25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 15 KASIM 2006 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL O Rotadan Şaşmak Yok Kendilerini umutsuzluğa alıştıranlara katılmıyorum. Seksen yedi yıl önce gecenin içinde Samsun’a doğru bir gemi akıp gidiyordu Karadeniz’de. Ülkenin kaderini yüklenmişti. Güvertede karanlık geceye karşı bir mucize adam duruyordu. Kafasında aydınlık düşünceler yarışıyordu. Güneş ufuktan doğacaktı. Rotayı o çizmişti. O rotadan şaşmak karaya gitmek demek. O rotadan şaşmak yok... PENCERE Topal Ördek Ne Yapacak?.. Amerika’da Başkan Bush’un partisi seçimlerde zokayı yedi, Irak savaşının ‘şahin’i Savunma Bakanı Rumsfeld çekilmek zorunda kaldı... Ne var ki Bush, daha iki yıl cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturacak... Amerikan siyasal göreneğinde bu duruma düşmüş başkana ne deniyor?.. Topal ördek!.. ? Oysa bugünkü ‘Topal Ördek’ dün ne yapmıştı?.. RTE’yi Türkiye’de iktidarın başı yapmıştı!.. Öyküyü artık bilmeyen yok... Yine de anımsatalım: Bush Ortadoğu’nun tozunu atmak için Irak’a girmeyi kafaya takmış, Türkiye’yi kullanmak istiyor... O günlerde başbakan, Ecevit!.. Karaoğlan Bush’a ‘hayır’ diyor... Bush’a ‘evet’ diyecek bir başbakan gerek!.. Ne olduysa oluyor, Ecevit’in başında bulunduğu koalisyonda Kemal Derviş’in başını çektiği bir deprem başlıyor, erken seçime gidiliyor, Amerika’nın tuttuğu RTE’nin henüz bir yıllık partisi AKP, yüzde 25 oyla Meclis’in yüzde 65’ine yayılıyor... Sonra?.. ? Sonrası ilginç.. RTE Amerika’nın Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a girmesi için gerekli ruhsatı Meclis’ten geçiremiyor... Bush bozuluyor... Ne olursa olsun Amerika Irak’ı işgal ediyor, ama, işler karışıyor, hesaplar tutmuyor, her şey allak bullak oluyor... Irak macerası tersine dönünce Amerika’da da siyaset tersine dönüyor, Bush ‘Topal Ördek’ lakabını kazanıyor... Peki, şimdi ne olacak?.. ? Herkesin bildiği gibi Türkiye’deki siyasal iktidarların ipleri Amerika’nın elindedir... Önümüzdeki yıl bizde hem cumhurbaşkanı seçimi var... Hem genel seçim var... Topal ördek ne yapacak?.. Bush ne düşünüyor?.. Amerika Irak’a girdi, komşumuzda yarım milyondan fazla insan öldü... Kayıplar 650 bini aştı.. ‘Ilımlı İslam devleti modeli’ni Türkiye’nin başına bela gibi saran artık topal ördektir... Peki, bu topal ördek Türkiye’de topallamayacak mı?.. ? Bush’un Ortadoğu’da Türkiye’ye biçtiği rol laik Türkiye Cumhuriyeti’ni sarstı; Amerika’nın Kuzey Irak’ta konuşlanması PKK’yi yeniden canlandırdı... Dincilik.. Ve bölücülük.. ‘AKP operasyonu’ Bush’un marifetiydi... Türkiye bu uluslararası operasyonu bozacak ulusal güçlerini toparlayacak hareketi ‘muhakkak’ yaratmalıdır!.. Ara Verme Zamanı BASKETBOLDA ‘‘time out’’ derler. İlk bakışta, dinlenmek için alınmışa benzer ama, aslında arka arkaya sayı yemiş olan takımın derlenip toparlanmak, taktik yenileyip moral kazanmak için istediği bir aradır bu. Oyun, sonra, kaldığı yerden devam eder. AB görüşmelerine bir ara verilmesi söz konusu olunca da bu deyim kullanılıyor. Oysa, bu konuda çok daha ciddi bir durum var: Oynanan oyunun sürüp sürmeyeceği söz konusudur. rüksel’den gelen haberler, AB’nin Türkiye üzerindeki şantajının sertleşmeye ve hatta küstahlaşmaya yüz tuttuğunu göstermekte. Limanları ve hava sahasını Kıbrıs Rumları’na açtırmak için verilen sürenin kısaltılacağı ve 1415 Aralık’taki doruğa kadar beklenmeyeceği anlaşılıyor. Ankara gerekeni yapmazsa, komisyon kararı 6 Aralık civarında açıklanacak ve büyük olasılıkla ‘‘çok sert’’ olacakmış. Verheugen’in yerine komiser olan Olli Rehn hazretleri öyle buyuruyorlar. Pek büyük olasılık değil ama, diyelim ki müzakereleri kesmeye ya da en azından birkaç ‘‘başlığı’’ açmamaya karar verdiler. Bunun anlamı, ‘‘Türkiye dize gelsin de, yeniden başlayalım’’ demek olacaktır. Haklı olduğunu sanan ve karşı tarafın hem haksız, hem de zayıf olduğunu başkalarına göstermek isteyenlerin tutumudur bu. Oysa, haksızdırlar: Baştan beri meşruluğunu kaybetmiş ve sorunun hakça çözülmesine yıllar yılı engel olmuş bir ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tam üyeliğe’’ kabul etmişler, Türkiye’den istedikleri bütün ödünleri koparmak için o devletin içteki mızıkçılığından yararlanmayı uygun bulmuşlar ve Ankara’nın tam üyelik yolunda sürünmesi için büyük olasılıkla bir süre daha yararlanacaklardır. Aslında, tam üye yapmaya niyetleri yoktur. antaja boyun eğmemek gerektiği gibi, bu ‘‘haklı görünme’’ keyfinin daha fazla sürdürülmesi önlenmelidir. AB’nin ağır eleştiriler sıralayarak müzakereleri bütünüyle ya da kısmen kesmek için düşündüğü tarihten önce, aynı süreci, onların değil, Ankara’nın kararıyla keserek. AB’nin gerçek niyetini öğrenmek ve belirsiz bir hedefe doğru onursuzca sürüklenişten kurtulmak için başka çare kalmadı. Kesişte ön almak, haksızlıkta direnenden çok, haklının hakkıdır. Böyle bir önerinin içteki bazı kesimleri tedirgin etmesi ve bu kesiliş yüzünden sürecin büsbütün kopacağını düşünenleri korkutması doğaldır. Oysa, almak istediklerinin hepsini alamamış bir AB’nin süreci canlandırmak için geri adım atmaması, çok düşük bir olasılık. Buna karşılık, böyle bir çıkış yapılmazsa, bir yığın haksızlığa katlandıktan ve onarılamayacak ödünleri verdikten sonra yine de dışlanıp eli böğründe kalmak daha büyük bir olasılıktır. Oktay SÖNMEZ Denizci Yazar B A Ş ntikçağların savaş arabalarından buhar makineleri ile yürütülen trenlere, patlarlı motorla çalışan otomobile ulaşmak için insanlık binlerce yıl bekledi. Ama benzin motorundan jetlere, sonra da kuru yakıt tüketen ve daha nice teknoloji harikası araçlarla donatılmış uzay gemileriyle bilinmezlere doğru yol almak için sadece son birkaç yüz yıl yeterli oldu. Yüksek Denizcilik Okulu’nun şimdiki adıyla İTÜ Denizcilik Fakültesi son sınıfı denizde “staj yılıdır”. Bizler, 1954’lüler yüz üç günlük bir staj seferine, 1921 yapımı, üç silindirli buhar makinesi ile yol alan 32 yaşındaki İngiliz yapısı yorgun ve yoksul bir gemi ile çıkmıştık “s.s Bakır”. İskenderun’dan Belçika’nın Anvers limanına dökme buğday götürüyorduk. O zamanlar Tarım Bakanlığı ile tarımı da var olan bu ülke buğday, mısır ve hatta pirinç ihraç ediyordu. Her ne ise o yüz üç gün içinde denize ilk çıkışımızın toyluğu ve heyecanı içinde aslında dev bir şiir ve güzellikler dünyası olan denizin ters, tehlikeli ve çileli taraflarını da yaşayarak nice deneyim edindik. Her birimiz yirmi yaşlarında gençler olarak yaşadıklarımızdan bir şeyler öğreniyor, her gün bir başka türlü kendimize güveniyor, gururlanıyorduk. Ama ne var ki yanımızdan türlü bayraklar altında, uluslararası anlamda denizcilikte tarihleri boyunca gerçekten ileri ve gelişmiş ülkelerin gemileri geçiyordu. Bu yepyeni modern gemiler arkamızda bir nokta gibi beliriyor, hızla bizi yakalıyor ve denizdekilerin deyimi ile bizi “duruyormuşuz” gibi bir hızla geçip ufukta kayboluyorlardı. Yirmi yaşın o coşkulu günlerine karşın külüstür gemimizin güvertesinde hâlâ unutamadığım o eziklik duygusunu ancak o seferde uğradığımız Anvers, Bremen, Hamburg, Hull, Rotterdam ve Londra’da yaşımızca yaşadığımız çok renkli ve çok sesli öykülerle unutabilmişimdir. Bu yazının asıl konusu ise, o duygunun artık kesinlikle kaybolduğu bağlamında ülkemizdeki modern gemi yapımcılığının geldiği aşamaya değinmek. Kaç kişi farkındadır pek bilmiyorum. Ama Türkiye henüz “girilemeyen, satılamayan” Anadolu kıyılarında kurulu kırkı aşkın tersanede her tür ve boyutlarda, uluslararası ve üstü standartlarda gemiler yapıyor. Bu tersaneler gelecek en az beş yıl için yeni sipariş alamayacak kadar dolu. Dahası bu gemiler artık incir, üzüm, fındık gibi ihraç ürünlerimiz misali dış ülkelere satılıyor. Hem ne gemiler, Batılıların dillerinde “sofistike” diye söylenen çok özel tipte gemiler bunlar. Normal kuru yük ve tankerler dışında dünyanın nerdeyse kapıştığı asit, kimyevi madde taşıyıcısı “chemical carriers”, eczane raflarında dizili çeşitli ilaçlar gibi ayrı özellikte ve sıvı haldeki binbir maddeyi ayrı bölümlerine özel donanımlarla yükleyip yine birbirinden bağımsız sistemleriyle boşaltan değişik tipte tankerler uluslararası denizciliğin asları olan ülkelerdeki armatörler, gemi işletmeleri tarafından Türk tersanelerine sipariş ediliyor ve daha inşaat süresi içinde el değiştirip bir başka firmaya satılıyor. Önceki yıllarda, bu sayfada daha ayrıntılı olarak dile getirildiği gibi Türk gemi yapımcılığı artık yoksul ve denizcilikte düşük hızdaki gemiler için kullanılan deyimi ile “yolsuz” gemiler dönemini çoktan aştı. Bu oluşum içinde sevindirici bir gözlem ve yeni bir gerçek, durumun uluslararası önemli basın organlarında da yer alıyor olması (Lloyd List of London17 Mart 06, The New York Times2 Temmuz ve 20 Ağustos 06, The Wall Street Journal14 Eylül 06). Milyonların okuduğu ve oldukça da hacimli makalelerde Türk tersanelerinde gelişmiş turizm sektörünün aktif bir bölümü olan yatçılık, yat turizmi ve yat yapımcılığı övgü ile anlatılıyor. Bu sektörde İtalya, İspanya, Fransa ile yarışıyoruz. Tuzla tersanelerinde yapılan 80/90 metre uzunluğunda, yelkenleri dahil her donanımı köprü üstünden otomatik kumandalı, hızı saatte 20 deniz mili üstündeki lüks yatlar 80 milyon dolar fiyatla alıcı bulmakta güçlük çekmiyor. Ticaret filomuzu donatan genç denizcileri artık kimseler “durur gibi” geçemiyor. Bu ülkenim iç dinamikleri var oldukça, yaşadığımız günlerde olup biten inanılmaz şeylere karşın Kurtuluş Savaşı mucizesinde çizilen rotadan yine de çıkılamayacağına, bu gemiyi kimsenin o rotadan geri döndüremeyeceğine hâlâ inanıyorum. Kendilerini umutsuzluğa alıştıranlara katılmıyorum. Seksen yedi yıl önce gecenin içinde Samsun’a doğru bir gemi akıp gidiyordu Karadeniz’de. Ülkenin kaderini yüklenmişti. Güvertede karanlık geceye karşı bir mucize adam duruyordu. Kafasında aydınlık düşünceler yarışıyordu. Güneş ufuktan doğacaktı. Rotayı o çizmişti. O rotadan şaşmak karaya gitmek demek. O rotadan şaşmak yok... Nüfus Artışı, Göç ve Toplumsal Şiddet Şakir BALKI S mumtazsoysal@gmail.com ağlıksız, eğitimsiz nüfus artışları işsizliğin, yığılmaların, açlığın, kötülüğün, konutsuzluğun, umutsuzluğun, hüzünlerin, intiharların ve şiddetin habercisidir. Günümüzde bunları bir bir yaşamıyor muyuz? 1962 yılının o sonbaharında, Cağaloğlu’ndaki Zübük mizah dergisinin yönetimevine gitmiştim. Düşün Yayınevi’ydi burası. Kemal Tahir’le Aziz Nesin’in birlikte kurmuş oldukları bir kültür odağıydı. Dolambaçlı bir girişi vardı bu eski ahşap yapının. Birkaç odası bulunuyordu; o küçük pencerelerden giren gökyüzü ışığı, odaların o loşluğunu gidermekte güçlük çeki yordu. Bu az aydınlıklı odaların birinde, Aziz Nesin, saçları ak pak olmuş bir beyle konuşuyordu. Konuştuğu Bey’in adı Mansur Tekin’miş. Andre Maurois’in bir kitabını, “Fransa Faciası”sını dilimize kazandıran kişi. Aradan uçup giden zaman, mevcut sohbete derinlik ve genişlik kazandır mıştı. Sözler oraya buraya uçuşmuş da olsa, dönüp dolaştı, doğum ve nüfus sorusunun çengeline takıldı. O yıllarda Türkiye’nin nüfusu kaç milyondu? Oysa ki o yıllarda insan kalabalığı, kentleri ve dağları, deniz kenarlarını böylesine boğazlamamıştı! “İnsan Manzaralan” bu denli yoğunlaşmamıştı. Henüz günümüzün acılarını dokumamıştı. Ortam buyken, Mansur Tekin Bey, sözlerinin bir yerinde, “En büyük vatanseverlik” demişti, “az çocuk yapmaktır. Fazla çocuk hem anaya babaya hem de devlete büyük yüktür. Hele o çoğalışlar eğitimsiz ve kültürsüz, niteliksiz olurlarsa?” Ülkemiz, sık sık tetiklenen ve korkunç ölümlere, zararlara neden olan deprem kuşakları (fay) üzerinde. Ama ne var ki bu faylar, doğum patlaması fayları kadar tehlikeli değil aslında. Günümüzde bu fayların getirmiş oldukları yıkımları ve acı manzaraları görüyor ve yaşıyoruz. Bu (o) yoksul kesimlerin doğurganlığı, ülkemizi bir ahtopot gibi kuşatmış, boğazlamış durumda. Oysa bu durum öylesine acayip ve ters ki, yoksul, azgelişmiş ülkeler nüfus artışı batağı içinde boğulurken, çırpınırken; nüfus sorunu yaşamayan, sanayileşmiş ülkeler de, akıl almaz buluşlara imza atıyorlar. Örnekse, eskiden elli kişinin yapmış olduğu bir iş, günümüzde, üç beş bilgisayar ya da bir iş makinesi ile yerine getirilmiş oluyor. Düşündürücüdür, azgelişmiş ülkelerde, bir yandan nüfus artışı öte yandan da, “makineleşmek” olayı yaşanıyor ve yaşanmaktadır. Çünkü çağımız, insan gücünün yerine mekaniği ve elektroniği ikame etmiş durumda; hatta çok hayret edilecek bir manzaradır ki artık insan gücü yerine robotlar kullanılmaktadır! Gerçek bir olay bu. Avrupalı bir firma Hindistan’da kâğıt fabrikası kuracakmış. Yazışmalar ve planlar yapılmış. Yapımcı firmanın mühendislerinden biri, “Baylar, size öyle bir kâğıt fabrikası kuracağız ki demiş, her tarafı otomatik, ekranlı ve dijital. Tüm fabrikayı düğmelere basarak yöneteceksiniz!..” Bu sözleri sakin sakin dinleyen Hintli yönetici, “Aman efendim” demiş ve acı acı gülmüş, “O düğmeler ve ekranlar da ne oluyor?.. Siz bize eski usul bir fabrika kurun. Çünkü bizde tümen tümen insan var...” Ülkemizde o “Şark” hâlâ egemen. Ülkemizde bu nüfus artışı ve yoğunluğu konusunda hâlâ boş yere konuşanlar var. “Bu artışlardan korkulacak ne var ki” diyorlar. “Nüfus artışımız o eskiye nazaran, yüzde 3’ten yüzde 2.5 civarında seyir ediyor.” Hayalci mugalatası, artış oranının yüzde 3 olduğu yıllarda nüfusumuz 25 milyondu, şimdilerde ise 70 milyon küsur. Mantıksal bir hesapla 25 milyonun yüzde 3’ü ile 70’lerin yüzde 2.5’inin getirisi elbette ki, nüfus artışımız azalıyor diyenleri yaya bırakmış oluyor. Zaten dünlere nazaran da o insan manzaralarımız ortada değil mi? Ama beri yanda da bazı fanatikler de hâlâ “Doğurun...” diye fetva üstüne fetva veriyorlar. Ardından da “Allah büyüktür” diyorlar. “Onların rızkını, okulunu, hastanesini, işini verir!” Peki ama Afrika’da, bazı geri kalmış ülkelerde, aç ve sefil, yüzlerine karasinekler konan, bir deri bir kemik kalmış o yavruların bu (o) halleri ne? Yine peki ama, o esirgeyen ve koruyan nerede?.. İstanbul başta, o diğer kentler de nüfus bakımından şiştiler. Kırsal kesimlerin işgaline uğradılar; uğramaktalar. Göç dalgası çılgınlığı kentleri değil dağları, taşları boğazlamış durumda. Bu akıl almaz yığılmaların azalacağını hiç kimse hayal etmesin. Kent varoşlan, bu gidişle, daha da ahtapotlaşacaktır. Bu göç olayı, eğitimsiz/niteliksiz durumuyla sürdükçe hiçbir yerde huzur ve sükun olmayacaktır. Acaba günümüzde huzur ve sükun var mı? Malthus, bu doğurganlığın formülünü vermişti bir zamanlar.. Yalnız ülkemiz değil, az gelişmiş diğer ülkeler de bu nüfus patlamasının altında eziliyorlar. Dün ve bugün... Öteki dünyada konuk olan Mansur Tekin Bey, o 1962 “Türkiye”sini değil de, dünyanın en büyük köyü olan Türkiye’nin bugünkü manzarasını görmüş olsaydı eğer, acaba başka daha neler söylemiş olurdu? CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle