18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 9 ARALIK 2007 PAZAR 16 KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr ESİNTİLER ZEYNEP ORAL O Lokanta Beni de İğrendiriyor Sayın Bakan! Rastlantı işte! Tam o anda açmışım televizyonu. Karşımda Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay konuşuyor. Meclis Genel Kurulu’nda, 2008 yılı bütçe görüşmeleri sırasında… Diyor ki, “Sivas Madımak’ta tarihimizin yüzünü karartan, utanç verici olaylarından biri yaşandı…” Bir an duraksıyor, tarihi anımsamak ister gibi. Olduğum yerden karşımdaki ekrana haykırıyorum: “2 Temmuz 1993”… Zaten o da hemen anımsıyor: “1993 yılının Temmuz’unda,” diyor… “DYP ve SHP iktidardaydı,” diyor. Sonra kelimelerin üzerine tek tek basarak, her birinin altını çizerek, “Hükümetin, vilayetin, askerin, savcının, polisin gözünün önünde, Anadolu’nun ortasında insanlarımız ölüme, vahşete terk edildiler,” diyor. Bir an durup ekliyor: “Orada aynı yerde bir lokanta yapılmış olması beni iğrendiriyor” diyor. Yetinmiyor, tekrar ediyor: “Açıklıkla söylüyorum, beni iğrendiriyor.” Sonra devam ediyor: “Bu mutlaka tashih edilmesi gereken, bir biçimde hafızalarımıza kazınması gereken, o dönemde devleti yöneten sorumlularıyla birlikte hafızamıza nakşedilmesi gereken bir olaydır. Bu konuda gereken dikkati göstereceğim” diyor. AKP iktidara geldi geleli ilk kez, bir bakanın böyle konuştuğunu duyuyordum. 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta “Şeriat isteriz” diye, “dinsizlere ölüm” diye bir araya gelip, sekiz saat boyunca uluyan, yetinmeyip, ellerinde sopalar sekiz saat boyunca yıkıp kıran, sonunda Madımak Oteli’ni saran, ateşe veren, içindekileri diri diri yakan cahiller, yobazlar güruhu bugüne dek yok sayılarak adeta ödüllendirildi. Onları yok saydıkça biz, orada can veren 35 aydınımızı her gün yeniden yeniden öldürdüğümüzü de fark etmez olduk… İşte yanıp kül oldular, olay kapandı bitti dedik adeta! (Şimdi Malatya’da üç vatandaşımızın katliamına ilişkin yargı sürecini izlerken Sivas sanıklarının duruşmalarını anımsamadan edemiyorum! Puslu ve sisli Ankara sabahlarında izlemiştim Sivas duruşmalarını. Sanıkların “Ey cahiller! Size bir Sivas yetmez, daha çok Sivas!” diye haykırışlarını da…) 1993’ten sonra Sivas’a hiç gitmedim. Madımak Oteli’ni görmemek için! Vazgeçtim o mekânı görmekten, insanlar oraya gidip aynı binada, başka insanların can çekişe çekişe havasızlıktan, dumandan, ateşten, alevden öldükleri bir binadaki lokantada nasıl yemek yiyebilir, onu da anlayabilmiş değilim… Yıllardır birçoğumuz orada farklı bir düzenleme yapılması için, belki bir müze kurulması için yazıp çiziyor. (Sayısız önerimiz var ve dünyada bunun sayısız örnekleri var. Ayrıntılara girmiyorum.) Yalnızca ölülerimize saygıyı yaşatmak için değil... Çok önemli bir işlevi de yerine getirmek için kaçınılmaz bir düzenleme: Belleksiz bir toplum, utançsız bireyler olmayı önlemek için kaçınılmaz! Madımak Oteli’nin, insan hakları müzesine dönüştürülmesi, yalnızca o katliamda yitirdiğimiz insanlara borcumuz değil, gelecek kuşaklara da görevimizdir. “Unutmayın, unutturmayın ki, bir daha yaşanmasın” demektir. Bakanın kullandığı “İğrenmek” sözcüğü doğrudur ama azdır. O lokanta yalnız beni değil, birçok insanı iğrendiriyor Sayın Bakan! Ve şimdi hepimiz “mutlaka tashih edilmesi gerektiğine” inandığınız ve açıkladığınız durumun takipçisi olacağız. [email protected] Sular yükselmeden de anmak... Bir hafta önce yine gazete sayfalarının baş köşesindeydi Karaağaç… Edirne’nin bu şirin semti sel felaketi haberleriyle anılır oldu… Sular da basmasa kimse anımsamayacak Karaağaç’ı!.. Meriç Nehri’nin batı yakasına pasaportsuz geçip Türkiye’ye doğru bakabileceğiniz tek yer burasıdır!.. Osmanlı döneminde yazlık dinlenme yeri olarak kullanılan Karaağaç, 17 Haziran 1873’te Rumeli demiryolunun hizmete açılmasıyla hızlı bir değişim gösterir. İlk gar binası günümüze ulaşamamış olsa da projesi Mimar Kemalettin Bey tarafından yapılan yeni bina, kuleleriyle büyüleyici bir güzelliğe sahiptir. Ama gar binası, tren hattının 4 Ekim 1971’de yer değiştirmesiyle, bekleme salonunda uyuyan yolcularını yitirir. Artık, ne duvardaki dev saate bakarak koşuşanlar ne de tahta valizler var… Raylar söküldü, bilet gişeleri kaldırıldı… Hüzün maketi olarak bırakılmış olsa gerek, bir kara tren lokomotifi göze çarpar… Üstünde “TCDD 55020” yazılı… Tam bir sessizlik hâkimdir buraya. Bu da düşler dünyasının kapısını açar sizlere. Lokomotifin arkasındaki vagonları görürsünüz birden!.. İşte, kapılar açılmakta, iki, üç basamaklı küçük merdivenlerden şık giyimli kadınlar, fötr şapkalı erkeklerin yardımlarıyla inmektedirler. Hepsi de dinlenme ve eğlence yeri olan Karaağaç’ı gezmek için sabırsızlanıyorlar. “Küçük Paris”… Evet, bu ad takılmıştı Karaağaç’a!.. Günümüzde ise “Trakya’nın sebze ambarı” deniliyor!.. Avrupa’dan İstanbul’a gelen sanat toplulukları dönüş yolunda birkaç gösteri de Karaağaç’ta verirlerdi. Djanik ve Variette en SANATA BAKIŞ SELMİ ANDAK Trakya Üniversitesi Lozan Müzesi’nde Mevhibe İnönü’nün İsmet İnönü’yle gittiği Lozan’dan yazdığı mektup sergileniyor Edirne’deki bir müzede sergilenen mektupta, çiçek özlemiyle karşılaşmak insanı düşündürüyor ister istemez!.. Lozan anıtının ve müzesinin Karaağaç’ta olmasının tarihi bir nedeni vardır. 1918’de imzalanan Mondros Antlaşması’nda, Trakya sınırı Meriç Nehri’yle çizilir. Bu duruma göre Karaağaç Yunanistan topraklarına katılır. Kurtuluş Savaşı sonrasında Lozan’a kaybeden değil, kazanan taraf olarak katılan Türkiye “Harp tazminatı” olarak geri alır Karaağaç’ı. Bu tarihi gerekçeyle açılan müze, İnönü Vakfı tarafından düzenlenir. Lozan’la ilgili kitaplar, fotoğraflar ve antlaşma sıasında karikatürist Derso’yla Kelin’in çizdiği portreler müzede sergilenen eserler arasında. Ama bir eksik var müzede… O da İsmet İnönü’nün günler süren görüşmeler sonrasında, 24 Temmuz 1923 tarihinde, salı günü, saat 15.09 ve 15.30 arasında antlaşmayı imzaladığı kalem!… İstanbul Üniversitesi’ndeki bu kalem müzede sergilenirse yerini bulmuş olur. Gülsin Onay, İstanbul Senfoni Uluslararası, çağdaş, çoksesli müzik platformunda aydınlık Türkiye’de umut verici bir hava senfonik müzik alanında sevindiriyor... Özellikle İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın konserlerinde etkiliyor. Türkiye Cumhuriyeti’ne kültür ve sanat alanında başarı ve onur kazandıran solistler arasında; Yıldız Kenter, İdil Biret, Emre Elivar, Elif Dimli, Bülent Evcil, Ayla Erduran, Suna Kan, Burhan Öçal, Hakan Kalkan, Gürer Aykal, Gülsin Onay, Fora Baltacıgil ve bu köşemde adları saymakla tükenmeyecek sanatçılar ve özellikle yeni yetişen sanatçılara destek olan orkestra şeflerinden Rengim Gökmen ve diğerlerini sayabiliriz. Bugünkü köşemizi piyano virtüözlerinden Gülsin Onay’a ayırıyoruz: Gülsin Onay piyano çalışmalarına üç buçuk yaşında başlamış. İlk konserini altı yaşında iken TRT İstanbul Radyosu’nda vermiş... Gülsin Onay o yıllarda “Üstün Yetenekli Çocuklar” yarışmasından yararlanarak Fransa’ya gönderilmiş ve Paris Konservatuvarı Yüksek Bölümü’nü 16 yaşında piyano birincilik armağanını kazanarak tamamlamış. Fransa’da müziğin tanınmış ustaları Jacques Thibaud, Marguerite Long, Bolzano ödüllerinin sahibi olarak Gülsin Onay uluslararası bir ün kazanmış. Bu ödüller Gülsin Onay’ın Çin ile Venezüella’yı içeren bir dünyayı kapsayan tanımlanmasına yol açmış. Dünya festivalleri ile, ayrıca hem konserlerde solist olarak adını duyurmuş, birçok festivalin sanat danışmanlığını yapmasını da sağlamış. Gülsin Onay’ın özel bir niteliği de repertuvarında eşi az bulunur bir Chopin yorumcusu olarak tanınmasıdır. Bu özelliğine ek olarak besteci Rahmaninof’un eserlerini en doğru yorumlayan bir virtüöz sayılmasıdır. Chopin’in bestelerini en başarılı yorumlayan sanatçı unvanını taşıyan Gülsin Onay, Polonya hükümeti tarafından devlet nişanı ile onarlandırılmıştır. Gülsin Onay ayrıca ülkemizin dünya çapında müzik otoritesi Ahmet Adnan Saygun tarafından değer kazanmış ve Saygun’un bestelerini seslendirmiştir... Gülsin Onay’ın müzik yorumcusu olarak ayrıcalığı ve kişiliği hakkında otoriteler şu nitelikleri üzerinde durmaktadırlar: “Gülsin Onay piyanosunda sadece teknik açıdan ustalığı ile değil, sınırsız enerjisi ve duygusal karakteri ile de dinleyiciyi etkilemektedir. Olağanüstü bir piyano yorumcusu olarak aynı zamanda geniş bir repertuvara sahiptir.” Yirmiyi aşan albüm kayıtları arasında 2007 yılında yayımlanan Çaykovski’nin Piyano Konçertoları, Rahmaninof’un besteleri müzik piyasasını sarsmıştır. Konser kayıtları aynı zamanda Avrupa radyo ve TV’leri, ayrıca ABD kanallarında yayımlanmıştır. Gülsin Onay 2005 yılında UNICEF’in Türkiye Milli Komitesi tarafından “İyi Niyet Elçisi” seçilmiştir. Onay’ın 2006 yılında Lübnanlı çocuklar yararına düzenlediği bir resital geniş ilgiyle karşılanmıştır. Gülsin Onay’ın yardım amacıyla Çomakdağ köyünde ilk defa bir klasik konser seslendirmesinin yankıları geniş olmuş, sonra 2007 yılında ülkemizde her ilde Eğitim Gönüllüleri Vakfı işbirliğiyle böyle toplumsal konserlerin gerçekleştirilmesi projeleri ve çocuklara yardım amacıyla konserler düzenlenmesi görüşülmüştür. Gülsin Onay’a 1987 yılında “Devlet Sanatçısı” unvanı verilmiştir. ünlüleriydi otellerin. Djanik Oteli birahanesi, kumarhanesi, lokantası ve yazlık sinemasıyla en paralılarını çekerdi müşterilerin. Günümüze kadar ulaşan bahçe içindeki evlerin arasında gezinirseniz, bir piyano sesi duyarsınız yıllar öncesinden!.. Bilin ki o ses, ışıkları sabaha kadar hiç sönmeyen Rosalato’nun dans salonundan gelmektedir!… M. İnönü’nün mektubu Piyano sesini duymuyor olabilirsiniz. Ama, içinde piyanodan bahseden mektubu Karaağaç’a gelip de okumamazlık edemezsiniz: “Hanım anneciğim piyano için yazıyordum. Paşa’ya sordum. Piyano satılmasın diyor. Acaba Hacı tavan arasına çıkartamaz mı?” Mektup “25 Haziran 1923” tarihini taşıyor. Gönderildiği yer: Lozan… Gönderen: Mev hibe İnönü… Gar binasının doğru bir kararla Trakya Üniversitesi’ne devredilmesinin ardından, üniversite senatosu burada bir Lozan anıtı ve müzesi açılması konusunda karar alır. İsmet İnönü’yle birlikte Lozan’a giden Mevhibe İnönü’nün mektubu işte bu müzede dikkatli ziyaretçileri beklemektedir. Sergilenen bir başka mektubunda Lozan’ı şöyle anlatıyor Mevhibe Hanım: “O kadar güzel çiçekler var ki… Laleler enval, güller keza. Bu akşam yine bir buket göndermişlerdi. Kırmızı sarı güllerden. Beyaz, iri, gül kadar karanfillerden yapılmış. Karanfilleri çok büyük ama kokusu az. Paşa, memleketin mağrurluğunu gördükçe bizim vatanımızı hatırlıyor, biz de ne zaman memleketimizi bu hale koyacağız, böyle göreceğiz, diye söylüyor.” Yüzyıllar öncesinde, akıl hastalarının çiçeklerle tedavi edildiği ‘Barış ve Demokrasi’ Lozan anıtına gelince… Anıt üç büyük sütunu birbirine bağlayan beton çember üzerine oturtulan bir kadın heykelinden oluşuyor. Sütunlardan en uzunu Anadolu’yu, en kısası Karaağaç’ı, ortancası ise Trakya’yı simgeliyor. 4.20 metre boyundaki kadının sağ elindeki güvercin “Barış ve Demokrasi” adına kondurulmuş. Sol elinde tuttuğu belge ise Lozan Antlaşması’ndan başka bir şey değil… Fransız heykeltıraş Bartholdi’nin New York’un girişindeki Bedloe’s Adası’na konulan Özgürlük anıtındaki kadının kim olduğu sorusu kafaları yorar uzun süre!?. Sanatçının annesi ya da sevgilisi olduğu iddiaları atılır ortalığa. Türkiye’nin en batısındaki heykelde boy gösteren kadın kim ola?… Ne yalan söyleyeyim, bana Tansu Çiller’e benziyor gibi geldi!… Yazar Erhan Bener yaşamını yitirdi ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Yazar Erhan Bener, bir süredir tedavi görmekte olduğu Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yaşamını yitirdi. Bener, yarın öğleyin Kocatepe Camii’nde kılınacak namazdan sonra Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verilecek. 1929’da Kıbrıs’ta doğan Bener, 1950’de Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. İlk şiiri 1945’te Yedigün dergisinde çıktı. Öykü ve yazıları Seçilmiş Hikâyeler, Dost, Varlık, Türk Dili, Özgür İnsan, Yazko Edebiyat, Somut, Sanat Olayı, Gösteri, Milliyet Sanat, Adam Sanat, Adam Öykü, Düşler Öyküler ve Biçem dergileri ile Vatan, Ulus, Akşam, Cumhuriyet, Milliyet gazetelerinde yayımlandı. “Ölü Bir Deniz” ve “Böcek” adlı yapıtları sinemaya aktarıldı. Acemiler, Gordium, Yalnızlar, Loş Ayna, Ara Kapı, Baharla Gelen, Elif’in Öyküsü, Oyuncu, Ünlü Gezginci Macellos da Vinci’nin Akıl Almaz Serüvenleri, Böcek, Ölü Bir Deniz, Sisli Yaz, Ortadakiler, Tekilleşme, Bir Büyük Bürokratın Romanı, Anafor, Hınzır Kız, Dönüşler, Köleler ve Tutkular, Işığın Gölgesi, Sıradışı Bir Kadının Otobiyografisi adlı romanlara imza attı. Aşkı Muhabbet Sevda, Gece Gelen Ölüm, Günbatımı Öyküler, Denizaşırı Öyküler, Yaralı Aşklar adlı öykü kitapları yayımlandı. Çıldırtan Yağmurlar, Hızır Doktor, Şahmeran adlı oyunların yazarı olan Bener’in ayrıca Bürokratlar, Sonbahar Yaprakları adlı kitapları da bulunuyor. Bener, “Kedi ve Ölüm” adlı yapıtıyla 1962 FransızTürk Kültür Cemiyeti Büyük Roman Ödülü’nü, “Hızır Doktor” ile 1979 Muhsin Ertuğrul Tiyatro Yapıtı Ödülü’nü, “Aşkı Muhabbet Sevda” ile 1992 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü, “Alabalık” adlı öyküsüyle 1992 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü, “Günbatımı Öyküleri” ile 1996 Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Öykü Ödülü’nü, “Hınzır Kız” ile 1996 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü ve 1999 Edebiyatçılar Derneği Altın Madalya Onur Ödülü’nü aldı. Şair, yazar Oğuz Tansel anıldı ? ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Şair ve yazar Oğuz Tansel, ölümünün 13. yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Edebiyat Topluluğu ve Foklor Edebiyat Dergisi’nin düzenlediği “Barışın Ozanı Oğuz Tansel” başlıklı etkinlikle anıldı. ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi Kemal Kurdaş Salonu’nda önceki gün gerçekleştirilen etkinliğe, Tansel’in yakınları, dostları ve Türk edebiyatının önemli isimleri katıldı. Gülsen Tuncer’in sunduğu ve Edebiyatçılar Derneği, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi, Nikbinlik Dergisi, Truva Foklor Araştırmaları ve Türkiye Yazarlar Sendikası’nın da destek verdiği etkinlikte Tansel’in kızı Aysıt Tansel, Ahmet Say, İlhan Gülek, Metin Turan, Enver Ercan, Kemal Ateş konuşma yaptı. (Fotoğraf: NECATİ SAVAŞ) Sanatçılar, Beethoven, Ravel, Bartok ve Say’ın yapıtlarını seslendirdiler Fazıl Say ve ‘çıplak ayaklı’ Patricia MUHSİNE HELİMOĞLU YAVUZ 7 Aralık Cuma günü CRR’de, piyanoda Fazıl Say’ı ve kemanda Moldovyalı sanatçı Patricia Kopatchinskaja’yı dinledik. Fazıl her zaman, o hiç “stadyumlara oynamayan” dingin, doygun hatta biraz da mahcup haliyle izleyicileri selamlayıp piyanosunun başına oturur. Oturmasıyla birlikte de bir piyano büyücüsüne dönüşerek kendi dünyasına çekilip bir “şaman” soyutlanmışlığı içinde piyanoyla dans etmeye başlar. Gülümser, kederlenir, neşelenir, eliyle ayağıyla zaman zaman da bütün bedeniyle tempo tutar, yüzünden içinde bulunduğu duygu denizinin dalgaları geçer. Kıpır kıpır dudaklarıyla, sessiz bir şarkı söyler. Eğer en ön sırada oturuyorsanız, bu sessiz şarkının zaman zaman patlayan küçük heceler halinde sese dönüştüğüne de tanık olursunuz. O artık başka bir boyutta, başka bir zaman ve mekânda, başka bir şey yapmaktadır. Bütün bunlar bitip son notayı da çalınca, alkış sesleriyle bu ilahi ayinden uyanıp tekrar aramıza döner. Çocuksu gözlerinde, gerçek hayata dönmenin belli belirsiz huzursuzluğu ile yine seyirciyi, o biraz da içine kapalı duruşuyla selamlar. Bu hiçbir zaman “alkış sürdürülebilirliğine açık” teatral bir selam değildir. Tam tersine kısa, yalın, saygılı ve biraz da mahcup bir selamdır. Ama, o başka dünyalardan attığı ok hedefi on ikiden vurduğu için, seyirci onu din meyen alkışlarıyla yeniden yeniden sahneye çağırır ve o hiç uzatmadan oturup “bis” parçasını çalar. ‘Işıktan yaratılmış’ sanatçılar... Fazıl bu konserde çok da öyle, kendi yalıtılmış dünyasına çekilemedi. Çünkü sahneyi, müziğin ritmine göre durmadan devinen, zaman zaman bir eskrimci ustalığıyla saldırıp sıçrayan, çıplak ayaklı, küçük yaramaz bir kız çocuğu görünümündeki, sıradışı duyarlıklara sahip bir keman sanatçısı olan, Patricia Kopatchinskaja ile paylaştı. Çünkü program bir “piyanokeman resitali”ydi. Bu iki seçkin sanatçı, konser boyunca, çok sevdiğim bir halk deyişiyle hiç “ön almadan” yani, birbirlerini perdelemeden, profesyonel bir uyumla, görkemli bir ikili oluşturdular ve büyük bir duyarlılık içinde Beethoven, Ravel, Bartok, Say besteleri çaldılar. Bu olağanüstü uyum ve birliktelik özellikle, konserin birinci yarısında yer alan, Beethoven’in Fransız kemancı Rudolphe Kreutzer’e ithaf ettiği, o görkemli la majör “Kreutzer Sonat”ta doruk noktasına ulaştı. Bu iki çılgın “genius”, eserin presto bölümünde, yan yana güzel küheylanlar koştururken eserin en uzun bölümü olan, lied tarzında bir tema ve dört çeşitlemenin yer aldığı ikinci bölümde, birbirlerine doğru akan ışıltılı, nazlı dereler gibiydiler. Konserin ikinci yarısında yer alan Ravel’in sol majör Keman Piyano Sonatı ile Bela Bartok’un Romen Dansları’ndan sonra, Fazıl Say’ın Piyano ve Keman İçin Sonat’ı ile biten konserin sonunda, hep “sazca” konuştuğunu bildiğimiz “Odam kireçtir benim”in, “piyanoca” ve “kemancası”nı duymak, dinleyiciyi yüreğinden vurdu. Tam da baba Say’ın (Ahmet Say) yeniden yayımlanan “Güneşin Savrulduğu Yerden” adlı öykü kitabında yer alan, şiir tadındaki Bingöl Öyküleri’ni okurken oğul Say’ı dinlemek benim için ayrı bir şölen oldu. Dünyamızı biraz daha çekilir, biraz daha yaşanılır kılan, bu “ışıktan yaratılmış” sanatçılara ve onları bizimle buluşturanlara bin teşekkür... Hepsinin emekleri sağ olsun... CUMHURİYET 16 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle