14 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 13 ŞUBAT 2007 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Bir Doğuş Eylemi Olarak Ulus... Devrimler özgündür. Atatürkçü devrimin esin kaynağı, Cumhuriyet düşüncesini Batı uygarlığına bağlayarak bir ulusun bağımsızlığını koruyabilmesiydi. Cumhuriyet ve ulus arasındaki içsel kurucu bağ, kuşkusuz, bağımsızlık ve insan değerlerinin dinginliğinde yatıyordu. Biz Kimlere Yazarız? Biz kimlere sesleniriz? Biz, gazete, dergi yapraklarında durmadan yazan kişiler?.. Evet, biz kime, kimlere sesleniriz? Kimler için yazarız? Arada bir görürüm, otobüste, trende, vapurda, ya da kahvede, park kanepesinde, bir adam açmış gazetesini okuyor... Benim iki gün önce yazdığım bir yazı bu. Şu ya da bu duygulanma, öfkelenme, gözlemleme, araştırma sonucu ortaya çıkmış bir yazı. En çok beşaltı dakikada okunabilecek uzunlukta... Okur, okur, okur.. bitiremez bir türlü. Arada bir bırakır, düşünür, yeniden başlar. En sonunda katlar cebine koyar, çantasına sokar, başka birine verir. O anlarda ne düşünür, ne der içinden? İnsanları dıştan anlamak olanaksızdır. Gülümsese, ya da kaşlarını çatsa bir anlam verirsiniz, ama yanlış olur. Hatta sorsanız bile gerçek düşüncesini öğrenemezsiniz, çekinecektir, şaşıracaktır, “Neden soruyor, ne anlamak istiyor?’’ diyecektir, ya hiçbir şey söylemeyecektir, ya da düşüncesinin tam tersini bildirecektir... Ama o yazı bir tohum atmıştır düşüncesine, ya yeşerir o tohum, ya çürür gider. ??? İşte, biz böyle okurlara da yazarız. Gözümüzle gördüğümüz, tanıdığımız kişilerdir bunlar. Ama kaç tanesini görmek olanaklıdır? Pek azı. Binlerce, on binlerce, hatta yüz binlerce okur var. Bir gazeteyi beşaltı kişi okur en azından, demek yüz binleri aşıyor şu satırları okuyacak, beğenecek, kızacak, kesip saklayacak, yırtıp atacak olan insanlar... Böyle büyük bir kalabalığı sürekli hoşnut etmek, sürekli doygun kılmak en güç işlerden biridir. Hele bu uğraşı on yıl, yirmi yıl, otuz yıl, daha da uzun bir süre hemen her gün yerine getirmek ne demektir, bunu düşünmek bile akılları durdurur! ??? Biz, kime yazarız? Bir zamanlar bir tartışma çıkmıştı yazın alanında... ‘Kendimiz İçin Yazmak’ başlıklı bir deneme yayımlamıştım. “Ne demek kendimiz için yazmak, toplum için yazılır” gibilerden sözler edenler olmuştur. Biraz ‘ileri’ gitmiştim belki.. daha doğrusu görüşümü iyi açıklayamamıştım, ‘kendimiz’in, ‘toplum’un bir parçası olduğunu daha iyi belirtmek gerekirdi. Ama hangi toplumun parçası? Yalnız bugünkü mü, yani içinde yaşadığımız zaman sürecinin toplumu mu? Değil, yarının, öbür günün toplumlarıydı söz konusu olan!.. İçinde yaşadığımız zamanın kurallarından, beğenisinden kopmak gerektiğini belirtmek istemiştim. Okurları düşünmemek anlamını verdiler yanlış olarak!.. Okur için yazmazsan kimin için yazıyorsun? dediler. Elbette, kimse yalnız kendisi için yazmaz.. ama kendisi gibi, kendisine benzer nice insanlar bulunduğunu düşünerek yazar; böylelikle de belirli bir düzey tutturur. Stendhal’in ‘mutlu bir azınlık’ dediği de, önce az, sonra sayıları artan büyük bir okur yığınıdır. ??? İşin yazınsal yönü hep ağır basar bende! Politikadan da, gündelik sorunlardan da söz açsam, yazına dayanır konu.. yazından güç, anlam kazanır... Yazın, yaşamın dışında soyut bir uğraş değil de ondan... Yazın okuru ile gazete okurunu birbirinden ayırmak istemem. Bence ‘okur’ hep aynı kişidir, roman da, köşe yazısı da, şiir de, deneme de, bilimsel kitaplar da okusa, ‘okur’dur eninde sonunda... Bizim seslendiğimiz bir sessiz insan yığınıdır, büyük bölümü gözle görülmeyen bir buzdağına benzetmek gerekir okur yığınını... Ne düşündüğü, ne sevdiği, neden hoşlandığı, ne istediği belli olmayan, ancak zaman içinde sezilerek, duyularak anlaşılabilen bir giz... ??? Stendhal şöyle diyor: “Ben bu öyküyü hiç görmediğim, hiçbir zaman da göremeyeceğim, bu yüzden de üzüldüğüm küçük bir okur topluluğu için yazdım. Gecelerimi onlarla birlikte geçirmek hoşuma gidiyor da ondan...” Evet, büyük yazar doğru söylüyor, okurlarla baş başa günler, geceler geçirmek yazarların en çok sevdiği şeydir. ‘’Ey okur, benim benzerim’’ dediği gibi şairin, kendimizi kimi zaman okur, kimi zaman yazar yerine koyarak... Serâ TOKAY Şişli Senfoni Orkestrası Şefi “Ulustan söz etmek yalnızca anlamını bilenlerin ayrıcalığıdır.” Hölderlin Alman düşünürleri Herder ve Fichte’ye kadar politik felsefeler tarihinde, “ulus” kavramının tanımını bulmak olanaksızdır. Toplumsal yaşam koşullarının kuramsal ilkeler içinde özümsenmesi Hobbes, Hume ve Hegel’e dayanır; devlet, hukuk devleti, haklar, yasalar ve çıkarcı gereklilik kavramları ahlakçı ve normatif bir sistemde yetkinlik bulur. Hume’a göre toplumun yaşanılır olabilmesi bireysel tutkuların kurallarla sınırlanmasına bağlıdır. Hobbes ise Leviathan’ın çetrefil savlarında “her insanın bir diğeriyle savaş durumunda” başladığı toplumsal yaşamın temelinde yatan çatışmayı yalnızca yasaların düzenleyebileceğini savunur. Devlet kavramının akıl kapsamında egemenleşmesiyse Hegel’i bekler. Fichte’nin söylevlerinde ulus kavramı, şaşırtıcı bir biçimde, doğallaştırılmış (naturalise) romantizmini aşarak Aydınlanmanın ideal devrimcilik insanlıkçılık yönünde özgün bir anlatım kazanır, ulusçuluk evrensel değerler içinde bir doğuş eylemi olarak ortaya çıkar. Kökeni olmayan ulus! 29 Ekim 1933; Onuncu Yıl Söylevi’nde Atatürk, eğitici ve sade ilkelerle saptadığı ilerici, kurucu ve uygarlıkçı bir ülküyü, Aydınlanma ilkeleri olarak yeni bir ulusun temeline yerleştiriyor. “Türk ulusu!” Din ve devletin karıştığı bir tarih, decadance’dan çıkarak, Fransız ve Rus devrimi düşüncelerinden esinlenen görkemli bir devinimin sürecine giriyor. Bu yeni ulusu oluşturan Türklerin kim olduklarını, etnik kökenlerini, dinlerini, kültürlerini sorgulamamak için devrim düşüncesini anlamış olmak gerekir. Mustafa Kemal söylevlerinde her zaman gençliği hedeflemiş, cumhuriyeti koruyan ahlak ilkelerini içselleştirmiş herkesin, kökeni ne olursa olsun, Türk ulusuna dahil olacağını vurgulamıştı. Fransız Aydınlanmasında olduğu gibi, Atatürkçülük, değerlerin objektif ve evrensel konumuna öncelik kazandırmış, politik (laicite) ve hukuksal modernleşmeyle, Türkiye, Doğu ülkeleri karşısında seküler ve uygarlıkçı bir güç oluşturmuştu. Bir ulusun özü 1789 insan hakları bildirimine dek “halkların uluslaşması” teriminin théorétique ya da yasal bir anlamı olmadığı görülüyor. “Ulus” sözcüğü ilk kez Fransız devrimi söylevlerinde, “kral ve halkları” yerine; yurttaşların yasalar karşısındaki eşitlik değerlerini simgeleyen “ulusal birliktelik” deyişinin kullanılmasıyla karşımıza çıkıyor. J.J. Rousseau, Du Contrat Social’de halk ve ulus kavramını birbirine yaklaştırarak onu kişisel çıkarlar karşısında genel istemi temsil eden bir güç olarak ele alır. Fransız devrimi ideolojisi içerisinde ulus ve politika kavramları birbirine doğal olarak (toprak, etnik, ırk,) bağlı olmayıp yasal haklarla elde edilmekteydi. Uluslaşma kavramının halkların özgün anlatımı, bir halkı bir diğerinden ayırt eden coğrafya ve kültürel ortak özellik olarak anlaşılması felsefe tarihinde Alman düşünür Herder ile belirginleşmiş. Herder, yurtseverlik duygusuyla esinlendiği tarih felsefesi kuramında, ulusal bağımsızlığı, Alman tarihinin ideal özgünlüğü olan halk ruhu (Volksgeistt), din ve edebiyat dili geleneğinde buluyor. Irk, dil ve doğal organik bağlarla bütünleşmiş bir ulusu düşleyen Herder’in etnikçi görüşü, 19. yüzyıl ulusçuluğunu derinden etkilemiş, tutucu, kültüralist ve reaksiyoner hareketlere kuramsal dayanak oluşturmuştu. Nasyonal sosyalizm ideolojisi, romantik Alman ulusu idealinin kaygı verici bir biçimde siyasileştirilmesiyle alevlenir. “Kökenlere dönüşü” simgeleyen Herder’ci törel romantizme karşı, düşünür Fichte, ulus düşüncesini Alman Ulusuna Söylev’inde benzeri olmayan özgün bir yeni kurama bağlar; “Herhangi bir toplumu eğitimle belirlediğinizde onu uluslaştırırsınız...” der. Prusya ulusçuluğunun savaşçı ideolojisine karşı halkçı eğitim, devletulusuna karşı, ulusdevletini yeğleyen Fichte, yurtseverlik diyaloglarında yineler: “Alman doğulmaz, Alman olmak hak edilir...”, “Tinsele ve tinselliği özgürce izlemeye inanan herkes, dili ve kökeni ne olursa olsun bizle aynı amacı paylaşır, gerici kişi Alman değildir.” kavramını göz ardı ederek, yazgısal bir “gidiş” içinde gördüğü Osmanlı İmparatorluğu’nun beklenmeyen bir eviriye girmesini “özünden kopma” olarak yorumlayan dar yapısalcılığı, tarihi açıklamak yerine devingenliğinin anlaşılmasına engel oluşturuyor. Mustafa Kemal’in kurtuluş savaşları, öncedenbelirlenmiş (prédéterminée) bir Osmanlı tarihine göre doğruluğu tartışılabilir bir doğaçlama değil, çöküşe karşı bir uyanış hareketi, düşüncenin dogmadan bağımsızlaşması, amacını ve yazgısını belirlemesi, Hegelci deyişle, aklın kahramanlığını ele almasıydı. Aydınlanma felsefelerinde toplumların özü inançlarında değil istemlerinde yatar. Devrim düşüncesini temel alan bir ulusun bilinen kültür kuramlarını altüst ederek yapısalcı savları çıkmaza sokması şaşırtıcı değil... Uygarlıkların çatışması, bir yandan emperyalist tutuma pek de yabancı olmayan siyasi güç kavramını evrensellik düşüncesiyle özdeşlerken, gelenek, inanç, toprak, töre, ırk ayrımları çatışmasından başka bir şey bilmeyen uygarlıkları sürdürebilmek için, iyi bilinen, tutucu ve ‘communautariste’ topluluk, tarikat, kabile anlayışını yeğleyen ideolojilere dönmekte son çözümü buluyor. (Bu kitaba daha uygun bir başlık “Barbarlıkların Çatışması” olurdu...) Ulus kavramı nasıl evrensel olabilir? Bir ulusun “kendiliğini” ve özgün konumunu koruyarak bir başka uygarlıktan esinlenmesi sosyal sağduyu ve seçme yetisi gerektirir. Uluslaşmayla evrenselliği aynı çatı altında birleştirmek Batı uygarlığında evrensel olanı, yerel ve pragmatik olandan ayırt etmekle başlamalı. Her kültür özgündür ama her boyutu evrensel değildir. Evrenselleşmeyle Batılılaşma arasında özdeşlik kurmak, ulus kavramı ve evrensellik arasında kesin bir karşıtlama kurmak kadar yanıltıcı olabilir: Etnikçi, dinci, töreci savları benimseyen her ulusçuluğun evrenselkarşıtı olması kaçınılmazdır; buna karşın demokrasi rejimleri bağnaz ve politik ulusçuluğun gelişmesine engel oluşturmaz (Alman nasyonal sosyalizmi, Hindu ulusçuluğu...), ulusçuluk ideolojisi devlet olmadan da yaşatılabilir (Kürt, Bask, Paştun ulusçuluğu). Diğer taraftan, bağımsızlık savaşlarını ve kahramanlık eylemlerini esinleyen ulus bilinci olmadan bir devletin varlığı ve sınırları korunamaz. (1848 Macaristan’ın ulusal duygularla Avusturya’ya karşı ayaklanması romantik ulusçuluğun bir başka örneği.) Önüne geçilmez bir yazgı mı? Kaygı verici siyasi dönüşümlerin yaşandığı 20. yüzyılın en görkemli olaylarından biri görünen Sovyet sosyalizminin çöküşü, Batı ideologları tarafından, “tarihin sonu”, “uygarlıkların çatışması” gibi bazı safça temalarla yorumlandı. Bunların arasında, S. Huntington’ın yazdığı Uygarlıklar Çatışması, Türk tarihi üzerine geliştirilmiş savlar içinde güncelliğini Türkiye’de, ne yazık ki, en iyi korumuş olanlarından. Amerikalı kültür kuramcısı Huntington, Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan rastlantısal bir sapma (deviation) sonucu doğduğunu, tarihsel özgünlüğünün Avrupa modernizminde değil İslam kültüründe yattığını savunur. Siyasi gücünü dünyaya kanıtlayabilmesi için Türkiye laik bir ulus olma düşüncesini bırakıp yeniden kendi özüne dönmelidir. Huntington, bugün, Avrupa modernizmini Atatürkçü devrimlerin ışığında kendine dinamik bir model gören Türk toplumuna görüşlerinin objektif bir savuncasını oluşturabilmiş mi ? Strüktüralist, deneyci ve pratik görüşlerle yazılmış olan uygarlıkların çatışması, ayrıntılı analizlerine karşın, temelindeki felsefi, kuramsal ve bilimsel yetersizliği nedeniyle ideolojik savlara bağımlı kalıyor. Tarihi, ekonomi öncelemelerine özgü ölçütlerle değerlendiren Huntington’ın tarihsellik anlayışı determinizmle sınırlı: Telos (son, amaç) Devrim ulusu ve ‘anayasal yurtseverlik’ Devrimler özgündür. Atatürkçü devrimin esin kaynağı, Cumhuriyet düşüncesini Batı uygarlığına bağlayarak bir ulusun bağımsızlığını koruyabilmesiydi. Cumhuriyet ve ulus arasındaki içsel kurucu bağ, kuşkusuz, bağımsızlık ve insan değerlerinin dinginliğinde yatıyordu. Devrim sürüyor. Bu süreçte ulusal kimliğimizi geçmişin nostaljik düşleriyle belirlenmesine izin vermeden, akılcı toplum düzeninin (communauté des sujets rationels) indirgenmez koşullarında saptamalıyız. Habermas’ın deyşiyle, “anayasal yurtseverlik” kontrat ilkeleri ve evrensel değerlere dayanan eğitim, ulusal duygularla kaynaşmış bir politikanın amacı olmalıdır. Ailenin Korunması... İzzet DOĞAN İstanbul Hâkimi İDAKÖY ÇİFTLİK EVİ Kazdağı İyi ki doğdun Sema, Kırkbir buçuk yıl oldu seni görüp seveli. Hakan, Deniz yaşama anlam yüklerken, Gülay, Suzan kızlarımız oldu derken, Azra, Meriç ufuktan doğup geleli, Dile kolay, hızla geçti otuzyedi yıl evleneli. İyi ki doğdun, Sensin tüm bu değerli varlıkların nedeni. İda dağında gizemin ardından giderken, Yaşam sevincini dostlarla paylaşırken, Baba ocağına yerleştik yerleşeli, Tanrıçalara denk gülüşünle ey sevgili, Nice mutlu yıllara demeli. İ İsko lk insanla ortaya çıkan şiddet olgusu yıllardır hepimizi sarsacak boyutlarda olmak üzere, her zaman gündemimizde yaşamaktadır. Görsel ve yazılı basını izleyenlerin tanık oldukları dayak, işkence ve cinayetler tüyler ürpertici nitelikte ve acımasızdır. “Töre ve namus cinayetleri” adı altında kadına yönelik şiddet, kadının en güvenceli yaşayacağı “aile içinde” kadının, bazen de çocukların fiziksel, duygusal, cinsel ve ekonomik bakımdan acı çekmelerine neden olan ve onların insanlık onurunu yaralayan bir olgudur. İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre 20012006 yılları arasında ülkemiz genelinde meydana gelen töre ve namus cinayetleri kapsamında, 1806 cinayet olayının meydana geldiği saptanmıştır. Yine aynı dönemde yabancı uyruklular dahil 5 bin 375 kadının intihar ettiği bildirilmiştir. Avrupa ülkelerinden çoğu, ayrıca Avustralya, Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada 1970’li yıllardan sonra kabul ettikleri yasalarla aile içi şiddeti önlemeyi amaçlamışlardır. Türkiye, Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ni 1985 yılında imzalamış ve sözleşme ülkemizde 1986 yılında yürürlüğe girmiştir. Avrupa Birliği Müktesabatı’na uyum çerçevesinde düzenlenen Ulusal Program’ın Siyasi Kriterler bölümünde, “Kadınerkek eşitliğinin özellikle uygulamada sağlanması bir öncelik alanı olacaktır” denilmektedir. Gerek uluslararası gelişmeler ve gerekse ülkemizde yapılan çalışmalar sonucu 14 Ocak 1998 tarihinde “4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun” kabul edilmiştir. İşte bu yasa ile aile içi şiddet ilk kez bir hukuksal kavram olarak karşımıza çıkmıştır. 4320 sayılı bu yasanın genel gerekçesinde; “Aile içi şiddetin zararları sadece toplum açısından değil, birey açısından da tehlikeli sonuçlar yaratmaktadır. Aile içi şiddet , sevgi, şevkat ve merhamet göstermesi gereken bir kişi tarafından uygulandığından, şiddete maruz kalan aile bireyinin ruhi yapısında hayatı boyunca silinmesi zor izler bırakmaktadır” denilmektedir. 1998 yılında yürürlüğe giren 4320 sayılı yasadan sonra, 7 Mayıs 2004 tarihinde anayasamızda yapılan değişiklikler kapsamında “Kanun önünde eşitlik” başlıklı 10. maddesinde değişiklik yapılarak “Kadın ve erkek eşit haklara sahiptir, devlet bu eşitliğin yaşama geçirilmesini sağlamakla yükümlüdür” hükmü getirilmiştir. 4320 sayılı Ailenin Korunmasına İlişkin Kanun, aile içi şiddeti önleme konusunda hiç şüphesiz ki reform niteliğinde çok önemli bir kilometre taşıdır. Bu yasanın uygulanması önceleri yaygın olmamıştır. Her şeyden önce, şiddet mağduru kadınlar bu durumlarını resmi makamlara yansıtmak istememiştir. Ayrıca kolluk güçlerine başvurulduğunda gerekli duyarlılığın gösterilmediği, adli makamların da yasanın amacına uygun ivedi kararlar vermediklerinden yakınmalar olmuş ve ayrıca yasada kavram karışıklıklarının bulunması dolayısıyla yasanın uygulanması işlerlik kazanamamıştır. İşte bu nedenle şimdi “Ailenin Korunmasına Dair Kanun’da Değişiklik Yapılması Hakkında” yeni bir kanun tasarısı hazırlanmış olup bu tasarı bugünlerde TBMM’de görüşülecektir. Tasarıda aile içi şiddetin yalnızca eşler arasında değil, aynı çatı altında yaşayan diğer aile bireyleri arasında da olabileceği kabul edilirken, ayrıca aynı çatı altında yaşamayan, ayrı konutlarda bulunan bireyler de aile içi şiddet mağduru kapsamına alınmışlardır. Tasarıya, şiddet gösteren eş veya diğer aile bireyinin, bir sağlık kuruluşuna muayene veya tedavi için başvurması da eklenirken, şiddet gösteren eş veya diğer aile bireyi aynı zamanda ailenin geçimini sağlayan yahut katkıda bulunan kişi ise hâkimin, mağdurların yaşam düzeyini göz önünde tutarak tedbir nafakasına hükmedebileceği de belirtilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde nikâhsız evlilikler aile olarak kabul edilip koruma kararları verildiği halde yeni yasa taslağında bu konuya yer verilmemiştir. Yapılan değişiklikler genel olarak olumludur. Bizim burada belirtmek istediğimiz en önemli husus, şiddet mağdurlarının korunma kararı için Türkiye’deki her yerde bu yasaya göre görevli aile mahkemelerine ya da bu sıfatla görev yapan mahkemelere başvurabileceklerinin bir madde halinde yasaya eklenerek yetki hususunun açıkça belirtilmesidir. Çünkü 4320 sayılı yasada yetki konusunda, yani mağdurun şiddet gördüğü yerdeki mahkemeye mi, aile konutunun bulunduğu yer mahkemesine mi sığındığı, saklandığı yerdeki mahkemeye mi ya da kendisi için en uygun görebileceği herhangi bir yerdeki mahkemeye mi başvurabileceği hususu dü zenlenmemiştir. Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nin 24.04.2006 tarihli 2006/3637 esas, 2006/5572 sayılı kararında 4320 sayılı yasadaki bu boşluk “bu yasaya göre alınacak tedbirlerin (evden uzaklaştırma gibi ) asıl uygulanabilme yerinin daimi yerleşim yerinde mümkün olacağı, denetimin de aynı yerde yapılması” denilerek doldurulmuştur. Bu uygulamaya göre daimi yerleşim yeri dışında (örneğin yazlıkta veya okuyan çocuğunun bulunduğu kentte) şiddet gören mağdur, ancak daimi yerleşim yeri mahkemelerinin verebileceği kararlarla korunabilecekler, şiddete uğradıkları yer mahkemeleri ise aile içi şiddeti önleme konusunda bir karar veremeyecektir. 07.06.1935 tarihli 92/16 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’nın gerekçesine göre aile birliğinin korunmasına ilişkin davalarda yetki aranılması, kanunun aradığı çabukluk ve kolaylık amacına aykırı olacağından bu İçtihadı Birleştirme Kararı doğrultusunda; aile içi şiddet gören mağdurların Türkiye’nin her yerinde görevli mahkemelere başvurabilmesini ve hatta koruma kararı verildikten sonra uygulanırken mağdurun yer değiştirmesi halinde, kararın uygulanmasını yeni yerleşim yerinde de isteyebilmesini sağlayacak bir düzenleme zorunludur kanısındayım. Bu düzenleme sağlandığı takdirde şiddet mağdurlarına daha kolay ve daha ivedi bir koruma sağlanacaktır. Yasada, ailede şiddet gören mağdur, kadın ve erkek ayrımı yapılmadan korunmak istenmiştir. Fakat genelde şiddet mağdurları kadın ve çocuklardır. Bu nedenle yazımızda da aile içi şiddet mağdurları olarak kadın ve çocuklar gösterilmiştir. Özel Yemek üretim hizmetlerini evinizde almak isterseniz, 40 Ytl. 0216 388 55 86 0536 495 44 29 CUMHURİYET 02 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle