19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 26 EYLÜL 2006 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER ARADA BİR ALİ BULUNMAZ Dil Devrimi Düşüncenin Yenileşmesidir! 74. Dil Bayramı’nı kutlarken, ülkemizle Türkçemizi birlikte düşünüyoruz. Kim ne derse desin Dil Devrimi, Türkçenin gücü, dünkü dil düşmanlarını bile hizaya getirmiştir. Artık kimsenin sözcük yasaklamaya gücü yetmez, dünkü yasakçıların ardılları bugün doğruları çarpıtırken bile devrimle kazandığımız sözcüklere sığınıyorlar. önemde ne denli haklı olduğu da böylece kanıtlanmaktadır. 74. Dil Bayramı’nı kutlarken, ülkemizle Türkçemizi birlikte düşünüyoruz. Kim ne derse desin Dil Devrimi, Türkçenin gücü, dünkü dil düşmanlarını bile hizaya getirmiştir. Artık kimsenin sözcük yasaklamaya gücü yetmez, dünkü yasakçıların ardılları bugün doğruları çarpıtırken bile devrimle kazandığımız sözcüklere sığınıyorlar. Ulusal değerler, dil, evrensel bilgi umurlarında değil. Paranın gücü baskın durumda; ‘‘cafe, Ankamall’’ yazıp Türk halkına ‘‘kafe, Ankamoll’’ okutmayı başarıyorlar. Gençlerimiz, ‘‘top model, miss Turkey, oryantal star, pop star’’ olmak için iki lafı bir araya getirmekte zorlanan ‘‘jüri’’ler önünde ‘‘konsept’’e uygun olarak ‘‘performans’’larını döktürüyorlar. Beş haber sunucusundan üçü Türkçenin canına okuyor; kimi TV’ler, pardon ‘‘tivi’’ler, kendi adını bile İngilizceymiş gibi seslendiriyorlar; ‘‘magazin’’ciler dili bozmayı ‘‘başarı’’ sanıyorlar. Türkçeyi doğru seslendiren ve kullanan Türkçe, edebiyat öğretmeni sınırlı; gazete ve dergiler yabancı dilden ad ve duyurularla çıkıyor, içleri dışları dil yanlışından geçilmiyor; ne gam! ‘‘Blue&Red Shooes’’dan çıkan kadın, ayakkabısını aldığı yeri söyleyemeyip uzun uzun tanımlıyor. PENCERE Ramazan Hoş Gelmedi... Pazar günü ramazanın ilk günüydü... Bu köşede oruca, iftara, sahura, ramazana ilişkin Bektaşi fıkralarını anımsatmıştım... Hoşgörü ve mizahın başyapıtlarıdır Bektaşi fıkraları... Birisini yineleyeyim: Bektaşiyi ramazanda öğle vakti yemek yerken yakalayıp sıkıştırmışlar: Utanmıyor musun?.. Baba Erenler öfkelenmiş: Ulan, aç gezerken sormazsınız, bugün yiyecek bir şeyler buldum, hepiniz üstüme geliyorsunuz... ? Peki, pazar günü nasıl geçti?.. Pazartesi günkü Cumhuriyet’in birinci sayfasından birkaç Türkiye manzarası... ‘‘İzmir’de ramazan ayını kutlamak için havaya ateş açan gruptan çıkan kurşunlar bir kadını öldürdü...’’ ‘‘Batman’da 60 yaşında bir adamla evlendirilmek istenen 18 yaşındaki kız intihar etti...’’ ‘‘Ankara’da ellerindeki bira kutusuyla sokakta yürüyen iki sevgili, sahur sonrası içki içtikleri gerekçesiyle tekme tokat dövüldüler; saldırganlar polisin gelmesiyle kaçtılar...’’ ? Peki, bu haberlerin yayımlandığı Cumhuriyet’in manşeti ne?.. ‘‘İşsizlik çığ gibi...’’ ‘‘Her beş kişiden birinin işsiz olduğu Türkiye’de iş bulma umudu da kalmadı.’’ Eh, her beş kişiden birinin işsiz olduğu toplumda oruç tutmak, mizah edebiyatının dikkatinden kaçmayacak bir çelişkiyi vurgulamaz mı?.. Bektaşi haklı: Ulan, demiş, aç gezerken sormazsınız, bugün yiyecek bir şeyler buldum, üstüme gelirsiniz... Açlıktan, işsizlikten, yoksulluktan kırılanların Türkiye’sinde öfkenin bilinçsizliği dinciliğin yörüngesine girerek irticayı yelpazeliyor... ? Ya kadın intiharları?.. Ya töre cinayetleri?.. Ya kadınların tesettürü?.. Ya kutsal Müslümanlığı koltuk hırsı için politikada kullananlar?.. Ya içerde iktidar koltuğu için dışarda Amerika’nın koltuğuna girmeye çabalayan zavallılar?.. ? Peki, bu Türkiye ne zaman düzelecek?.. Beştaşi yolda bir dilenciye rastlamış.. Çolak, topal, şaşı, kambur dilenci yalvarıyormuş: Allah rızası için bir sadaka... Baba Erenler ceplerini yoklamış, metelik yok!.. Bunun üzerine elindeki rakı şişesini uzatmış: Çek bir fırt!.. Dilenci: Olmaz, demiş, günahtır, sonra çarpılırım... Bektaşi: Ulan, çarpılırsan düzelirsin!.. Türkiye’nin bugünkü haline baktıkça akla ne geliyor?.. Ancak çarpılırsak düzeleceğiz... NeoCon ve Yeni Osmanlı 11 Eylül saldırılarından önce göreve gelen, evanjelik temelli neocon (Yeni Muhafazakâr) Bush yönetiminin; İkiz Kuleler’e ve Pentagon’a düzenlenen saldırılar sonrası, gündemindeki BOP ‘‘yeni’’ bir içerik kazanmıştı. BOP ile, Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’daki ‘‘haydut’’ rejimler bertaraf edilecek, böylece ‘‘teröre karşı küresel savaş’’ şiarıyla bölge ülkelerine ‘‘demokrasi’’ ve ‘‘özgürlük’’ getirilecekti (aslında BOP’un bir özgürlük ve demokrasi planından çok, enerji kaynaklarının kayıtsız şartsız ABD himayesine alınma çabası olduğu konusunda kimsenin şüphesi yok). Bir bakıma 11 Eylül, Bush yönetiminin ne yapmaya çalıştığı/çalışacağı ile ilgili net verilere ulaşılmasını sağladı. ??? ABD yönetimi kendince zararlı ülke ve rejimleri belirleyip ‘‘şer eksenini’’ oluşturdu. Bush’un kendini, dünyayı (daha doğrusu ABD’yi) terörden ‘‘kurtaracak’’ bir ‘‘mesih’’ gibi takdim ederek başlattığı Afganistan ve Irak savaşları, 11 Eylül’den daha kapsamlı yıkımlara ve gerilimlere neden oldu. Neocon zihniyetin BOP ve bu plana uygun biçimde yarattığı savaşlarla ABD, kendisine bağlı; diğer bir deyişle bağımlı yönetimler yaratmayı tasarladı. Büyük ölçüde başarılı olunmasına rağmen, hem ABD’ye hem de oluşturulan ‘‘yeni’’ yapılanmalara karşı başlayan direniş, ABD’nin ve müttefiklerinin dünyanın gözündeki itibarını azaltmakla kalmadı, aynı zamanda onları terörün daha da sivrilen hedefleri haline getirdi (Irak’ta ABD’nin verdiği kayıpları, 15 ve 20 Kasım’daki İstanbul, 7 Temmuz Londra ve 11 Mart Madrid saldırılarını anımsayalım). Kısacası ‘‘dünyayı güvenli hale getirmek’’ için, BOP elkitabıyla hareket eden neocon ABD yönetimi, zaten az olan inanılırlığını günden güne yitirdi. Neocon zihniyetin Türkiye’deki yansıması ‘‘muhafazakâr demokrat’’ Yeni Osmanlı ise, 3 Kasım 2002’den beri iktidarda. Tavanda AB söylemi (maskelemesi), tabanda (ki asıl olan bu) tarikatlar, din ile harmanlanan sermaye, seçim sisteminin yarattığı adaletsizlik ve ABD’nin desteği başta olmak üzere; yabancı girişimlerle Türkiye’yi ‘‘kalkındırma’’ projeleriyle yönetime geldi. Aynı tarihten itibaren hükümet laiklik ile ilgili yarattığı şüphelerle, ilerici ve demokrat basın yayın organlarıyla arasındaki gerilimlerle, sansürcü anlayışıyla, eleştiriye tahammülsüzlüğü ve halkı kimi zaman azarlayan kimi zaman da yok sayan söylemiyle ve uygulamalarıyla bugünlere kadar geldi. Kızılay’da gündüz vakti, havai fişekler patlatılarak ‘‘kutlanan’’ müzakere tarihi alınışı dışında; AB’ye giriş için atılan herhangi büyük bir adıma da rastlanmadı. Ancak medyanın büyük bir bölümünde aksi görüşler yazılıp çizildi. ??? Ekonomik göstergeler, kalkınma bir yana, her geçen gün yoksullaştığımızı imler hale geldi. ‘‘Başarılı’’ ekonomik programlar sayesinde IMF ile ‘‘dostluğumuz’’ devam etti. Terör cephesinde ise değişen çok da fazla bir şey yok. 1 Mart tezkeresinin ardından, ‘‘ortak vizyona’’ sahip olduğumuz ABD ile aramıza giren kara kedi, Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın ‘‘tedbirsiz’’ biçimde ‘‘cehennem’’ olarak nitelendirdiği Lübnan’a asker gönderilme kararı sayesinde ‘‘kovulmuş’’ gibi. Tarikatticaretsiyaset üçgeni, arada bir iç hesaplaşmalarla dalgalansa da, çoğu zaman sütliman. Özetle ‘‘muhafazakâr demokrat’’ Yeni Osmanlı siyaseti, ‘‘final’’ sürecine yaklaşıyor: Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim kapıda. Dünyayı kurtaracak ‘‘mesih’’ Bush ile ‘‘muhafazakâr demokrat’’ Erdoğan bir aksilik olmazsa yakında buluşacak. 11 Eylül’den sonra ‘‘dünyayı güvenli kılma’’ siyasetine hız veren neocon örgütlenme, dünyanın eskisinden daha güvensiz olduğunun, içeride ve dışarıda büyük eleştirilerin varlığının herhalde farkındadır. ‘‘Muhafazakâr demokrat’’ Yeni Osmanlı siyaseti de ekonomik, sosyal ve kültürel politikaları nedeniyle önemli oranda tepki görmektedir. Böyle bir ortamda gerçekleşecek Bush ve Erdoğan buluşmasında neler konuşulur bilinmez... Sevgi ÖZEL A tatürk’e ve eylemlerine hem gözlerini, hem de yüreğini karartarak bakanlar, doğallıkla tutsak oldukları karanlık, bulanık ortamlarda el yordamıyla yaşıyor; olayları, oluşumları ve doğruları akılla, belgelerle, yaşamın gerçekleriyle değil de çarpıtarak yorumluyorlar. Oysa bu ülke, birçok açıdan başka ülkelere örnek olan görkemli bir kültür devrimi yapmıştır. Örneğin Fransızlar 1976’da, ‘‘Tabelalarda Fransızcadan başka dil kullanılmayacaktır’’ yasasını çıkarmadan önce çok başarılı buldukları Dil Devrimi deneyimimize ilgili ayrıntılı bilgi istemiş, devrimin öncüsü Mustafa Kemal’den de övgüyle söz etmişlerdir. Bizim MEB ise o sırada Dil Devriminin önünü kesmek, sözcük yasaklamakla uğraşıyordu. Çünkü Harf ve Dil Devrimleri, özellikle 1950’den sonra eğitim kurumlarında ‘‘geçmişle/dinle bağların koparılması, dilde aşırılığa kaçmak, tasfiyecilik, uydurmacılık...’’ vb. olarak gösterilmekte, 5060 sözcüğe savaş açılarak yeni sözcükleri yazan ve kullananlar suçlanmaktaydı. değil, inançları kullana kullana yürümek ve yürütmek geçer yoldu. Karşıdevrim, Dil Devriminin önemini, niçin yapıldığını çok iyi biliyordu. Bu devrim salt sözcük türetmek değildi; düşüncenin ya da anlayışın değişmesi demekti. Devrimin amacı, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının, ulusal kimliği olan diliyle özgürce düşünmesini; düşüncesini özgürce dillendirmesini; kendisi dışında olup bitenleri doğru anlayabilmesini; akılla, bilimle, sanatla ve yaşamla çelişen her şeyi sorgulayabilmesini sağlamaktı. İşte karşıdevrimi korkutan da buydu. Halkın her şeyi açık açık anlaması... Yalanı dolanı yutmayacak kadar bilinçli olması... Ülke ve dil birbirinden ayrılmaz En önemlisi bireysel olan inançla toplumsal olan düşünceyi ayırt edebilmesi... Laik eğitimin temel koşulu, toplumun temel iletişim aracı dile egemen olmasıydı. Örneğin kutsal kitabını kendi diliyle okuyan halk, ‘‘derin âlimler’’in birbiriyle çelişen yorumlarını ya da kendisinin değil IMF’nin ağzıyla konuşan politikacıların ‘‘Gayri safi milli hasıla 100 dolar’’ açıklamalarını sorgulayabilirdi. Bu nedenle Dil Devrimine, Türkçeleştirmeye karşı olmak, Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nu kapatmak, vasiyetnamesini çiğnemek sıradan tepkiler değildir. Dil Devrimi, Türk Devriminin temel direğidir. Bu direği yıkmaya çalışanlar, ‘‘Başarılı olamamıştır, olamazlar’’ demek gerçekçi olmaz; yazık ki karşıdevrim epeyce yol almıştır. Kuvayı Milliyeciler, bağımsızlık savaşı sırasında yalnız yurdunu istila edenlerle değil, bilgisizlikle de savaşmıştır. Şimdi Atatürk ‘‘dindar mıydı, değil miydi’’ gibi saçma sapan tartışmalara balıklama atlayanların kimisi, 83 yıl sonra tozlu sandıklardan çıkan kara sakallı fotoğrafları anımsatmakta; Atatürk’ün laik eğitime, dile verdiği Müzelik ‘müfredat’ Giysi bedenleri artık 1, 2, 3 diye değil, ‘‘S, L, XL ’’ olarak belirleniyor; ‘‘Eskidji, Cafemsi, Pasha, Kebab’s’’ gibi adlandırmaların alıcı çoğalttığı sanılıyor. MEB’in anlatım ve yazım yanlışlı bilgisunar sitesini incelediğimizde de müzelik bir ‘‘müfredat’’la çocukların Türkçeyi öğrenemeyeceği açıkça belli oluyor. Çünkü MEB, 1950’li yıllardan bu yana Dil Devrimini yadsıyor; Türkçeye emek veren ustaları sevmiyor. Bunca olumsuzluk içinde bilim ve sanat insanları Türkçeyi oya gibi işlemeyi sürdürüyor; gençlerimiz, üniversitelerimiz ve bilinçli aydınlanmacılar Türkçeye sahip çıkıyor. Bu duygularla ama karamsarlığa yenilmeden 74. Dil Bayramı’nı kutluyoruz. Unutmayalım, Dil Devrimi düşüncenin yenileşmesini sağlayan anlayış devrimidir. Atatürk’ü anlayıp aydınlığa yürüyenlere ne mutlu! 74. Dil Bayramınız kutlu olsun! Laik eğitim karşıdevrime engeldi Sözcüklere ve yeni sözcük kullananlara yönelik saldırılar, aslında karşıdevrimin tuzağı idi; bu tuzağa Dil Devrimine emek verenler değil, toplum düşürüldü. Çünkü karşıdevrim ve karşıdevrimi besleyenler, 1950’den başlayarak çoğunlukla ‘‘iktidar’’dı. Üstelik karşıdevrimin öfkesi, salt Dil Devrimine değil, Türk Devriminin bütününeydi. Çocuk ve gençler avlandı mı, gerisi kolaydı. Bu nedenle tuzaklar için de en uygun alanlar eğitim kurumları oldu. Laik eğitim, karşıdevrimin önündeki en büyük engeldi. 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri de karşıdevrimin ekmeğine yağ sürdü. Yağcılar, dönekler de karşıdevrim kervanına katılmakta gecikmedi. Artık Mustafa Kemal’in manevi mirası olan akıl ve bilim Herr Kretschmer ‘Persona Non Grata’ İlan Edilmelidir A. M. Celal ŞENGÖR vrupa Birliği Komisyonu Türkiye temsilcisi Herr Hansjörg Kretschmer Türkiye Cumhuriyeti tarafından derhal persona non grata (istenmeyen kişi) ilan edilerek sınır dışı edilmelidir. Kendisinin turist olarak (hatta arzu ederse oy veren bir Türk vatandaşı olarak) başımızın üstünde yeri var. Ama diplomat olarak değil. Bunun basit nedeni Herr Kretschmer’in diplomat olarak görevini ihmal etmesi ve konumunu kötüye kullanmasıdır. Bir diplomatın görevi, içinde görev yaptığı yabancı ülkeyi tanımak ve temsil ettiği A ülke veya ülkeler topluluğu ile ilişkisini sağlamaktır; görev yaptığı ülke hakkında hiçbir şey öğrenmeden veya öğrendiklerini dikkate almadan kişisel doğru bildiklerini empoze etmek değil. Herr Kretschmer Türk Silahlı Kuvvetleri’nin konum ve tutumunu gayridemokratik buluyor; bu kendi yargısıdır ve asla genelleştirilemez. Üstelik mesnetsizdir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görevi ulusu ve vatanı korumaktır (bunu nasıl yapacağını Herr Kretschmer’den öğrenmesi beklenemez). TSK ülkenin yasalarıyla yönetilir. O yasaları yapan, de netleyen ve uygulayan kurumlar yasayla belirlenmiştir. Tüm bu kurumlar ve yasalar oy veren halkımızın kontrolündedir. Türk Silahlı Kuvvetleri bir halk ordusudur, politikacıların özel kolluk kuvveti değil. Herr Kretschmer belli ki halk ordusu olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nden rahatsızlık duyuyor ve onun politikacıların kolluk kuvveti olmasını istiyor. Bu arzunun sebep ve kökenini tahmin etmek zor değildir; zira, yasalarla yönetilen ve herhangi bir yasayı çiğnediği görülmemiş olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni antidemokratik bulan Herr Kretschmer, bir yıldan fazla bir süredir aralarında Anayasa Mahkemesi de bulunan mahkeme kararlarını uygulamayan, yani alenen yasa çiğneyen hükümetin böylece belgelenmiş antidemokratlığını ağzına almamaktadır. Herr Kretschmer yanlıdır ve Türkiye’deki küçük bir politik zümrenin sözcülüğünü yapmaktadır. Bu ne Avrupa Birliği’nin kendisine verdiği görevle ne de Türkiye’nin çıkarlarıyla bağdaşır. Dolayısıyla kendisinin derhal istenmeyen kişi ilan edilerek Türkiye’den diplomat olarak uzaklaştırılması ulusal menfaatımız icabı olduğu gibi, Avrupa Birliği’nin dış politikasındaki bir lekenin de silinmesine yardım edecektir. Ülkemden insan manzaraları Prof. Dr. Coşkun ÖZDEMİR andırma araba vapurunda tatile giden yolcular arasında Cumhuriyet okuru arıyorum. Üst katta sadece B iki kişi var. Konuşuyorum onlarla, Türkiye’deki gelişmelerden üzgün ve şikâyetçiler. Daha sonra Çeşme’de bir otelde kalıyoruz. Gazetemiz 45 tane satıyor orada. Sonrasında yurdumun orta sınıfının, memurların, emekçilerin tatil yaptığı bir sitede 10 gün ge çirdik. Sakin, terbiyeli, büyük beklentileri, ihtirasları olmayan alçakgönüllü insanlar. Hepsi Atatürk’ün temellerini attığı Cumhuriyeti, uygarlığı, çağdaşlığı benimsiyor. Yurdumuzla ilgili görüşleri, düşünceleri ve derin kaygıları paylaşıyoruz. Ama içlerinden pek azı Cumhuriyet okuyor. Bu, elbette, onu tutmadıklarından, beğenmediklerinden değil. Ama uygarca yaşamdan yana bu mütevazı insanlar Cumhuriyeti ve orada yer alan yazıları ağır buluyorlar. Renkli, dedikodulu, Pınar Altuğ’lu, Gülben Ergen’li, Kaya Çilingiroğlu ve Hülya Avşar’lı haberleri öne çıkaran holding gazetelerini tercih ediyorlar. Düşünmek için Bekir Coşkun ve Emin Çölaşan onlara yetiyor. Şikâyetçi oldukları olumsuz gelişmelerin nedenlerini çok merak etmiyorlar. Bu nedenleri siyasal, tarihsel ve toplumsal içerikleri ile derinlemesine irdeleyen yazılara ilgi ve ihtiyaç duymuyorlar. Olup bitenlerden çok üzgün, çok şikâyetçiler, ama o halde benim de diyeceklerim olmalı, bir sorumluluğum ve eylemim olmalı diyemiyorlar. O nedenle, hiç olmazsa, o özlemini çektikleri aydınlanmanın, çağdaşlığın, emekçinin tek bağımsız savunucusu Cumhuriyet gazetesini almak, ona günde 75 Yeni Kuruş’la katkıda bulunmayı düşünemiyorlar. Bunun önemini algılayamıyorlar. Yazık ki o güzelim kitap eki, Bilim Teknoloji ağır geliyor onlara. Bu ağırlıkları taşımadan düşük profilli, olaysız, çatışmasız, sakin bir hayatı tercih ediyorlar. Oysa çağdaş yaşama, uygarlığa, akla, bilime karşı ve dogmalardan yana olanlar büyük azim ve kararlılıkla çalışıyorlar o sakin, alçakgönüllü insanların beklentilerini ve yaşamlarını yok edebilmek için. Cumhuriyet’in yıllar önce 150 bin sattığını düşünürsek, toplumdaki geriye gidişin ve değişimin doğrultusunun sağlam kanıtlarına ulaşabiliriz. Halkımızın önceki yıllara göre daha az okuduğu, ama son aylardaki ciddi kıpırdanma ile umutlandığımızı söyleyebiliriz. Gazetemizde Orhan Bursalı, bilim ve teknolojideki gelişme ve ilerlemelerin toplumların gidişiyle paralellik göstermeyebileceğine, bilim ileri giderken toplumun geriye gidebileceğine işaret ediyor. Ataol Behramoğlu ise kararlı, düzenli, sürekli kitlesel tepkilerle gerici saldırganlığı püskürtmek, geriletmek, kitleleri yüreklendirmek gereğinden söz ediyor. Bu yüreklenmeye tüm aydınlanmacıların, uygarlıktan ve çağdaşlıktan yana olanların çok ama çok ihtiyacı var. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle