ve ulusal çıkarlarımıza da ağır zarar verme potansiyeline sahiptir. PENCERE Terör Çocukları Vuruyor... Irak’ta terör yuvası Kandil’e yönelik harekâta Türkiye içinde yanıt bekleniyordu... Çok geçmeden yanıt geldi... Nasıl?.. Diyarbakır’da terör çocukları vurdu... ? Kimin çocukları vurulanlar?.. Çocuk ha Türk olmuş.. Ha Rus.. Ya da İngiliz.. Veya Kürt.. Alman.. Fransız.. Çinli.. Ne fark eder ki?.. Çocuk, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Çocuk ve Allah” kitabındaki çocuktur... ? “Çocuklar korkunç, Allahım, Elleri, yüzleri, saçları. Uyurlar bütün gece Yok sana ihtiyaçları. Çocuklar korkunç, Allahım, Bebek yaparlar haçları. Aşina değiller hatıramıza Severken aynı ağaçları.” ? Anadolu’da Birinci Dünya Savaşı süresince kan gövdeyi götürdü, Milli Kurtuluş Savaşı’nda kanlı süreç süregeldi.. On yıl içinde İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Ermeni, Rum, Yunan, Çerkes, Arap, Türk, Kürt, vb. bu topraklarda birbirlerine girdiler... Ama, çocuklara ilişilmedi... “Çocuklar ki ölümden habersiz, Çok yaşamanın meçhul arzuları Sabahlardan uzak mesafelerde Vaktin gölge bilmeyen suları. Nasıl sarışın ve aşina Aydınlıklar gibi rüyadan. Saçların bilinmez parıltısında Uçup gitmek üzere an.” Fazıl Hüsnü’nün “Çocuk ve Allah”ını okurken tek mısraya evrenin sığıştığını duyumsayabilirsiniz... ? Savaş neredeyse insanlık tarihi kadar eski... Ya terör?.. Yeni icat... Peki, terör çocuklara kıyacak kadar nasıl aşağılaşabiliyor?.. Hangi yüce ülküye çocuk ölülerinin üstüne basarak erişilebilir?.. ? Anadolu’da kim yaşarsa yaşasın, tereddütsüz elbirliğiyle teröre karşı çıkmalı... Terör insanın insanlığını ruhundan tasfiye eden bir yöntem... Hele çocukların katliamı gündeme girerse, birbirimizin yüzüne nasıl bakabiliriz?.. Ne olursa olsun Türkiye çocuklarına sahip bir ülke olmak zorunda... Dağlarca’nın şiirindeki gibi: “Sen büyüdüğün vakit çocuğum, Yine çiçekler açacak dallarda. Dallarda açan çiçekler gibi Yine çocuklar uyuyacak masallarda.” Devlet Başkanı HİÇ kendi devletinin adını söylemekten çekinen bir devlet başkanı duydunuz mu? Anayasası varken ve o anayasayla göreve gelmişken bunu ortadan kaldıran bir plana “evet” deyip halkına da dedirtmiş olan bir başkan? Halkının kurtuluşunu ve cumhuriyetinin kuruluşunu sağlayan bir devletten kopup daha birkaç yıl öncesinde kendi insanlarına karşı katliama kalkışmış bir toplumla birlikte AB’ye girmeye kalkışan? “Böyle şey olur mu?” demeyin. Oluyor. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin şimdiki başkanı, son Ankara ziyaretinde görüldüğü gibi, ne resmi konuşmalarında ne de kişisel demeçlerinde başında bulunduğu devletin adını söylemekten bile özenle kaçınmış. Hep “Kıbrıs Türk tarafı” demekte. yle bir söz var aslında. Birleşmiş Milletler zemininde yapılan ikili görüşmelerde eşitlik olsun diye, “Kıbrıs Türk tarafı” ile “Kıbrıs Rum tarafı”ndan söz edilir; metinlerde bu deyimler kullanılır. Rumların buna razı oluşlarında şaşırtıcı bir şey yok, zira görüşme masası dışında başka her yerde adları “Kıbrıs Cumhuriyeti”dir. Hem de kuzeyinde sözünün geçmediği ve “yetki”sinin bulunmadığı bir adanın bütünü adına. Resmi metinler, o topraklardan “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin otoritesinin kullanılmadığı arazi” olarak söz eder. Rumların ve Yunanistan’ın buna razı oluşlarını anlamak mümkün de KKTC ve onu resmen tanıyan Türkiye Cumhuriyeti için öyle mi? Peki, bizim taraf müzakere masasına oturmak için bu adın resmen kullanılmasını şart koşsaydı, masaya hiç mi oturulmazdı? Kısa bir süre için, belki evet, oturulmazdı? Kim zararlı çıkardı bu durumdan? Adanın güneyine şöyle ya da böyle, sonuçta “fiilen” egemen olmuş olan mı, yoksa çözüme varılmasını bir an önce sağlayıp yine “şöyle ya da böyle” o topraklara yeniden dönmeyi özleyen taraf mı? Dolayısıyla, masaya oturmak için kuzeydeki devlet adının mutlaka kullanılmasında ısrar etmeyenler sonuçta zararlı çıkmış o ve “Kıbrıs Türk tarafı” sözü yarım kalmış bir çözümün ve güçbela kabullenilmiş aşağılayıcı bir uzlaşmanın belirtisi olarak yerleşmiştir. nkara’nın Kıbrıs’taki büyük hatası, uluslararası antlaşmalarla hukuken “haklı” olduğu ve askeri dolayısıyla da “güçlü” bir soruna ağırlığını koyamamış olmaktır. Kendisini “suçlu ve zayıf” hissetmesi için hiçbir neden yoktu. Hiç değilse bundan sonrası için, geçerli ve sürekli olabilecek çözümü olanca açıklığıyla belirtip onda ısrar etmek gerekiyor. Bu ise adada iki egemen devletin varlığının karşılıklı olarak tanınmasını ve o iki devlet arasında imzalanacak barış, saldırmazlık ve iyi komşuluk anlaşmalarının geçmişte olduğu gibi üç devletli bir güvence mekanizmasına bağlanmasını istemek demektir. AKP ve CTP iktidarlarını buna zorlayamamış olmak koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne hiç yakışıyor mu? Şükrü M. ELEKDAĞ CHP İstanbul Milletvekili Ö A [email protected] ahip cinayetleri, halkımızın hoşgörüye ve insani değerlere dayanan kültürünü ve inançlarını yaraladığı gibi, Türkiye’nin dünyadaki imajını karartıyor ve hasım mihrakların eline ülkemize karşı yürüttükleri olumsuz propaganda kampanyası için etkili bir koz veriyor. Bunun yanında, Avrupa ülkelerinde yerleşik Türk işçi ve aileleri ile Türk soylu kişilere yönelik ırkçı eylemlere de malzeme ve gerekçe oluşturuyor. Bu sorunun üzerine son derece cesur ve kararlı bir şekilde gidilerek önlenemediği takdirde, ülkemiz için yaratacağı tehdit hakkında bir fikir vermek için, kısa süre önce İzmir’de Meryem Ana Kilisesi rahibi Adriano Françini’yi bıçaklayan Ramazan Bay’ın, saldırısının gerekçesi olarak söylediği dehşet verici sözleri sizlere anımsatmak isterim. Ramazan Bay diyor ki, “Rahip Santoro ve Hrant Dink cinayetlerini işleyen katillerin toplumda kahraman gibi gösterilmesi beni etkiledi. Ben de onlar gibi hareket edersem, kahraman ve ünlü olacağımı ve hayatımı kurtaracağımı düşündüm ve bu nedenle rahibi bıçakladım...” Her ne kadar, söz konusu saldırı ve cinayetler bugüne kadar resmi makamlar tarafından “münferit”, “yerel” ve “bireysel” olaylar olarak değerlendirilmişse de, işlenen suçların görünenden daha derin boyutlarının olduğuna ve aralarında bir tür bağlantı bulunduğuna delalet eden vakıa ve karineler giderek su yüzüne çıkıyor. Olayların ortak noktaları üzerine eğilmeden önce, cinayet ve saldırı dizisine bir göz atalım. 5 Şubat 2006’da Trabzon’da Santa Maria Kilisesi Rahibi Andrea Santoro, pazar ayini çıkışı göğsünden kurşunlanarak öldürüldü. Ondan altı ay sonra Samsun’da Katolik Mater Dolorosa Kilisesi Rahibi Pierre Brunisen bıçaklandı. Ardından, 2007’nin Ocak ayında Hrant Dink öldürüldü, nisanında Malatya katliamı vuku buldu. Beş genç, Hıristiyanlık üzerinde kitaplar hazırlayan Zirve Yayınevi’ni basarak biri Alman vatandaşı üç din adamını bıçakla hunharca doğradılar. Bu olayı İzmir’de rahip Adriano Françini’nin bıçaklı saldırıya uğraması izledi. Bu suçların faillerinin ortak noktalarının başında, biri hariç, hepsinin yaşlarının 16 ile 21 arasında bulunması; hepsinin eğitimsiz ve yoksul olmaları; çoğunun vukuatının olması ve ilk bakışta kendi başlarına hareket ediyor R gibi görünseler de, arkalarında bir “ağabey”in, bir “azmettiricinin” bulunması geliyor. İkinci ortak nokta da, her olayda faillerin veya azmettiricilerin devlet içinde bağlantılarının bulunması, saldırılardan önce bu devlet görevlileri ile fail veya azmettiriciler arasında telefon görüşmeleri yapılması, soruşturmayı yapma sorumluluğu olan bazı görevlilerin kanıtların toplanmasında ciddi kuşkular uyandıran ihmalleri olması ve davanın seyrini etkileyecek girişimlerde bulunmalarıdır. Önemli bir ortak nokta da soruşturma sürecine ilişkindir. Aynen Hrant Dink ve Danıştay suikastlarında olduğu gibi, rahip Santoro’nun öldürülmesi ve Malatya katliamında da basına yaygın şekilde akseden usulsüzlük ve ihmaller nedeniyle, soruşturmaların güvenilirliği hakkında ciddi kuşkular doğmuştur. Görevlilerin, bir yere sırtlarını dayadıkları izlenimini yaratacak şekilde delilleri pervasızca yok etme girişimleri düşündürücüdür. Tüm bu hususlar bir arada ele alınıp değerlendirildiği takdirde, rahip cinayetlerinin “münferit”, “bireysel” ve rastlantısal olaylar olmadığı kanaati kuvvetlenmektedir. Hıristiyan din adamlarına yönelik benzer saldırıların birbirini izlemesi, sırf Türkiye çapında ses getirecek bir eylem yaparak meşhur olmak için Hıristiyan din adamlarını yok edilecek hedefler olarak seçmekten kaçınmayan sapıkların türediği çok tehlikeli bir taassub ve bağnazlık ortamının mevcudiyetine işaret ediyor. Bu ortamın gelişmesinde sosyoekonomik nedenlerin etkisi göz ardı edilemese de, temel etken Türkiye’de güçlenen dinci yapılanma ile buna koşut olarak azan dini fanatizmdir. Radikal yazarı Türker Alkan bu durumu şöyle değerlendiriyor: “...Rahip cinayetlerini ve 2007’nin asıl karakterini açıklayacak şey, ideolojik ortamdır. Dinci ideolojinin ağır bir saldırısıyla karşı karşıyayız. Bakanların ve üst düzey bürokratların türbanlı eşlerinin verdiği mesaj ‘İslami ideoloji’dir. Bu ideoloji toplumda hızla yayılıyor. AKP’nin seçim zaferi bu yayılmayı hızlandırmıştır.” (Radikal, 01. 01. 2008) Türkiye, cumhuriyet, laiklik ve devrim yasalarının yozlaştırıldığı, irticai faaliyetlerin kol gezdiği, tesettürün Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne çıkarıldığı, İslami kurallara dayalı bir devlet oluşumu için bir karşıdevrim tasa rımının sistematik kadroculuk hareketi ile devlet yönetimine mal edildiği bir topluma dönüştürülüyor. Trabzon’da rahip Santoro’yu vuran çocuğun annesine, oğlu cezaevine girerken TV kameralarına dönerek “Oğlum Allah için yatacak” dedirten bu ortamdır. Hıristiyan din adamlarına karşı vahşet olaylarının devam etmesi, Türkiye’nin dünyadaki imajını bulandırma ve ulusal çıkarlarımıza da ağır zarar verme potansiyeline sahiptir. Nitekim, Türkiye’deki bazı Hıristiyan mezheplerinin temsilcilerinin “Hıristiyanlara yönelik cinayet ve eylemler nedeniyle cemaatlerinin korku içinde yaşadıklarını” belirtmiş olmaları, Hollanda Protestan Kilisesi ile Dünya Kiliseler Birliği’nin Türkiye’yi Birleşmiş Milletler’e şikâyet etmesine ve bunun bir sonucu olarak Birleşmiş Milletler Din Özgürlükleri Raportörü’nün ülkemizi takibe almak lüzumunu hissetmesine yol açmıştır. Bu hususları dikkate alarak Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) bir ortak deklarasyon ile, ahlaki, vicdani ve siyasi yönleri olan bu sorunun üzerine kararlılık ve cesaretle gidilmesinin ve karanlık olayların üstündeki perdenin kaldırılarak bu suçların tekerrürünün önlenmesinin, Türkiye’nin herkesin kimliğine, dinine ve mezhebine saygıyı öngören büyük tarih geleneği ve kültürü açısından bir vecibe olduğunu ve ülkemiz çıkarları açısından da kritik bir önem taşıdığını açıklamalıdır. Tabii ki, bu hususta esas görev Türk hükümetine düşmektedir. Fakat, TBMM de bu husustaki yaklaşımını ve iradesini bir deklarasyonla açıklarsa, bu, hem ülkemizdeki bazı kesimlerdeki rahatsızlığı sona erdirecek, hem de dışarıdaki hasım mihrakların olayları ülkemiz aleyhine istismar etmelerini önleyecektir. Değerli okurlarım, geride bıraktığımız yılın son haftasında TBMM kürsüsünden bu şekilde bir öneride bulundum. Ancak, bu girişimimden henüz bir sonuç alabilmiş değilim. Oysa, son zamanlarda karşılaştığımız vahşet tabloları, ne tarihimizi, ne inancımızı, ne de kültürümüzü yansıtıyor. Bu ülkenin vatandaşları olarak bizler, hiçbir şekilde, insanları kökeniyle, diniyle, mezhebiyle değerlendiren bir kültürün parçası değiliz. Hepimiz, “72 millet birdir” diyen, herkesin kimliğine, dinine, inancına saygı göstermeyi kabul eden büyük bir tarih geleneğinin içinden geliyoruz. Bu bakımdan önerdiğim şekilde bir TBMM açıklamasının yapılmasını, bizlere bu kültürel geleneği kazandıran, hoşgörüyü ve “yaradılanı yaradandan ötürürü sevmeyi” öğreten Hacı Bektaşi Veli ve Mevlana Celalettin Rumi’ye de borçluyuz. Aleviler ve İnce Plan Ali Rıza SELMANPAKOĞLU Hacıbektaş Belediye Başkanı lmanya’nın devlet televizyonu olan ARD televizyonunda yayımlanan “TATORT” isimli dizide gerçek dışı iftira ve küstahlığa dayanan, AleviBektaşileri rencide eden, yüreklerine acı veren, sanat ve kültür ile bağdaşmayan senaryoyu, yazanları ve yayımlayanları şiddetle kınıyoruz ve ayıplıyoruz. Hitler döneminin insan haraları oluşturan tarihi gerçekleri yaşamış sağduyulu Alman ulusunun da bu tür hayal ürünü ve iftiraya dayanan senaryoları kınayacağını umuyoruz. Türkiye’de AleviBektaşileri İslam dışı sayarak azınlık ilan eden, Kürt yurttaşlarımızı her zaman azınlık sayan ve tarihi gerçeklere uymadığı halde Kürt Aleviliği tezini ortaya atıp taraftar bulmaya çalışan AB ve onun işbirlikçileri, Almanya vasıtası ile yeni bir oyunun hazırlıklarını mı yapıyorlar? Türkiye’de ulusal birliğimizi bozup yeni azınlık yaratma projelerinde usta olan AB, iç dinamiklerimizi birbirine düşürme çabalarına yeni bir halka mı eklemek istedi? AleviBektaşilerin bu oyuna gelmeyeceğinin farkına vararak bu kez AleviSünni ayrımını mı gündemde tutarak derinleştiriyor? Bir tarafa siz kötüsünüz, ahlaksızsınız diyerek aşağılarken, diğer tarafa siz farklısınız bunlara tahakküm edin mi demek istiyorlar? AleviBektaşilerin; yurdun kurtuluşu, kuruluşu ve başta laik Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere devrimlerin uygulanışında asli unsur ve lokomotif olduğunu, Atatürk’e ve Atatürkçülüğe bağlı bulunduğunu bilen AB’nin, “Atatürkçülüğün devri bitti”, “Onun da yanlışları vardı” diyen işbirlikçileri ile nasıl bir çabanın içinde olduğu unutulmamalıdır. Her ne olursa olsun şu anda yurdun ve ulusun bölünmez bütünlüğünü korumak ve oyunlara gelmemek her zamankinden daha büyük önem A taşımaktadır. Yoksa AleviBektaşilerin büyük düşünür ve öğreticisi Hacı Bektaş Veli’nin, Batı’nın taassup ve karanlık çağı yaşadığı dönemde, 1300’lerin başında sevgi, hoşgörü, ele, dile, bele sahip olma öğretisinin temeline olmazsa olmaz olarak koyduğu bu erdemlilik, “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” özdeyişi ile bildiğimiz öğretisinde gelişmiş bireyden gelişmiş topluma gidişte Tanrıevreninsan’ı bir bütün olarak gördüğünü ve çözümlemeyi ilim ve akıl yolu ile yaptığını dünyada bilmeyen mi var? AB’nin de bilmediğini sanmıyoruz. “Eline sahip ol” diyerek elinle koymadığını, sana ait olmayanı alma, başkasının malına canına zararlı olma, emperyalist anlayışı destekleme. “Diline sahip ol” diyerek yalan söyleme, dedikodu yapma, başkalarının eksik ve noksanını sürekli gündemde tutma, “gördüğünü ört, görmediğini söyleme” diyerek özetlemiştir. “Beline sahip ol” diyerek eşinden başka herkesi kardeş, anne, baba olarak görmeyi ve zina yapmamayı, eşinden başka hiç kimseyle cinsel ilişkide bulunmamayı temel kural olarak koymuştur. Böylesine erdemli olmayı yaşam biçiminin en önemli esası olarak gören AleviBektaşilere atılan iftiralar yüzyıllar öncesinden beri (1500’lü yıllardan) sürdürülmüştür ve tarihte birçok iç huzursuzluklara ve çatışmalara kadar varan baskılar yaşanmıştır. AB bu gerçekleri bilerek yurdumuzda yeni azınlıklar yaratmak isterken bir yandan da iç dinamiklerimizi birbirine düşürmek ve birliğimizi bozmak amacını fırsatlar yaratarak yeniden gündeme getiriyor. AB yöneticileri ve önde gelen devletler bu konuları çok iyi bilirler. Tarihten dersler çıkararak Türkiye’nin yumuşak karnına vurduklarını sanıyorlar. Ancak yanılıyorlar, KARNIMIZ ARTIK YUMUŞAK DEĞİL! CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle