27 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
26 EYLÜL 2006 SALI CUMHURİYET SAYFA DİZİ 9 Güçlenen kadın ve savaş... PINAR SELEK efes almadan yaşıyoruz. Şiddet soluyoruz, şiddet içiyoruz. Şiddet herkese bulaşıyor. Herkes suç ortaklığında birleşiyor. Daha güçlü ya da daha güçsüz... Kadınlar ve erkekler, şiddetin üretiminde çeşitli roller üstleniyorlar. Bu roller, her dönem farklılaşıyor.. ama kadın ve erkek, hep birbirini tamamlıyor. Biri hamuru açıyor, öbürü fırına veriyor ve şiddet pişiyor... Bilindiği gibi, cinsiyetçilik, sadece kadınlarla erkeklerin kendi aralarında yaşadıkları bir problem değildir. Suni bir biçimde yoğrulmuş olan kadınlıkerkeklik durumları, insanlık tarihinin ilk evrelerinden beri, toplumsal şiddetin beslediği kökler olmuştur. Özellikle de savaşların. Erkeklik şiddetle güçlenmiş, savaşa kendi rengini vermiştir. Ya kadınlar? Antik Roma döneminde savaşa giden kadınların arkeolojik kazılarda bulunan sandaletlerini hatırlayalım. Bin yıllar sonra, Japon ordusuyla birlikte yol alan ‘‘teselli kadınlarını’’ aklımızdan geçirelim. Bosna’daki ve dünyanın her yerindeki tecavüz mağduru kadınları, askeri genelevleri ve savaşçı kadınları düşünelim. Hepsini unutalım, sadece erkekleri düşünelim. Erkek dilini, yöntemini... Savaşlar, toplumsal ilişkilerde kökleşmiş kadınlık ve erkeklik durumlarına dayanır. Savaşın erkek karakterli olmasına rağmen, kadınlık, tüm savaşlarda en az erkeklik kadar rol oynamıştır. Tabii bu, kadınların savaşın öznesi olabildikleri anlamına gelmez. Kadınlar, ailede de, savaşta da nesnedir. Ama gayet işlevli bir nesne. Savaş, bu nesneyi yutarak büyür... N 5 Ş iddeti kökünden çekip çıkarmak için. Daha derin bakabilmek için. Kadınların ve erkeklerin, savaşlarda kullanılmasını önlemek için. Barış için. Feminizme ihtiyacımız var daha var’’ derler ve akan gözyaşlarıyla vatanın ya da savaşın annesi olurlar. Kadınlar kurtuldu mu? 20. yüzyıl, aynı zamanda, kadınların, özgürlükleri için mücadele verdikleri bir yüzyıldır. Özellikle son 50 sene içinde, kadınlar, daha önce hayal bile edemedikleri kazanımlar elde ettiler ve yaşamlarını değiştirdiler. Kadınlarda uyanan cins bilinci, tüm toplumu etkiledi ve egemenlik savaşında kadın yeni roller edindi. Çağımızda, ekonomik, hukuki ve siyasal iddiası olan ideolojiler, mutlaka kadına yönelik politikalar üretiyor, kendi kadın modelini, toplum projesinin simgesi haline getiriyor. Özel likle de son yıllarda, tüm siyasal yapılar ‘‘kadın alanına’’ el atıyor, ‘‘kadın sorunu’’ herkesi ilgilendiriyor, ‘‘kadın adına’’ herkes konuşuyor. Piyasaların kadına nasıl yatırım yaptığı, nice örneklerle karşımızda. Kadın güçlendikçe, ondan daha güçlü olan erkek egemenliği, kadına yeni kalıplar üretiyor. Daha çarpıcı, daha tatmin eden, daha eğlenceli roller... Pekiyi bu roller kadınları kurtardı mı? Kadınlar artık daha mı özgür? Savaşa kesmiş bir dünyada, kadınlar daha mı ferah? Erkeklikle bezenmiş yeni savaş politikaları karşısında kadınlar daha mı özne? Temsil kadın üzerinden Çağımızda kadınlar daha görünür durumda. Fakat nerede görünüyor kadınlar? Vitrinde... Ürün ne olursa olsun, o ürünün tanıtımı kadınlara veriliyor. Birbirinden çok farklı sektörler halkla ilişkiler, reklam, pazarlama gibi alanları kadınlarla dolduruyor. Güçlendikçe etki gücü de artan kadınlar, bir metanın tanıtımında, hatta giderek temsiliyetinde görünüyorlar. Sadece iş piyasası değil, siyaset alanı da kadının artan gücünü içine çekiyor. Eskiden klasik işbölümüne göre, ekonomi ve politikada roller yüklenen kadınlar, şimdi daha etkin konumlarda sunuluyor. Evet, kadın yine sunuluyor. Savaş da kadınları sunuyor. Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de, Lübnan’da, Çeçenistan’da savaş, her iki cephede de, kadın üzerinden yürütülüyor. Bir taraf kadınları kurtaracağını iddia ederken, diğeri de kadınları koruma adına savaşıyor. Ama artık bu kadarla kalınmıyor. Kadınlar güçleniyor ya... Geçmişte sadece annelik, namus gibi sembollerin içine yerleştirilen, Florence Nightingale gibi sessizce hemşirelik rolünü oynayan kadın, şimdi Rice gibi, savaş güçlerinin halkla ilişkiler müdiresi oluyor ya da Irak’ta, Afganistan’da özgürlük naraları atıyor. Sarışın kadınlar, esmer kadınlar, makyajlı kadınlar, süslü kadınlar... Bunlar, erkekliğe caka satıyor, ‘‘Hadi erkekliğinizi ortaya koyun’’ diye bağırıyor. Karşılarında bombaları bedeninde patlatan kadınlar var. Vatanın işgal edilmesi tecavüz anlamına geldiğinden, onlar da erkelere ‘‘namus’’larını hatırlatıyorlar. Bu namus adına ölünmesi gerektiğini söylüyorlar. Kadın hareketi yol ayrımında Ve savaş, kadınlar arası rekabetten beslenerek vitrinini beziyor. Dünyadaki iktidar güçlerinin, sahiplenme adı altında kadın hareketinin kazanımları üzerine yattığı, milyonlarca dolarla besleyip günlük ihtiyaçlarını karşıladığı bir dönemdeyiz. Bu durum, uluslararası kadın hareketini, düşünsel ve politik olarak çok parçalı kılıyor tabii. Son dönemlerde yapılan uluslararası toplantılar, bu parçalılığı çarpıcı bir biçimde sergiliyor... Özellikle BM gibi resmi ve yarı resmi kuruluşların sponsorluğunda düzenlenen toplantılar, işgalleri kadın perdesi altına gizlemenin alanları haline geliyor. Kadın haklarının ve kadına yönelik şiddetin masaya gündemleştiği bu toplantılardan, genellikle Amerikan politikalarına destek mesajları çıkıyor. Ortadoğu’da kadına yönelik şiddet, tüm uluslararası yardım kuruluşlarının birinci gündeminde. Amerika, Afgan kadının üzerinden burkayı çıkardı diye alkışlayan kadın örgütleri, şimdi yıkılmış şehirlerde, kadınlar lehine bir iki kanun maddesi çıkarılması için açıklamalar yapıyor. Irak işgalinin ardından yapılan Dünya Kadın Konferansı’nda, kadınların uğradığı şiddet çokça İslami kadın olimpiyatları hiç ka gündemleşti. İşdın özgürleşmesi olabilir mi? galden hiç bahsetmeyen uzman feministler raporlar sundular. Ve ortaya şöyle bir sonuç çıktı: İşgal, Iraklı kadınları kurtardı. İşgal kuvvetleri, tıpkı Afganistan gibi, Iraklı kadınların kocalarını ve oğullarını öldürerek, onları özgürleştirmiş oldu. Asıl acı olanı, bu toplantılara katılan onlarca kadın kuruluşundan, savaş karşıtı bir duruşun ortaya çıkmamasıydı. Kimsenin, işgalden, işgal güçlerinin tecavüz ‘‘hakkından’’, Amerikan askeri üslerinin çevresinde oluşan yeni genelevlerden, hatta genelev şehirlerinden bahsetmemesiydi. Kadınların, işgalcilere şükran sunmasıydı. Belki de bu sözlerin, Bush ve Blair’in sözlerinden daha etkili olmasıydı. Feminizmle birlikte, kadınların kendi yolu açıldı... Feminizm, ‘‘kadın kurtuluşunun’’ bu kuşatılmışlığı içinde, bağımsızlığı yaratmak için çetin bir mücadele verdi. Fırtınalı tarihinde, kendi analizini ve yöntemini kurarak, akademik ve politik alanlarda ciddi tartışmalar yaratan feminist kuram, reel siyaseti de yeniden yorumladı ve bu mekanizmaların, cins kimliklerinin üretilmesinde belirleyici rolünü ortaya koydu. Özellikle de savaşın, toplumsal cinsiyet kimliklerine nasıl dayandığını, cinsiyetçi söylemi nasıl yeniden ürettiğini gösterdi. Feminizm, salt kadın hakları ve kadın ihtiyaçları savunusu değildir. Cinsiyetçiliğin dayandığı bütün şiddet biçimlerine karşı durur, savaşla bütünleşen ataerkiye karşı mücadele eder. Feminizme ihtiyacımız var. keklere ‘‘tahrik olmayın’’ diye buyurmaz, kadınlara kapanmalarını emreder. Sosyal yaşamda, kadınların kendilerini saklamamaları nedeniyle sürekli tahrik olan erkekler, düşmanın her hareketinden tahrik olmaya hazırdırlar. Tahrikin ardından ‘‘haklı’’ saldırı gelir. Yani öldürürler, kıyarlar, işgal ve tecavüz ederler... En büyük saldırı tecavüzdür. Yani penisin zaferi... Cinsellik, ‘‘kadının vermesidir’’. Erkek istedi mi, tecavüz ederek alır. Neyi alır? Kişiliği, onuru, ruhu, varlığı... Erkeklerin, kadınlar üzerinden kabul ettirip kutsallaştırdıkları bu zafer, tüm iktidar mücadelelerinin aracı haline gelir. Bu nedenle, savaşla dolu olan haberlerde, taciz ateşi, taciz uçuşları gibi tanımları duyarız. Savaşlar, bir taciz ve tecavüz yarışıdır. Kim kazanırsa, o erkektir. Kay beden ise kadındır. Kirlenmiş, ellenmiş kadın. ‘‘Asılacak’’ kadın... Savaşın anneleri... Savaşlar, ailede üretilen söylem ve değerlerle de güçlenirler. Devlet baba, savaşı yönetirken, aileyle bütünleşen annelik, savaşın koruyucusu ya da bakıcısı olur. Ailenin bakımı için sonsuz bir fedakârlık gösterdikçe yücelen anneyi, savaş gücü de kendi sembolü haline getirir. ‘‘Milletin anaları’’ baş tacı edilir. Kadınlar, kabullenilmek için, anneliklerini savaşın hizmetine sunarlar. Vatan, din, uygarlık gibi çeşitli kutsallıklar adına kendi evlatlarını feda ederler, birisi ölünce ‘‘Geride birisi Hep nesne olmak... Kadınlar, bin yıllardır, kendi hayatlarının öznesi olma koşullarını yitirmişlerdir. Nasıl giyinecekleri, nasıl gülecekleri, hangi üslupla konuşacakları, hangi rolleri oynayacakları, erkek egemen dünya tarafından belirlenir. Kadının en temel sorunu, varlık olarak anlamını yitirmesi ve araçsallaşmasıdır. Şiddete uğraması da, yaşadığı eşitsizlikler de hep bu nesneleşme durumuyla bağlantılıdır. Erkek semboldür. Cesaretin, atılganlığın, savaşın, paranın, gücün ve aklın sembolü... Kadın da semboldür. Korkunun, duygunun, doğanın, cinselliğin, edilgenliğin, güzelliğin, korunması gereken her şeyin... Nesne olan korunur, saklanır, vitrinde sergilenir. Kadın, erkeklik tezgâhında sergilenir. Başörtüsüyle veya boyalı saçlarıyla. Din ya da özgürlük adına yürütülen savaşların sembolü olur. Kadını korumak mı... Bosna’da, Kosova’da sözde uygarlığın göbeğinde yaşananlar kadınlar üzerinden savaşların sorgulanmasında uyarıcı oldular. Erkek, binlerce yıldır, sözde kadınları ‘‘koruduğundan’’ olacak, koruma adı altında yürütülen egemenlik savaşları ‘‘erkeklik’’ değerleri üzerinden yürütülür. Korunması gereken vatan, klasik kadınlık konumuyla, yani anayla, yârla, eşle özdeşleştirilir. Kadınla bütünleşen ev, erkeğindir. Cinsellik, temizlik, beslenme ve bütün geri hizmetleri, bu alanda, kadın üstlenir. ‘‘Özel hayat’’ diye kapalı kapılar ardına sıkıştırılan cenderede, kadının varlığı teslim alınır. Aile değerleri uğruna, namus cinayetleri işlenip bunlar üzerinden vatandin gibi çeşitli kutsallıklar şekillenir. Ve bu kutsallık abidesinin koruyucusu olan erkekler, bir yandan da, fuhuş kurumunun iştirakçisi olurlar ve büyük kutsallıkla büyük laneti bir arada yaşarlar. İşgal edilmiş toprak, fahişeyle eşdeğer tutulurken, kurtarılması gereken vatan, aileyle özdeşleşir. İkisi de kadınlık konumlarına dayanır. Erkek, bu konumun dışındadır. Oysa işgal eden ya da kadını fahişeleştiren de erkektir. Savaşlar ve namus Kadın erkeklik tezgahında cinayetleri binlerce sergilenir. Başörtüsü veya yıldır erkeklerin işi boyalı saçlarıyla. dir. Ama kadın olmasa, bu fiillerin anlamı var mıdır? Kadın olacak ki erkek tecavüz edecek, işgal edecek, kurtaracak, bağrına basacak, sevecek, öldürecek... Savaşın cinsel ateşi... Erkeklerin yürüttüğü savaş, gücünü cinsellikten alır. Savaşta sıkça kullanılan söylemlere göz attığımızda, cinsel ateşin savaş bombardımanında nasıl yandığını dehşetle görürüz. Erkek, penisiyle kadınlar üzerinde tahakküm kurduğunu zanneder. Bin yıllardır, cinsellik, erkeğin iktidar alanına dönüşmüştür. Kadın bu ilişkide ‘‘kullanılır’’. Toplumda genel olarak, cinsellik, kadının yıpranması pahasına, erkeği güçlendiren bir ilişki olarak yaşanır. Cinsellik ateşi, aşkın değil, zaferin ateşidir. Bu egemenlik rengini savaşa verir. Savaşlar, toplumda en yaygın iktidar alanı olan erkeklik sembolleriyle yürütülür. Hücum eden ordu, ereksiyon halindeki erkeklik organıdır ve savaşçı erkekler, bu organın ‘‘sağlam’’ taşıyıcısıdırlar. Bu ‘‘erkekliği’’ taşıyamayan, hemen ‘‘kadın’’ ilan edilir ve aşağılanır. Erkek, penisini tutarak, ‘‘kadınlaştırdığı’’ düşmana, ‘‘Seni düzeceğim’’ diye bağırır. Tecavüzle kazanmak... Erkekler, her an tatmin olmaya hazırdır. Üstelik bu, onların hakkı olarak görülür. Dinler, er Savaş alanı gibi kadın ZEYNEP AVCI zunca bir süre önce bir oyun çevirmiştim. Matei Visniec’in bir yapıtıydı, Fransızca yazılmıştı. Adının Türkçedeki anlamı ‘‘Savaş alanı gibi kadın’’dı. Yazar alt başlığını da ‘‘Bosna’daki Çatışmalarda Savaş Alanı Olarak Kullanılan Kadın Cinselliği’’ olarak belirlemişti. Çevirdiğim metin, uzunca bir süre mayalandıktan sonra, 20052006 sezonunda İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelendi. Bu yazıyı özellikle Visniec’in bu oyununa gönderme yapmak, onun sözleriyle Balkanlar’daki savaşlarda kadına olanları anımsamak amacıyla yazmak istedim. Oyun Balkanlar’daki kan gölü içinde tecavüze uğrayarak gebe kalan Dorra ile, o yörede savaş mağdurlarına yardım etmekten toplu mezar bulmaya varan, birbirinden eziyetli işlere sıvanmış genç bir Amerikalı psikiyatr kadın, Kate arasında geçiyordu. Amerikalı Kate, içinden çıkıp geldiği sözde uygar dünyanın öğretilerine uygun olarak, soğukkanlı bilimselliğiyle önce durumu ‘‘saptamak’’, sonra ‘‘değerlendirmek’’, sonra da ‘‘çözmek’’ üzere oradaydı. Freudçu yaklaşımıyla saptadığı ‘‘durum’’ yazar Visniec’in sözcükleriyle ve Kate’in gözüyle şöyle tanımlanıyordu: Balkanlar’ın yeni savaşçısı etnik düşmanının kadınına tecavüz ediyor, çünkü bunu yaparak düşmanına son darbeyi vurduğunu düşünüyor. Düşmanının kadınında yeni bir savaş cephesi açıyor. Etnik nefret ‘‘yeni’’ cephe dışında hiçbir yerde bu denli güçlü ortaya çıkmıyor. Yeni savaşçının varlığı tanklarla, tüfeklerle, kurşunlarla değil, kadınların çığlıklarıyla anlaşılıyor. Üstelik bu çığlıklar onun vatanına sonuna dek hizmet etmek hırsını kamçılamaktan başka hiçbir işe yaramıyor. Yeni savaşçının yeni savaş alanları şunlar: Eski komşusunun karısının namusu, eski okul arkadaşının karısının namusu, yarım yüzyıl önce ona ‘‘kardeşim’’ diyebilecek kadar yakın olanların karılarının namusu. Balkanlar’daki barut fıçısı bu. Uzun zamandır süren milliyetçi bunalımın kaynağı. Vatanı olmayan insanların Freudçu intikamı. Kadınların namusu bir savaş cephesi şimdi; son darbeyi vurmak için orada savaşılıyor. Tabancası, tüfeği, tankı, topu, bazukası, alev makinesi, el bombası, şu bombası, bu bombası... Savaşçının elinde bunlar ve daha neler neler var. Ama yine de... İnsan (tabii ki bir erkek olan) savaşçının gözüyle bakıp onun gibi düşünmeye, hissetmeye, dişlerini gıcırdatmaya, dişlerinin arasında kan tadı aranmaya başladığında anlar mı acep, tüm o silahlarla düşmanı kıyıma uğratmak mı daha haz verici, yoksa komşusunun karısına, kızına, anasına teca U vüz etmek mi? Birinci soru bu. Ardından hemen başka bir soru gelebilir, gelmeli de: Kadın bedenini savaşta yeni bir cephe açar gibi kullanmak belki ‘‘ilkel’’ diye bildiğimiz erkek türünde biraz anlaşılırdı da, ‘‘çağdaş’’ diye bildiğimiz erkekte değişen bir şey yok mu? Balkanlar’da (daha kim bilir nerelerde ve hâlâ) olan bitenleri anımsarsak, belli ki erkek savaşa kalkıştığında, gözünü kan bürüdüğünde, beyninin hangi lobunda olduğunu bilmediğim o merkez faaliyete geçtiğinde, hayvanların bile yapmadığını yapan atalarından hiç farkı yok. Yazar Visniec tecavüze uğrayan kadının durumundan hareket ederek, insani yardımdan başka bir amacı olmayan Amerikalı Kate’in bilimsel gözlüklerini takmasına karşın savaşın erkeksi vahşetiyle nasıl sarsıldığını da anlatıyordu. Demem odur ki, kadınların savaşta yeni bir cephe ilan edilmeleri yalnızca tecavüze uğrayanları etkilemiyor. Bosnalı Kadınlar rkek savaşçının ruhuyla bir türlü bütünleşemeyen (çoğunluktaki) kadınlar, sıradan bir tecavüz karşısında içine düştükleri dehşetin kim bilir kaç katıyla sarsılıyorlar bu vakalar yüzünden. Psikiyatr olmaları, bilimsel gözlük takmaları, tecavüz edilenle ırk, kan, ulus, dil, din bağıyla bağlı olmamaları hiç önemli değil. Kadınlık durumunun savaş ve tecavüz karşısındaki ortak ruh hali hiç, ama hiç değişmiyor. Matei Visniec savaşçının kadın bedenini yeni bir cephe olarak neden seçtiğini, oyun kahramanı Kate’e şöyle açıklatıyordu: ‘‘Günümüzün etnik savaşlarında tecavüz bir tür yıldırım silahı. Düşmanın dengesini bozmak için karısının ırzına geçmekten daha etkili bir yol olamaz. Etnik savaşlarda tecavüze uğrayan kadınların yarısından fazlası saldırganlarını ya önceden tanıyorlardı, ya da o saldırgan kadınların en fazla altmış kilometre yakınında yaşıyordu. Sorgulayabildiğimiz kadınların neredeyse yarısı, tecavüzcünün kendi köyünden, ya da komşu köylerden olduğunu söyledi. Sorgulayabildiğimiz kadınların dörtte biri, kendilerine saldıran adamın ya da adamların adını verebiliyordu. Başka bir etnik gruptan erkekle evlenmiş olan kadınların çoğu, ken E di etnik gruplarının üyesi erkekler tarafından tecavüze uğramışlardı. Grup dışı evlilik yaparlarsa cezalandırılıyorlardı. Etnik düşmanın karısına tecavüz etmek, yeni savaşçılara müthiş bir zafer duygusu veriyor. Etnik savaşlarda kadının cinselliği, direnişin ete kemiğe bürünmüş haliymiş gibi görülüyor. Yeni savaşçı bu direnişi kırmak için ırza geçiyor. Böylece düşmanına son darbeyi vurduğuna inanıyor. Kendi karısını, kızını, anasını, kız kardeşini iyice gizleyen savaşçı, hemen ardından düşmanının karısının, kızının, anasının, kız kardeşinin peşine düşüyor. Yeni savaşçı, başka bir etnik grubun üyesi olan düşmanıyla yüz yüze hesaplaşmayı genellikle istemiyor. Yüz yüze hesaplaşmadan önce düşmanının yaşam kaynaklarını yok etmeyi umuyor. Üstelik onun yaşam kaynaklarını çok iyi tanıyor. Çünkü bir zamanlar düşmanının komşusuydu, düşmanının evine sık sık davet edilirdi, düşmanının ailesinden herkesi tanımıştı, düşmanının huyunu suyunu öğrenmişti. Kısaca, düşmanı bir zamanlar dostu olduğu için, çevresindeki kadınların düşmanının yaşam kaynaklarının başında geldiğini, en zayıf noktası olduğunu iyi biliyor yeni savaşçı. Savaşçılar vahşi bir zevk uğruna, ya da cinsel tatminsizlik yüzünden ırza geçmiyorlar. Tecavüz, düşmanın moralini bozmak için bir tür askeri strateji olarak kullanılıyor. Avrupa’daki etnik savaşların tümünde aynı amacı taşıyor: Düşmanın evini barkını, dinsel inançlarını, toplumsal yaşamını, kültürel birikimini ve tüm değerlerini yok etmek.’’ Romanyalı yazar Visniec’in içinden çıktığı Balkan kargaşasına bizler de hiç yabancı değiliz. Savaşlarımızın tarihinde karılara kızlara tecavüzün kim bilir kaç öyküsü, binlerce kadının gözyaşının ve kanının lekeleri vardır. Düşünelim: Kim savaş ister? Kadın mı? Matei Visniec: Şair, oyun yazarı ve gazeteci. 1956’da Romanya’da doğdu. Bükreş’te felsefe okudu. 1977’de tiyatro oyunları yazmaya başladı. 1987’ye kadar yazdığı yirmi civarında oyun edebiyat çevresinde okundu ama Romanya’da gösterimi yasaklandı. 1987’de politik sığınmacı olarak Fransa’ya yerleşti ve bu tarihten sonra Fransızca yazmaya başladı. İzleyici önüne ‘Savaş ve Kadın’ adıyla çıkan oyunu Orhan Alkaya yönetti. Aslı İçözü Bosnalı kadını, Gülen Karaman Amerikalı Kate’i oynadı. YARIN: NEBAHAT AKKOÇ, AYŞEGÜL ALTINAY Savaşa karşı feminist politika YARIN: MELEK TAYLAN Savaş, barış üzerine anılar CUMHURİYET 09 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle