23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 15TEMMUZ2001 10 PAZAR YAZILARI Tunçmari, duran toplam iyi vurur muydu?Özellikle Galatasaray'ın başanlanndan sonra sık sık söylenir oldu. Galatasaray sayesinde adımızın dünya çapında duyulmasının yarattığı coşku, aslında her zaman bildiğimiz tepkiierle ortaya konulmuştu. Ancak -aralannda kelli felli köf e yazariannın da bulunduğu- kimileri. bunu yeni bir şey sanmışlar, ardından da sosyolojik, psikolojik, antropolojik bir de analiz yapıvermişlerdi hemen; meğer milletimiz başanya susamışmış. Oysa biz daha önceki küçük çaplı zaferlerde bile havalara uçmuştuk ama, kimsenin aklına. aşağılık duygumuzu böylesine açığa vuran bir analiz(!) yapmak gelmemişti. Dolayısıyla bu susuzluğu giderecek çapta, azımsanmayacak başanlan bir çırpida yok sayan bu zihniyet, bir sevinci bile başkalannın canını yakmadan yaşayamayan kimi taraftarlann vahşetini, başanya susamak özünde soylu bir nedene bağlamakJa, ftjtbol vandallığına bir de ulusal onur yaftası asıvermiş oldu. Futboldaki başannın küçümsenecek bir tarafı yok elbette. Itirazım. bu başannın hak ettiği sınır içinde tutulmamasına, tüm başansızlıklanmızın karşısına çıkanlmasınadır. Öyle ki kendi aramızda, ekonomimiz kötü ama futboiumuz iyi, demokraside iyi sayılmayız ama Galatasaray da UEFA Şampiyonu, paramız pul oldu ama rutbolculanmız da Italya'yı fethediyor hani, gibi muhabbetler eder olmuştuk bir aralar. Tamam, buna da ihtiyacımız var ama, sadece bununla yetinmeye razı olmak niye? Kimse kusura bakmasın.. milletimizin başanya susamışlığı falan da yok aynca. Öyle LONDRA olsaydı, milletimizin ferdi, susamışlığınj doya doya giderecek ne büyük kaynaklara sahip olduğunu biraz olsun öğrenirdi. Küçük bir çaba yıllar önce, Prof. Dr. Ahmed Refik Güven'in adının. -tam da Avrupa'da şap hastabğıyla uğraşılırken haorlamak ne iyi olurdu- büyükbaş MUSTAFA hayvanlara yaptığı ERDEMOL aşıya venldiğini. "TürkyoğurrbasilT ^ ^ ^ ^ _ ^ ^ ^ teriminin dünya tıp ~™~~~"~"~" tarihine yine aynı bilim adamımızın çahşmalan sayesinde geçtiğini bilirdi. Kuduz hakkında, Vallery Radot'dan da önce, 1890 yılında, üstelik Türkçe kitap yazan Tiirk bilimci Hüseyin Remzi Bey'den de haberi olabilirdi. Ne işine mi yarardı? En azından benim yaşadığım türden bir keyfin sahibi olurdu. Vedat (Türkali) ağabeyin normal sağlık kontrolü için gittiğimiz Londra'daki ünlü St. Leonard hastanesinde genç bir hemşirenın "Sizin dünya çapında bir kalp doktorunuz var, biliyor musunuz" sorusuna. "Bingür Sönnıez'den mi söz ediyorsunuz" karşı sorusuyla yanıt verişimdeki keyiften -siz buna gurur da diyebilirsiniz- söz ediyorum. Hele. Bingür Bey'den haberdar olarak, tuttuğum takım olmasa da Galatasaray'ın başansından söz etmek öyle bir keyif ki, sormayın... Bırakın Refik Güven bocanın adını anımsamayı, bu "başanya susaımşO)" milletin birçok ferdi, birkaç yıl sonra o rüya Galatasaray'ın tam kadro adını bile Stresle savaşmanın pratikyollan!.. Günlük yaşamımızın artık neredeyse vazgeçilmez parçası sayılan "stres" şimdilerde bürün dünyada üzerinde en çok konuşulan konu neredeyse. Stresle yaşamak bu gidişle "moda''olup çıkacak. Almanya'daki haftalık dergilerde de günlük yaşamın getirdiği gerginlikler konusu durmadan vitrine çıkanlıp incelenedursun, esasen stresle yaşamayı öğrenen milletin biz Türkler olduğunu aslında bütün dünyanın bilmesi lazım! Yaşarulan ekonomik krizin yarattığı olağanüstü gergirdik. enflasyon ve işsizlik ile bir arada geçim derdi ve işten atılma korkusunun yanı sıra buna benzer yığınla güncel konu ve sorun(!) ister istemez insanlann sürekli olarak sinirlenmesine neden oluyor ve stres vücudun sistemini de bozuyor. Doğrudan doğruya stres anında, sempatik sinir sistemi denen ve tansiyonu yükselten sinir sistemi aktivitesi aniden artıyormuş. Ve ardından endişe, korku ile birlikte yükselen kan basıncı vücudun dengesini allak bullak ediyor. îşte bütün bunlara ilaveten trafik, kalabalık ortamlar ve ödenmesi gereken borçlann düşüncesı de eklenince, insan ne yapacağını büsbütün şaşınyor. Şu sıralarda stressiz bir yaşamın nasıl yaratılacağı üstüne pek çok uzman dergilerde sayfalar dolusu tavsiye ve sağlık reçetesini sıralarken gerginliği azaltıcı metotlar da giderek yayılmakta... Almanya'da meditasyon kurslannın ve Ayurveda meraklılannın müşterileri de günden güne çoğalıyor. lnsanlar kendilerini robotlaşmış yaşamın akışından kurtarmak için âdeta çırpınıyorlar. Ancak gerçekler başka! Almanya'da ömeğin her 7 kişiden birinın sinir hastası olduğu ve stresle iç içe yaşadığı gerçeği geçenlerde açıklandı. GEK adlı sağlık kasasının yaptığı araştırma sonuçlanna göre yine sadece bu sene içinde ülke genelinde 12 milyon kişinin depresyon geçirdiği saptanmış. Yilda 155 iş günü havaya uçmuş. Münih'te ise bu tür sorunlar daha çok MÜNİH EROL ÖZKAN yaşanıyorgibi... Sokaklarda kendi kendine konuşan, evsiz ve yapayalnız insan manzaralan giderek artmakta. Ancak şurası bir gerçek ki, stresi azaltacak yığınla pratik çözüm de aslında yok değil. Uzmanlann temcit pılavı gibi ikide bir de sıraladıklan "_Aman gergin ortamlardan uzak durun" veyahut "Sevdiğiıuz işlerle uğraşuT yollu tavsiyelerine kulak asmasanız da bunlar aslında gerçek. Ve tabiı o bilinen reçeteler de magazin sayfalanndan eksiz olmaz pazarlan... Efendim, bir hayvan besleyin, çiçeklerle uğraşm. resim yapın. sporu sevin ya da gezilere çıkın türü tavsiyelerin peşi sıra müzik dinlemenin, özellikle "arp" müziği dinlemenin strese bire bir geldiğini bilmem duydunuz mu? Son zamanlarda ben bu "arp" müziğine fena taktım. Tellerine dokunulduğunda insaru rahatlatan sihirli enstrüman arp, kimyasal ilaçlarla tedaviyi neredeyse rafa kaldiracak gibi etken... Bütünüyle insan vücudunu titreştiren geniş bir oktav düzeninin olması v e glissando tekniği ile arptan elde edilen ses dizilerinin sonsuzluk duygusu oluşturup göğüs kafesindeki beze "th>Tnus"u etkileyerek insan ömrünü de uzattığını biliyor muydunuz? Ve inanın arp çalanJar uzun yaşıyorlarmış. Evet, stresle "harp" etmenin yolu "arp" dinlemekten geçer dersek yanlış olmaz. Hem de bu konuda uluslararası üne sahip bir arpçımız bile var: Yardımcı Doçent Ümtt Tunak. Türkiye'nin ilk solo arp albümü "Bir Meleğin Kanatiannda" ise konuyla ilgilenenlere tavsiye edilecek ilk ve tek örnek. Evet, öyle ya da böyle.. nasıl düşünürseniz düşünün. stresle savaşımın püf noktası. esasen insanın içinde huzur duyması ve yaşamdan zevk almasıdır. Şimdi bu pazar gününü, salaş bir deniz kenan lokantasında, Hendel'in arp konçertosunu, mum ışığında dinleyip kırmızı şarap yudumlayarak sevginizle el ele olmanın mutlulugunu yaşamak, inanın bütün stresinizi silip süpürecektir. Deneyin! Ve siz siz olun, "stres"siz yaşamanın yollannı keşfedin... SeuVde oloylı gün Güney Kore'nin başkentj Seul'de dün yine ABD karştn gösterüer yapüdı. Aralannda üniversite öğrencilerinin de bulunduğu yaklaşık200 eylemci, ABD 8.Ordu Karargâhı'nın önünde polisierie earıstı. Eytemciler, VVashingiton yönetüninin Güney Kore'deki askerler ini cekmesini ve ulusal füze kalkaru projesini iptaJ etmesini istediler. (Fotoğraf: REUTERS) anımsamayacaktır. Metin Oktay'ı sorun bakalım etrafmızdaki futbol tutkunu gençleı Arkadaşım Firdevs Gümüşoğtu nun mikrobıyolog Zekai Muammer Tunçman'ın yaşamını ve çalışmalannı anlaftığı Türkiye'nin Pasteur'ü ana başlıklı kitabını okurken geldi bunlar aldıma. Bir Cumhuriye aydınının, bir bilim insanının öyküsünü anJatmış Firdevs. Yaşamını, makalelerini, ge. notlannı okuduğumuzda bilim insanı olmanı ne demek olduğunu daha iyi anlayabiliyorsunuz. Bizi böyle bir bilimciyle buluşturmak bu kızm aklına nereden geldi diye düşünmüştüm. Televizyonun en önemli buluşlardan biri olduğunu söyleyenlere, kapama düğmesı daha büyük bir buluştur diyen bilge kişiye hak verdirircesine iyice aptal kutusuna dönmüş televizyondan bile istenirse neler kapılabileceğinin iyi bir örneğiymiş aslıda Firdevs. Bakın Tunçman'ın yaşamım kitaplaştırma düşüncesi aklına nasıl gelmiş: "1997 Kasımı'nda TRT 2'de Cumhuriyet'e Kanat Gerenler programını izJerken mikrobiyolog Dr. Zekai Muammer Tunçman'ın adını duydum. Kuduz hastahğuun ortadan kalkması için Diyarbakır'dan İstanbul'a dek Türkrye'nin her \anında büyük bir mücadele veren bir bilira insanınuı öyküsü beni çok heyecanlandutu." Yani Firdevs, o saatlerde hem de üste para ödeyerek kablolu TV'den maç izliyor olsaydı ya da o en büyük buluş olan TV kapama düğmesine dokunmuş bulunsaydı, Tunçman hocadan daha uzun zaman haberdar olamayacaktık demek ki... Laf olsun diye söylemiyorum, Tunçman gibi bir değerden, kendisi de bir değer olan Firdevs'in dikkati sayesinde haberdar oluşumuz, yine de bir tesadüfe bağlı. Tunçman, yarasalardan kuduz geçtiğini, köpek ısırması sonucu tedaviye gelen astım hastalannın krizlerinin kuduz aşısı ile kesilebildiğini buldu. Türkiye'de ilk kez difteri ve çocuk felci panellerini, kendi olanaklanyla hem de tam 14 kez Ulusal Mikrobiyoloji Kongresi'ni dûzenledi. İlk elektron mikroskobu ile ilgili broşürü Türkiye'de ilk Tunçman yazdı. Masraflannı kendisinin karşıladığı Mikrobiyoloji Dergisi'ni 27 yıl aralıksız yayımladı. Yaptıklannın sadece birkaçı bunlar. Böyle bir bilim insanının yaşamını merak etmez mi insan? Başanya susamış değil mi bu millet? Al işte çeşme, hem de sebil. Doya doya, kana kana içsin. Tunçman'ın tek suçu da duran toplara iyi ! vuramamakolsun. '•- " ...-,.{>..:':- Değişen dünya düzeninde yok olan güzellikler Yıllar önce Isveç'te yeniyken, toplumu yakından tanımazken, kendi deneyimlerim yokken ve kulaktan dolma bilgilerle buraya gelmişken. bir yabancı gözüyle kafama takılan bazı görüntüleri anımsıyorum şimdi. Örneğin metroda, belediye otobüslerinde büyük çoğunlukJa kadınlann hatır hutur yeşil elrna yemelerinı. Işyerinde iş arkadaşlan mın, öğleden sonra kahve-çay arası verildiğinde, önceden çantalanna koyduklan çörekleri kimseye ikram etmeden çıkanp atıştırmalannı. Bu arada, güzel bulduğum alışkanlıklan da beni etkilemişti. ÖzellikJe mağaza ve metro girişlerindeki açılır kapamr bir kapıdan geçerken, kapıyı arkalanndan gelen yetişene dek tutmalannı; yürüyen merdivenlerde, duranlann basamağın sağ tarafında dikilerek sol tarafı acelesi olanlara, basamaklan yürüyerek çıkmalan için serbest bırakmalannı, aynı basamakta iki kişinin yan yana durmamasını. Isveçliler, bir yere davetli giderlerse ertesi gün ilk fırsatta telefon ederek "Son görüşmemiz için teşekkürler" derler. Bu bir nezaket gereğidir ve hâlâ küresel yozlaşmaya kurban gitmemiştir. Zamanla deneyimler edindim, genellemeler de. Önyargılı saptamalanm oldu; yanıldığımı anJayınca utandım, önyargım doğru çıkınca da kaygılandım. Başka ülkelerde doğup da bu ülkeye yerleşen insanlann sayılan arttıkça, önyargılarla eski değerler, sıkı sınavdan geçmeye başladılar. Isveçlilenn bir kjsmı, kendi bazı güzel alışkanlıklarını terk etmelerini, yeni "kozmopolittiğe" veriyorlar. "Yeni Jsveçliler" ise Somalilisinden Türk'üne, Şililisiden Arabına, hep aynı halk grubu gibi kabul edilmekten yakınmaktalar. "Biz İsveçliler" denilince nasıl homojen bir grup kast ediliyorsa, "siz göçmenJer" denilince hiç homojen olmayan bir kitle. tek bir halk grubu gibi görülmüş oluyor. Bu gelişim, toplumların "saflığjnı" bırakarak kaynayan bir kazana dönüşmesini mi sağlıyor, yoksa gelenek ve göreneklerini mi değiştiriyor, bilmiyorum. Ama yıllar öncesini bilen STOCKHOLM GÜRHAN UÇKAN — — — biri olarak günlük yaşamdaki olumsuz gelişmeler canımı sıkıyor. Dilerseniz, birkaç örneğe geçeyim: Metro treninde siz sabah işe giderken karşınızda oturan kadın ağzını açıp öyle bir esniyor ki, meraklıysaruz hanfendinin dolgu dişlerinin sayısını saptayabilirsiniz. Bir gün birisine soracağım, ellerinde herhangi bir rahatsızhğı olup olmadığını. Elle ağız örtmek, nanay! Restoranda adam karşınızda yemek yiyor. Sağ elindeki çatalı ortasından. birini bıçaklayacak gibi tutmuş tabağındaki yemeği irili ufaklı yük gibi ağzına tıkıştırmak... Sol çatalla resmen parçalamakta. Açınır-kapanır kapılan tutmalar, iyiden iyiye geçmişte kaldı. Yürüyen merdivenlerde yürümeyenlerin basamağın sağ tarafında durması adeti devam ediyor ama metro vagonlannda inenlere yer verme kültürü, bizim Aksaray'dakine benzemeye başladı. Metro işletiminin özel bir şirkete verilmesinden sonra başlayan aksaklıklar, Isveçlileri de vagondan inenleri beklemeden içeri girmeye başlamaya, gerektiğinde dirsek kullanmaya alıştırdı. Aym zamanda, malum meşrubat, malum hamburger ve malum müzik kanalının iyiden iyiye küreselleştirdiği gençler. gün 24 saat yalnızca kendileri için yaşamayı, bencilliği bir çeşit yaş gereği görmeye başladılar. Falanca marka blucin alması için haftada 40 saat belini kırarak ekmeğıni kazanan aruıesinin neredeyse boğazını sıkan genç, kendisine küçük bir Amerika düşü veren şirkette çağdaş köle maaşıyla köfte kızartırken kendini, sevdiği bir oyuncunun eninde sonunda mutlu olacağı bir son içeren bir filminde rol ahr gibi hissediyor. Işıklar yandığında çok geç olcak ama o kadannı henüz düşünmeyecek kadar genç. Denilebilinir ki yeni dünya düzeninde birçok şey. kişinin esnerken ağzını eliyle kapatmamasından, pantolonundakj markadan ve yaşadığı düş dünyasmdan kendini belli ediyor. Bir Berlin varmış, bir Berlin yokmuş.. Aslında bir Berlin vardı, hatta bir Berlin daha vardı bir zamanlar. Ama onu ne siz sorun ne ben anlatayım. Almanyalar birleşti. Duvarlar yıkıldı. Bir elmanın yansı Doğu Berlin öteki yansı Batı Berlin'le birleşerek Big Apple (Büyük Elma-New York) oldu şimdi. Bu New Yorklaşma/ Yozlaşma virüsü öyle hızh biçimde yayıldı ki.. Berlin, Berlin olalı böyle bir yabancılaşma yaşamadı. Yabancılara bile yabancı gelmiyor artık Berlin. New York'un gökdelenleri var, Paris'in Eyfel Kulesi, Istanbul'un da Boğaz Köprüsü. Berlin'in ise bu kentlerde olmayan "nev-i şahsına münhasır" bir Duvar'ı vardı bir zamanlar. Kimınin Utanç Duvan, kiminin Ağlama Ouvan dediği o "yokluğu varhğından daha çok hissedilen" duvara biz de ağlamıyoruz kuşkusuz. Ama "Duvar bitti, yapı paydos!" derken beklenenin tam tersi oldu. Berlin'in her yeri inşaatlarla donatılmaya başlandı. Burası parlamento binası. Şurası milletvekili lojmanlan. Bu alan Fransız Elçiliği. şu alan AB kuruluşlan derken Berlin, tüm özgünlüklerini yitiren tipik bir başkent olmanın sıkıcı havasına bürünür oldu. Geriye dönüp baktığınızda Berlin'in eski halini bulmanız. hatta yalnızca bunu anımsamanız bile neredeyse olanaksız görünüyor. Kreuzberg'de VValdemarstrasse'deki evimizin karşısında bir zamanlar başka bir dünya vardı. O dünya, ara sıra gidip gelsek de aslında bizim dünyamız değildi. İşte, o dünya, bugün benim yalnızca karşı sokağım oldu. Ben artık hiç gidip gelmesem de o dünya da artık bizim dünyamız oldu. Orada, bir Berlin vardı ki uzakta, işte o Berlin herkesin Berlin'i oldu bir gecede. O geceden sonra da olanlar oldu. Düğünler dernekler, gelin halaylan mı dersin... At kendini Duvar'dan, geride bekJeyenlerin vannış düşünme. Bak her yanda hürriyet. Atıyorum kendimi Duvar'dan aşağı. Başımda kavak yelleriyle Ihlamurlar Altı'nda (Unter den Linden) yürüyorum: Içimde bir iş görmenin saadeti. Istanbul'da Zeynep Kâmil'de Karacaahmet Mezarlığı'nın hemen karşısındaydı evimiz. İster istemez Karacaahmet'in o sükûn içindeki mezarlannı seyrederdik her gün. Evimizle mezarlık arasından dar bir yol geçnordu yalnızca. "Gün gelecek biz oradan bu e\i izleyeceğiz'' diyen komşulanmız vardı. Allahtan henüz o gün gelmedi. Ama yıllar yılı VValdemarstrasse'den sürekli izlediğim öteki Berlin'deki yeni sokağımjza "bir sakm" olarak taşınınca. eski evimi Karacaahmet'ten izler gibi korku içinde -ara sıra kendimi çimdikleyerek- izlemeye başladım. Evet. artık BERLİN o Berlin yoktu. Yani Karacaahmet yok olmuştu. Ne kadar çimdiklesem de kendimi, karşımda artık her gün daha da duvarlaşan bir Berlin duruyordu. Yakılan külleriyle yeniden canlanan Anka Kuşu gibi Berlin de yıkılmış duvannın tozuyla dumanıyla artık bir daha "Bir Berlin daha varnuş" dedirtmemecesine kendini yeniliyordu. Ancak yeniden canlanan bu kuş bir daha asla o Anka Kuşu olamayacaktı. Elimde haftalık gazetemle yürüyorum Kreuzberg'in Türkleşen sokaklannda. Dönerciler mi dersin, telekafeler mi dersin.. her yanda Türkiye! Adalbertstrasse sağlı sollu Türk dükkânlanyla dolu. En çok Türk bu bölgede oturuyor Berlin'de. Soruyorum, Adalbert kimdir diye, önüme çıkan her Türk'e. Kimse bilmiyor. özel bir isim. diyorlar. Geldim geleli bu sokakta otururum, hiç düşünmedim diyor bir "gurbetçi"miz. Söylesene kimdir diyor bana. Bilmek zorunda değil diye düşünüyorum ama.. 30 yıl aynı sokakta oturup da oturduğu sokağın adının ne anlama geldiğini bihneyen, bilmek istemeyen, bilmek için çaba göstermeyen bir kitlenin üyesiydim ben de. LJstelemiyorum. Bir din adamı deyip geçiyorum. Ama sanki Adalbert'i tanıyan CÜMHUR PEKYÎĞİT birine rastlamak Istanbul'dan bir eşe dosta rastlamak gibi bir şey olacaktı benim için. Ama olmadı. Berlin'de yaşamak vardı, bir de Berlin'i yaşamak vardı. Biz hangisini yaşadık acaba? Eminim ama, bir gün rastlayacağım, Berlin'i de yasayan o Türk'e. Istanbul gecelerinin bir yansunası olmalı diyorum 200 bin Türk'ün yaşadığı Berlin üe. Kalkıp meşhur bir Türk lokantasına gidiyoruz. Mezeler, içkiler, yemekler ısmarlanıyor. "Şerefe*lerle "Prosflar birbirine kanşıyor. Ama kanşmayan bir şey var yine de: Hesap. Garson masada oturan herkesten ayn ayn hesap alıyor. Herkes çok doğal karşılıyor bunu. Ister istemez benim de gözümde Istanbul'un Çiçek Pasajı canlanıyor. Akordeon çalan kadın, fasıl heyetleri, garsonlann türlü türlü soğuk mezeleri büyük bir tepsi içinde dünyayı sunar gibi masaya getirmesi, elden gelse yandaki masanın da hesabını ödemeye kalkışan müşteriler... Hadi "Prost" diyor karşımdaki arkadaş. "Prost, prost" diyorum ben de ama bu "Prost" bi türlü kafamdaki "Şerefe"nin tam bir tercümesi olamıyor nedense. Rakının acı, hani o en acı tadı var ya! Hani, susuz içildiğinde içimizi yakıp kavuran tadı, işte o en acı tat, burada Berlin'de entegre olamamış hayatlanmıza sunulan en tatlı gerçekti aslında. Bu gerçek de tek sözcükle dile getirilebilirdi: "Şerefe!"
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle