12 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
18 AĞUSTOS 2006 CUMA CUMHURİYET SAYFA KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr 15 Salzburg Festivali, doğumunun 250. yılında Mozart’ın 22 operasını birden sahneledi KEDİ GÖZÜ VECDİ SAYAR Salzburg’da yaşama sevinci Bu yılki Salzburg Festivali’nin, daha doğrusu yöneticisi Peter Ruzicka’nın bir iddiası vardı: Beş yıldır bu iddia ya da bu düş için çalışıldı. Ve sonunda gerçekleşti: Mozart’ın, ilkini 12 yaşında, sonuncusunu, ölümünden kısa bir süre önce, 35 yaşında bestelediği 22 operayı birden sahnelemek... Mozart’ın doğumunun 250. yılında, doğduğu kentte, 40 gün içinde 22 operasının birden sunulması başlı başına bir başarı sayılıyor. Elbet bunların kimi yeni, kimi önceki yılların prodüksiyonları... Bu 40 günün üç gününde, üç opera, bir konser izleme fırsatını buldum. Geçen hafta sizlere festival kenti Salzburg’un genel havasını iletmeye çalışmıştım. Bu hafta sıra operalarda. ‘Figaro’nun Düğünü’ Bu yılın heyecanla beklenen olayı ‘Figaro’nun Düğünü’ operasıydı. Geçen yılki festivale ‘La Traviata’daki Violetta rolüyle damgasını vuran Anna Netrebko’nun Susanna’yı yorumlayacak olması (Salzburg sokaklarına Mozart dışında bir de onun afişleri egemen) beklenti çıtasını yükseltiyordu. Avusturya imparatoru tarafından yasaklanmış olan Beaumarchais’nin oyunundan bir opera librettosu yazması için Lorenzo Da Ponte’ye başvurduğunda, Mozart, eseri aklında bestelemeye başlamıştı bile. İmparatordan izni koparmak, sansürü atlatmak, operanın ‘‘sakıncasız bir güldürü’’ olacağına imparatoru ikna etmek Da Ponte’nin işiydi. Bu işin üstesinden gelindi ve bu opera ilk kez 1786’da Viyana’da sergilendi. O gün bugün de opera repertuvarının en sevilen ‘‘popüler’’ eserlerinden biri oldu. Salzburg’da izlediğim bu yeni prodüksiyon, şimdiye dek bu eserle ilgili bildiğim her şeyi altüst etti. ‘‘Figaro’nun Düğünü’’, şef Nikolas Hornoncourt ve yönetmen Claus Guth’un elinde ‘‘sakıncasız bir güldürü’’ olmaktan çıkmış; amansız bir eleştiriye, psikolojik derinliği olan yoğun bir duygu dünyasına, dramı da içeren insan ilişkileri yumağına dönüşmüştü. Malum, soylu sınıfın (Kont ve Kontes’in) hizmetkârlarını (Figaro ve Suzanna) evlendirme, düğün yapma eylemi ha bire ertelenir bu eserde... Para ve güce sahip olanlarla olmayanlar arasında, her birinin kendi ‘‘çıkarları’’ ve ‘‘ütopyaları’’ arasında gidilip gelinir... Ancak gülmeler, düşüp kalkmalarla dolu, erkeklerin kızları, kadınların oğlanları kovaladığı prodüksiyonlarda bu öz bile gözden kaçabilir. Ingmar Bergman filmi gibi İzlediğim prodüksiyonda sahnede gözün gördüğü her şey (dekor, 20. yy. başı kostümleri, aksesuvarlar) siyah, beyaz ve grinin binlerce tonundaydı. Sahneye düşen tek renk, malikânenin açık penceresinden zaman zaman içeri düşen kırmızı sonbahar yapraklarıydı. Hiç eşyası olmayan malikânede, dev barok bir merdivenden ve açık bir pencereden oluşan bir dekor... Pen Troia’dan Aya İrini’ye Barış Çağrıları Sanatın siyasetten bağımsız olamayacağını son günlerdeki gelişmeler bir kez daha kanıtladı. Sanat kuruluşları ve sanatçılar arasında, Ortadoğu’da olup bitenlere tepki gösterenler olduğu gibi, suskun kalmayı yeğleyenler de vardı. Gerçekleşen sanat etkinliklerinden pek çoğunda sanatçılar barış çağrıları yaptılar; İsrail’in Lübnan’a ve Filistin’e yönelik saldırısını protesto ettiler. Rumelihisarı’nın o eşsiz atmosferinde gerçekleşen Yavuz Bingöl konseri benim izleyebildiklerim arasındaydı. Halk müziğimizi en güzel yorumlayan sanatçılardan biri olan Yavuz Bingöl, senfonik bir orkestra eşliğinde verdiği konserini Ritsos’un ‘‘Barış’’ şiiri ile açarken, dünya sorunlarına ilgisiz kalmayan sorumlu bir sanatçı olduğunu kanıtlıyordu. Çanakkale’den de barış çağrıları yankılanıyordu. 43. Uluslararası Troia Festivali çerçevesinde, Avustralya’dan gelen ‘‘Unified Gecko’’ topluluğunun (Murat Yücel’in Melbourne’de Avustralyalı müzisyenlerle kurduğu bu topluluk, Türk müzisyenlerle birlikte sahne aldı) ve Fransız müzisyen Richard Lenoir’ın kurduğu ‘‘KolektifBalkanatolia’’nın konserlerine katılan sanatçılar barış mesajlarıyla başladılar konserlerine. Ertesi gün, Zhubin Kalhor, Pedram Derakhsani ve Hooman Kalantari’den oluşan topluluk Fars geleneksel kültürünü Çanakkalelilerle buluştururken, barış çağrılarını yinelediler. ??? Yasemin Göksu, Yeninur Ada ve Figen Genç’ten oluşan ‘‘Üç Kadın’’ topluluğunun verdiği konserde de, Cumhuriyet alanını dolduran kalabalık Yasemin Göksu’nun söylediği şu sözlere alkışlarıyla destek veriyordu: ‘‘İnsanların birbirlerini daha iyi anlayabilmeleri, birbirlerinin kültürlerini daha iyi tanımakla mümkün olur. Biz müzisyenler dünyada ve ülkemizde kalıcı barışın sağlanabilmesi için söylüyoruz şarkılarımızı? Bu gece, ülkemizin dört bir yanından farklı kültürlerin sevda türkülerini sunacağız. Truva Festivali’nden yükselen barış mesajlarına bir katkımız olsun diye...’’ Troia Festivali’nin ‘barış’a adanması kuşkusuz önemli bir gelişme. Belediye Başkanı Ülgür Gökhan’ın çabalarının başka kentlere de örnek olmasını diliyoruz (‘Barış’ sözcüğünü Dikili ile özdeşleştiren ve Dikili Festivali’ne bir kimlik kazandıran Belediye Başkanı Osman Özgüven’in bu alandaki öncülüğünü unutmaksızın). Çanakkale Festivali’nden döner dönmez Aya İrini’de buldum kendimi. Daniel Barenboim yönetimindeki ‘‘DoğuBatı Divanı Orkestrası’’nın konserinde... İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın düzenlediği konser gerçekten de etkileyici idi. Farklı kültürlerden sanatçıları bir orkestrada buluşturarak, dünyaya anlamlı bir mesaj veriyordu Barenboim. Üstelik, verdikleri mesajla yetinmiyor, mükemmel bir icra sunuyordu orkestra. Beethoven, Schubert ve Brahms’tan oluşan programın bitiminde alkışlar dinmek bilmedi. ‘‘DoğuBatı Divanı Orkestrası’’, sanatın gücünü bir kez daha kanıtlıyordu. Lübnanlı ve Filistinli dört müzisyenin İsrail’i protesto etmek için bu konsere katılmamalarını saygıyla karşılıyorum ama, keşke katılarak protesto etselerdi demek geliyor içimden. Çünkü, politikacıların bir türlü öğrenemediği uzlaşma kültürünü yaygınlaştırmakta sanatçılara büyük görev düşüyor. ??? Bu tür girişimlere kuşkuyla bakan, bu işten İsrail’in puan topladığını ileri sürenler olacaktır. Tıpkı Günter Grass’ın Nazi yanlısı geçmişinin affedilemeyeceğini ileri sürenler olduğu gibi. Oysa, sanatsal yaratının ortaya koyduğu değerler, güncel politikanın kimi zaman bireyleri yanıltabilen inişçıkışlarından çok daha kalıcıdır. ‘‘DoğuBatı Divanı Orkestrası’’ ile ilgili bir hüküm verirken, bu oluşumun niteliğini göz önüne almak gerekir. Eğer bu oluşum İsrail hükümeti tarafından ya da desteğinde gerçekleştirilseydi, hiçbir değeri olmazdı. Oysa, tümüyle bağımsız bir girişimin ürünü... Aydın kimliği ile dünya müzik camiasında tanınan Barenboim’in Arap düşünür Edward Said ile birlikte geliştirdiği proje, sanat etkinliklerinin bağımsızlığının ne denli önemli olduğunu kanıtlıyor. Oysa, bizde bu işler hiç de böyle gitmez, bilirsiniz. ‘‘Parayı veren düdüğü çalar’’ atasözü, politikacılarımızın dilinden düşmez! Eh, düdüğü çalamayacaksak, neden para verelim diye düşünür politikacılarımız. Ve, on bir yıldır süren özel tiyatrolara devlet desteğini kesiverirler. Ya da, Sayın Bakan Atilla Koç’un Hacıbektaş Şenliği’nin açılışında yaptığı gibi, ‘‘Bu anma toplantısının yenilenmeye ihtiyacı var. Bunu gelecek yıl bakanlık olarak biz yapacağız!’’ deyiverirler. Kültür ve sanat etkinliklerinin iktidarlardan bağımsız gelişmesi gerektiğini ya anlayamazlar (bu iyi niyetli yorum) ya da anlamazlıktan gelirler, işlerine gelmediği için. Bin kez söyledik, gene söyleyelim: Sanata kamu desteği, çağdaş toplumun bir gereğidir, ulufe ya da iane değildir. Destek verdiği etkinliğin içeriğini belirlemeye çalışmak, otoriter yönetimlere özgü bir anlayıştır. ‘Sivilleşme’ savlarıyla iktidarı alan AKP yönetimi bu sözlerini çoktan unuttu. Ulusal, uluslararası ya da yerel şenliklerde, festivallerde sivil girişimlere destek vermeyip (bir sürü bürokratik mazeret sıralayarak), desteği doğrudan AKP’li belediyelere kaydırıyor. Tabii onlar da, yandaş şirketlere... Hayırlısı olsun... [email protected] Saraydan değil evlilikten kız kaçırma h elbet, her seçim mutlu bir sonla bitmez... ‘‘Saraydan Kız Kaçırma’’yı, hazır daha yenilerde Topkapı Sarayı’nın önünde Yekta Kara’nın başarılı sahnelemesi ve mükemmel seslerden izlemişken, Salzburg’da da göreyim dedim. Temsilin sonunda salonun yarısı yuhalıyordu, yarısı ‘‘Bravo’’ diye bağırıyordu. Ne birine, ne ötekine katılabildim. Ivor Bolton’un yönettiği Salzburg Mozart Orkestrası, eseri yorumluyordu. Müzik ve aryalar yerli yerindeydi. Ama bu eserin resitatif, yani bol bol konuşma bölümü de var. Daha doğrusu bu bir ‘‘müzikli oyun’’. Yönetmen Stefan Herheim, sen tut bütün konuşmaları, orijinal metni at; aralara günümüz kadınerkek ilişkileri üzerine cerenin beyaz tül perdesi, rüzgârla savrulmasa, Suzanna’nın gelinlik düşlerini süslemese, Kont’un ‘‘pislenmiş’’ ellerini temizlemese, saklanması gerekenleri gizlemese, sanki zaman durmuş gibidir... Eser, baştan sona bir Ingmar Bergman filmi izlenimi veriyordu. Öylesine yoğundu! Şiddet, ağır basıyordu! Aşk, ‘‘oyun’’ olmaktan çıkmıştı. Tüm kişiliklerin derinliği vardı. Birinin mutluluğu, ötekinin acısı oluyordu. Yönetmen, eserde olmayan bir figür katmıştı: Beyaz tüyden kanatları olan bir melek. ‘‘Eros’’u, masumiyeti simgeleyen, tüm oyun kişilerine hayat veren, onları yönelten, olayları düzenleyen, bir koruyucu melek... Bu koruyucu ve yaratıcı melek (sahnede olduğunu yalnız biz izleyiciler görüyoruz, konuşmuyor, şarkı söylemiyor, yalnızca hareket ediyor Uli Kirsh) kanadından kopardığı bir tüyle, tüm karakterleri yönlendirirken, tıpkı kendine benzeyen Cherubino (muhteşem soprano Christine Schafer) ile özdeşleşiyordu... Oyunun bu en masum kişisi bence aynı zamanda Mozart’ı da, onun yaratıcı gücünü de simgeliyordu. Hayır, Anna Netrebko, oyunun ‘‘star’’ı değildi. Dört dörtlük, her biri mükemmel solistlerden biri, çok başarılı bir ‘‘ensemble’’ın bir parçasıydı. O ve Christine Schafer’la birlikte Bo Skovhus (Kont), Juliane Banse (Kontes), Ilbedrando D’Arcongelo (Figaro) ve tüm öteki solistler hem şancı, hem oyuncu olarak mükemmeldi. Hornoncourt yönetiminde Viyana Filarmoni Orkestrası’nın, ‘‘ağırlaştırılmış’’ yorumu, bu dört buçuk saatlik şöleni daha da yoğunlaştırıyor ve güçlendiriyordu. www.zeyneporal.com faks: 0212.257 16 50 A yeni metinler yazdır: Günümüz ilişkileri dedim ama yönetmen işi Âdem ile Havva’dan başlattı. (Video kullanmış) Sonra... Sonra: Ne isterseniz var: Tüketim toplumunda kadının sömürülmesi, kadının erkeği sömürmesi, çıplaklık, eşcinsel ilişki, daha çok daha çok tüketim, daha çok daha çok hediye, aşkın satın alınması, taciz, tecavüz, evlilik düşleri, ev işlerinde hapsolma, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, ütü vb. araçgereçlerin esiri olma, kadın mı üstte erkek mi üstte tartışması... Yok yoktu! Ama yoklar da vardı: (Benim cümleler de eserdekilere benzemeye başladı!) ‘‘Saraydan Kız Kaçırma’’nın Selim Paşası yoktu, DoğuBatı çelişkisi ve uzlaşması yoktu. Barış düşü ve bağışlayıcılık yoktu. Osmin, mefisto’ya, şeytana, iktidar sahibine yöneticiye kanun adamına dönüşmüştü... Benim anlamadığım, Mozart’ın günahı neydi? Don Giovanni: Ölümkalım mücadelesi ‘‘Don Giovanni’’ operasını Genç şef Daniel Harding’in yönetiminde Viyana Filarmoni Orkestrası’nın yorumu ve Matin Kusej’in sahnelemesiyle izledim. Da Ponte Mozart işbirliği sonucu bu opera hem geçmişin mitlerini hem de içinde yaşadıkları dönemi irdeler olmuştu. Bu kez Harding ve Kusej bir sıçrama daha yaparak, geçmişten bugüne uzanan bir çizgide Don Juan kişiliğini çok boyutluluğu, tüm karmaşıklığı ile ve etiketlerden kaçınarak ele alıyorlardı. Burada iyiler, kötüler değil, korkular, endişeler, söylenmeyenler, düşler egemendi. Bu yorumda, yakışıklı, varlıklı, zevk sefa düşkünü, aşkla, duygularla, ölümle alay eden, hedonist Don Juan (Thomas Hampson) serüvenden serüvene koşarken aynı zamanda bir ölümkalım mücadelesi veriyordu. Tehlike, tehdit, korku elle tutulacak yoğunluktaydı. Koronun iç çamaşırlarıyla (‘‘atmosfere’’ göre, siyah sutyendon ya da beyaz sutyendon) sahnede yer alması elbet tartışılır... Ancak bu zorlamaya karşın Martin Zehetgruber’in dekoru, Reinhard Traub’un ışıkları, Mozart’ın müziği ve mükemmel seslerden yürekleri terk etmeyecek sayısız aryayla buluşunca, ortaya görkemli bir müzik ve sahne büyüsü çıkıyordu. Benim için en büyük ‘‘keşif’’ Christine Schafer (Dona Anna) ve Isabel Bayrakdarian (Zerlina) gibi solistler oldu. Salzburg Festivali’nde üç gün, insana yaşam sevinci veriyordu. Okurlar bilir, O hep vardı... Yıllarca süregelen dinlence alışkanlığı... ‘ARTEMİS ÖREN TATİL KÖYÜ’ ???? Mavi Bayraklı Özel Plaj Artemis Tatil Köyü, 30.000 m2’lik bir alanda denizin hemen kıyısında kurulmuştur. 112 standart oda ve 6 süit, toplam 232 yatak kapasitesi, peyzaj düzenlemeleriyle ünlü rengârenk çiçeklerin kokularını yaydığı tatil köyümüzde tüm odalarda balkon, direkt telefon, 3 kanal müzik yayını, mini bar, TV ve klima mevcuttur. Ayrıca 120 kişilik toplantı salonumuz ve kablosuz internet erişimciliği hizmetinizdedir. Alışveriş yapmak isteyenler mini çarşımızdan yararlanabilirler. Mini çim futbol, basketbol, plaj voleybolu sahaları, masatenisi, tenis ve bilardo ideal bir olanak sunuyor. Çocuklar Artemis Tatil Köyü’nde oyuna ve eğlenceye doyacaklar. Çocuk havuzu, çimle kaplı oyun parkı, mini club ve çocuk animasyonları onlara güvenli ve neşeli ortam sunuyor. Kahvaltı ve akşam yemeklerinde tatil köyümüzün açık büfesi, her zevke uygun, Türk ve dünya mutfağından zengin seçeneklerle karşımıza çıkıyor. Ala Carte Restaurant, Kafeterya, Şark Kahvesi, Snack Bar, Artemis Pub ve Havuz Bar günün her saati hizmetinizdedir. Gündüz animasyonları ile canlı müzik... İyi ve mutlu bir tatil geçirmeniz dileğiyle. REZERVASYON ve BİLGİ İÇİN: Artemis Ören Holiday Resort, Ören Burhaniye, Tel: 0 266 416 37 76 (pbx), Faks: 0 266 416 32 26 www.artemis.gen.tr info?artemis.gen.tr CUMHURİYET 15 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle