27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
6ŞUBAT 2000PAZAR CUMHURİYET SAYFA KULTUR kultur@cumhuriyet.com.tr 15 Zeki Ökten, dostluğun başrolde olduğu'Güle Güle'de yok olan güzellikleri anımsatıyor Türkiye'de geçen bir film yaptım, ama özünde anlattıklanm evrensel. Bu filmi yok olan ve elden giden güzel şeyleri haîırlatmak için yaptım. însanlar artık çok hızîı yaşıyorlar. Bütûn bu keşmekeş içüıde dostluk, yakınlık, fedakârlık ve aşk gibi güzellikler kayboluyor. Toplum, bu hızlı dönüşüm içinde insan olmanın erdemlerini yutuyor ve yok ediyor. Bu yıkımı hatırlatmak için fiîmi çekmeye karar verdim. # ••••••••• 'Yaşanmpeşindeldgençyaşlılar'AYŞE KÖKSAL Zeki Ökten, 11 yıl aradan sonra aşk, dostluk ve yaşama sevincı üzerine heye- canlı, hüzünlü ve komik bir öykünûn ış- lendiği 'GüleGüle' adlı fılmiyle yeniden Türk sinemaseverlenn karşısında. Fil- min Zeki Alasya, Metin Akpınar, Yıidız Kenter, Şükran Güngör ve Eşref KoJ- çak'ın yanı sıra Haluk Bilginer, Güler Okten, Ayşegül AJdinç, Ni/üfer Açıkahn ve Serra Yıimaz gibı geniş bir oyuncu kad- rosu bulunuyor. Çocukluklan aynı adada geçmış ve hâlâ bir arada yaşayan beş arkadaşın sı- kı dostluklan üzerine kurulu filmde, Ga- lip'in hayatı boyunca bir kez gördüğü ve büyûk aşk yaşadığı Kübalı sevgilisı Ro- sa'ya kavuşması için arkadaşlannın gös- terdiği çabalar anlatılıyor. Yapımcılığını Faruk Aksoy'un üstlen- diği 'Gûle Güle'nin senaristı Fatih AJû- nöz ise psikolog olmasının getırdiğı de- neyimle karakterleri oluşturmuş. Bir filmi çektikten sonra onun hak- kında konuşmayı izleyiciye bırakmayı yegleyen yönetmen Zeki Ökten ile bir söy- leşi yaptık. - Toplumsal gerçekçi' filmlerin yö- netmeni olarak tanınıvorsunuz. Uzun bir aradan sonraçektiğiniz 'Güle Güle'de ne- den aşk ve dostluk temalanm tercih etti- niz? ZEKt ÖKTEN - Her şeyin hızla de- ğiştigi, yaşamın elden kayıp gittiği, er- _ R&zla kjayb«ld.uğu bu dpnemde *e*sıcak bir duygusallığa, aşka ve dostluğa herkesin ihtiyacı olduğunu dü- şünüyorum. Bu filmi, yok olan ve elden giden güzel şeyleri hatırlatmak için yap- tım. lnsanlar artık çok hızlı yaşıyorlar. Sü- rekli çalışmak, iş ve para peşinde koşmak zorundalar. Hastalanıyorlar, hastaneye gidemiyorlar. Para yetmiyor, aylık alamı- yor, kira veremıyor. Çok fazla dert var. •Bütün bu keşmekeş içinde dostluk, ya- ' kinlık. fedakârlık ve aşk gibi güzellikler kayboluyor. Toplum, bu hızlı dönüşüm içinde ınsan olmanın erdemlerini yutu- yor ve yok ediyor. Bu yıkımı hatırlatmak için bu filmi çekmeye karar verdim. - Peki neden özellikle yaşlılar arasmda yaşanan bir aşk ve dostluk öyküsü bu? OKTEN - Ben onlan yaşlı olarak gör- medim. Hepsinın yaşları 7O'e varmış olabilir, ama beyinleri ve yürekleri genç ve zengin. Filmdeki genç karakterler -me- sela Zarife ve Celal'ın kızı- bu karmaşa içine girmış ve kendılerini kaybetmiş- ler. Genç kız her ne kadaröz- gür ruhlu, kendine hayat kur- maya çalışan bıri olsa da, gömlek değıştirir gibi sevgi- li değiştiriyor \e Galip'in aşkını sanki gerçek değil de bir masalmış gıbı dınîiyor. Ağabey ise para peşinde koş- maktan yozlaşmış ve ruh- suzlaşmış, kansı ıle duygu- suz bir ılişkisi olan kaba bir kışi. Sonuçta ikisı de hayat- tan kopmuş, uzaklaşmış ve yorgunlar. Ama genç yaşlı- lar hep yaşamın peşindeler. Soygun sahnesı onlann ruh- lannın ne kadar genç oldu- ğunun bir göstergesı. Arka- daşlan için fedakârlık yapı- yorlar, ama aslında kendi- leri için de bu soygunu plan- hyorlar. Eskı model Chevro- let'yi tamiretmeleri, onlann da yeniden canlanmalannm ve hayat bulmalannın bir simgesi aslında. - Gah'p 'gerçek' bir aşk mıvaşıyor? OKTEN-Galip'ınkinor- mal bir aşk olmayabilir, ama kesinlikle gerçek. Belki Ro- sa'dan gelen mektuplar Ga- lip'in hissertiği gibi bir ilgi değil. Ama buna gerek de yok, çünkü önemli olan opun kendi kendine yaşa- dığı ve 35 yıl boyunca bes- ledif i, büyüttüğü aşk. Bir de R'osa Kü- ba'dan, yok olmaya yüz tutmuş bir siste- mi ayakta tutmaya çalışan tek ülkeden ge- liyor. Bu aşkm arkasmda böyle bir sis- teme hasret ye özlem de yatıyor. Zaten 'Rosa' bütün karakterleri birleştiren bir aşk aslında. Rosa hepsinin aşkı, hepsi- nin tutkusu. Onlara güç veren, ümit ve- ren, heyecan veren bir aşk. Kısaca baş- rolde aşk var, daha sonra ise dostluk... 'Onlar yaşamı yönlendiriyor' - Bu kadar sıkı bir dostluğun içindeas- lında kişilerin büj ük bir \ alnızlığı hisse- dilivor. OKTEN - Hepsinin kendine ait bir dramı ve hüznü var. Zarife ve Celal ne- redeyse monotonluğa varmış bir evlili- ği devam ettinyorlar. Ismet'ı yıllarca ön- ce kansı bırakmış. o da kendıni arabası- na adamış ve meyhaneye giden, arka- daşlanilegezen 'medenibirdindar'ha- Zeld Ökten sinemaya 11 yd ara vermiştL (KADER TUĞLA) line gelmiş. Şemsi ise annesinin etkisin- den kurtulamamış ve ölünce kendıni yi- tirmiş bir kişi. Bu yüzden süreldi ağla- yacak bir ornuz anyor. Hepsi yine de canlı, umutlu, birçocuk gibi naif ve birbirleri için her an her şe- yi yapmaya hazırlar. Yaşam onlan değil, onlar yaşamı yönlendiriyor. Ben onlan 'örnek karakterler' olarak görüyorum. Onlann yaşadıklan ve içlerinde taşıdık- lan erdemleri izleyenlerin içine işleme- sini ve bunlar üzerinde düşünmelerini istedim. tzleyici o kişinin yaşadığı herduy- gu değişimini görebilsin diye büyük ob- jektifler kullanarak bütün ekranı tek ki- şinın yüzü ile kapladım. Sonuçta oyun- cu ve seyircı yüz yüze geldi ve birebir ile- tişim içine girdi. - FBmin çekim mekânı olarak Bozca- ada'yı seçmenizin bir nedeni var mı? ÖKTEN - Bu yakm ilişkiler yumağı- nı dış dünyadan uzak, sakin ve sessiz bir adada daha kolay canlandıra- bileceğimi düşündüm. Diğer taraftan da biraz kıstınlmış- lık ve sıkışmışlık duygusu ya- ratmaya çahştım. özellikle kale, insana kuşatılmışlık ve ıçindençıkılmazbiryalnızlı- ğın yanı sıra bir de güven duy- gusu veriyor. Anlattığım hi- kâye her ne kadar komık öğe- ler taşısa da, hüzünlü bir hi- kâye olduğu için adamn at- mosferi bunu tamamladı sa- nıyorum - Filmdeveteri kadar hüzün var zaten, bir de 'ölüm' unsu- ru gerekli miydi? OKTEN - Ölüm, aslında bu filmin 'gerçek' olan kısmı. Kanser birdenbire ortaya çı- kan bir hastalık ve engelle- nemez. Bu engellenemezlik hem Galip'i hem de arkadaş- lannı harekete geçiriyor. So- nunda hepsini ölüme ve yo- koluşa gönderiyorum aslın- da. Gaüp tabutu simgeleyen uçakla Küba'ya değil ölüme gıdiyor. Arkadaşlan da kalkan uçağa tel örgüler arkasından bakıyorlar. Sanki hapishane- de gibi. Onlar insanlara bu yokoluşu gösteren bırer araç- tı. Onlar yok olmuş olabilir. Ama arkalannda erdemlerini ve duygulanru bıraktılar. İz- leyenlerin yaşamlanna bu göz- le yeniden bakmalannı istedim. Ama ga- lada bir baktım; gençler, yaşlılar, bütün salon hıçkıra hıçkıra ağlıyor. O zaman Ikz- la mı abartük acaba" diye düşünmeye başladım. -Arnk e-mail ve Internet'in dünyayı yö- nettiği bir ortamda aşkı, bu 'hasretsizlik' mi vt)k etti sizce? OKTEN- Fakslar, Internet, e-mail in- sanlann içindeki duygulan kurutuyor, öldürüyorvebesleyemiyor. Onlarda, uğ- raşılarak yazılmış ve uzun yollar aşarak sana ulaşan bir mektubun sıcaklığı yok. Bu yüzden sanınm Galip' in mektubunun okunduğu sahneye çok önem verdim. Bir kadın mektubu okuyor, biri bakıyor, öbürü dinliyor gibi parcalı birbiçimde çek- seydim istediğim etkiyi yaratamazdım. Ben hiç duraksatmadan kamerayı dön- dürüp bir daire oluşturdum. Tıpkı dün- yanın dönmesi gibi... - Sizce bu sadece Türkiye'ye özgü bir yokoluşmu? ÖKTEN- Ben Türkiye'de geçen, Türk karaktenstiğini yansıtan bir film yaptım. Ama filmin özünde anlattıklanm evren- sel. Dünyanın her yerinde aynı şeylerge- çerli. Sinema sanatının kendisi evrensel zaten. Malzemesı insan ve acılar, mut- luluklar, umutlargibı insanı duygular ol- duğu için sinemanın ortak bir dili var. Öy- le ki artık filmler üç-dört ülkenin birlik- te çalışması ile oluşuyor. 'Güle Güle'de de kameraman ve ışık düzeni Macar bir ekıbe, ses sistemi ise Fransız birekibe ait. Ama sinemanın yarattığı ortak dil saye- sinde doğru ve uygun bir noktada bütün milletler kesişiyor. 'Sanatflniversitesinibitirdik' -Neden 11 yıl ara verdiniz? Bir kırgın- lığuuz mı oldu sinemaya karşı? ÖKTEN - Hıç sinemaya kınlınır mı? Sinema sonu gelmeyen bir sanat, olgun- luk, zenginlik ve yaşam isteyen bir şey. Sürekli değişiyor, kendini yeniliyor. Si- nemayı öğrenmek ve biraz olsun anlaya- bilmek için can atıyorum hâlâ. Bu film ile oyuncular olsun, teknik ekip olsun hep beraber bir sanat üniversitesini bitir- dik. Ara vermemin sebebı özel kanalla- nn çoğalması ile sinemaya ilgmin azal- ması oldu. Hem prodüktör olarak hem de yönetmen olarak bir film üretmem ger- çekten çok zordu. - Son 11 vılda ne değişiklikler olmuf ? ÖKTEN - Her şeyden önce sesli çe- kjjp teknigi beni çok etkiledi. Oyuncu- lar tiyatro kölcenli olduklan için rolleri- ni çok iyi ezberlemiş olmalan ve sesle- rini kullanmayı iyı bılmelen sayesinde çok zorlanmadım. Bozcaada'nın hoşgörülü halkı sayesinde sessiz bir ortam yarattık. Sadece inekler ve köpeklere söz geçire- medik. Bunun dışında sinemaya ilgi du- yan ve okuluna giden gençler çoğalmış. Teknik ekipte birçok okullu genç vardı. A>Tica Yıidız Hanım'ın bir sürü genç oyuncu öğrencileri de rol aldı. Onlann he- yecanı bana da yansıdı. - Genç sinemacıiar hakkında ne düşü- nüvorsunuz? OKTEN - Güzel işler yapıyorlar ve yapacaklar. Konu seçimiyle, çekim tek- nikleri ile sinemaya çeşitlilik kazandır- dılar. Içlerindeki özgüvenle özgürce film çekebiliyorlar. Gerçi gençler eski sine- macılan beğenmıyorlar. Yeşilçam sine- ması ve yeni Türk sineması gibi bir ay- nm yapıyorlar. Ama Yeşilçam sadece bir sokağın adı, o kadar... Philippe Noiret, yenifılminde 1930'lann seçkin bir tiyatro oyuncusunu canlandınyor 6 En önemlisi sağduyunuzdur' Küftür Servisi - Philippe Noiret 70 yaşında ve yüzüncü filmini çevirmesin- den bu yana en az 10 yıl geçti. Noiret, yeni filmi, 'The King of Paris'te, film- lerde rol almak isteyen 1930'lann seç- kin tiyatro oyunculanndan biri olarak karşımıza çıkıyor. Filmin yönetmenı. eski bir gazeteci olan Domkıkjue Mail- fct Maillet, Noiret'yi anlatan bir kitap da yazmış. 'Dk gerçek filmi' olarak LouisMalk' ın 1960'ta çektiği 'Zazie Dans Le Met- ro'nun adını veriyor Noiret. Bu filmde canlandırdıgı, eşit ölçüdeki nezaket ve melankoli taşıyan, parfum kokulan sa- çan, efemine Gabriel Amca rolüyle bel- leklerimize kazınmıştı. O. hemen her rolle karşımıza çıktı. Eşcınselleri, traves- tileri, kiralık katilleri.burjuvalan, prens- leri, sanatçılan, işçilen, çiftçılen canlan- dırdı. Fransa'nın ulusal hazine gözüyle baktığı Noiret, Başkan Mitterrand'ın en sevdiği aktördü. 'Cennet Sinema- sı'ndakı babacan ttalyan film göstencısi ve 'Posta- a'daki şair Neruda rolleri ile ününü dünya çapmda perçınledi. Sık sık karakter oyuncusu olarak tanım- landı. İzleyıcide güven duygusu uyandıran Noiret, hey- betlı yapısını ve derin ıfadelı yüzünü kimi zaman ke- derli, kımı zaman alaycı bir tavırla yansıttı; Taverni- er'nin 'Life and Notfaing But'ında, 'D'Artanyan'ın Km'nda ve şamatacı. kurumlu bir kişıliği canlandır- dıgı 'King of Paris'te olduğu gibi. Philippe Noiret, Kuzey Fransa'da Lılle'de doğdu. Babası tekstil ticareti yaptığından aile yurtıçinde çok jer değiştirdi. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra 1946'da Pans'e yerleştıler. Noiret. kötü notlan yüzünden lı- seden atılınca Katolik kurallannın geçerlı olduğu Oratoriens-D'Artagnan adlı okula yazdınldı. Bura- «ia bir öğretmeni, onu tiyatro konusunda cesaretlen- «ürdi ve Noıret'deki tiyatro potansiyelı hakkında fi- lur veımeleri için okula Montherland, Julien Green T M. iyatrodan sinemaya ilk gelişinizde kendinizi kaybolmuş hissedersiniz. Öğrenmeniz gereken kurallann olmadığını sonra görürsünüz. Çekimde en önemli şey sağduyunuzdur. gibi çağdaş yazarlan davet ettı. Jean-LouisBarrauit'un kumpanyasında iş bulan Noiret'nin yaşamı, JeanVT- lar'ın onu Ulusal Popüler Tıyatro'ya almasıyla türn- den değişri. O dönem, Avrupa hyatrosunun en önem- li isimlerinden Vilar, Avıgnon Festıvah'nın de kuru- cusuydu. Noiret, halen birlıkte olduğu ve tiyatro oyunculuğunu sürdüren eşı Monique Chaumette ile tanıştığı Ulusal Popüler Tiyatro'da yaşadıklannı sev- giyle anımsıyor: "Vîlar,normaldethatroya gitmeyen ve hiç gitmeyecek insanlan tivarroya çekmevi başa- ran bir fikir işçisivdL Paris'in kenar mahallelerinde- ki tüm büyük ricaret ve sanayi merkezlerinde pazar araştırmalan yapü veonlarla bilet fiyatianmn çok uy- gun olduğu abonelik anlaşması yaptı. Tiyatrodaİd belli sınıf ilişkilerinde önemli değişiklikler yaptL Ör- neğin ahşüdık biçimde 21.00'de başlayan ovunlan 20.00'de başlatarak işten çıkan, çaûşan insanlann doğnıdan tiv^trov a gelmelerini ve akşam yemekleri- ni tfyatroda yemeterini sağladı. Gösteri fo- toğraflannı içeren bir giriş metni dağral- masıyla da thatrodan bir kitapla aynlıyor- dunuz. Sıkça nıüzikli akşamlar düzenİeni- yordu, Edıth Pıaf, Maunce Chevalier gibi isimler şarkı söylüvorlardL" Gençliğinde bile yaşlı adam rollenni oynadı Noiret. "Fıztğnn vederin sesfan hiç- bir zaman valeleri veya Harlequin'leri oy- namama müsaitofanadL 24yaşmdayken Ge- rard Phılıpe'in babasını ojTiaıruştıın. An- cak 40'lı v aşlardayken roUerle yaşun denk düşmeve başladL" Noiret'nin güven veren görünümünü ve sesini, aktörün yemek aşkına bağlayabili- riz. 1973'te Noiret'ye uluslararası ün ka- zandıran Marco Ferreri'nin yönettiği 'La Grande Bouffe' filminde olduğu gibi. Fil- min konusu basit: Dört arkadaş, bir kır evinde kendilerine ziyafet çekecekken ölü- me doğru yol alırlar. Öğünlen fantastik ve çok yüklüdür. Noiret'nin rol arkadaşlann- dan MarceUo Mastroianni, ölüm sipariş- lenne nasıl kararverdıklenni açıkladı: "Catherine De- neuve, o zamanlar Noiret'nin sevgilisiydi ve ben de birJamaika seyahati planhyordum. Marco'dan seya- hati gerçekteştirmeden önce beni öldürmesini rica et- tim. Piccolı'ninyapacakbaşka birfitaıivanh. Ugo'nun da işleri vardı. Noiret kanaryayı kapan kedi gibrv dL" Noiret, yemek tutkusunu beraber çahştığı yönet- menlerden AMred MHchcockla da paylaştı. 'Topaz'da gastronomık arkadaşlıklan hakkında nefıs bir anısı var: **tlk çektigimiz sahnede, Los Angeles'taki sriid- yoyagittiğimizde yhip içmek durumundavdım. Hitch- cock, çekimden önce beni çağırdı, 'Fransız usulü ör- dek ezmesı ıstettım, çünkü çok ıyı olduğunu bilıyo- rum. Ve bin dokuz yüz kaç olduğu meçhul bir bor- do beyaz şarap seçtim senin için. Fakat bu şarap, film için fazla iyi olduğundan, onu sıradan Burgon- ya şarabı şişelenne aktardım. Artık bordonu içip ra- hatça ördeğini yiyebilirsin' dedi ve ilk sahneyi çek- GençHğinde bile yaşlı adam rolleriai oynadı. tik. Universal'daki büyük sette, büyük yönetmen Hitchcock'un genel anlamda ekip üzerinde cstirdiği terör dışında büyük bir sessizlik ve koşuşrurmaca vanü. ilk planı esaslı biçimde çektik. Hiç konuşma- dan süreldi yedim, ictim. yedim, içtim. Hiç repliğini yoktu. resmi vansırhm. Arıiden Hitchcock °Kes'' de- dL Bana 'Bay Noiret, büyük bır hata yaptım, size ez- menın nasıl olduğunu sormayı unuttum' dedi." Noiret'nin bedensel kapasitesinin farkında olma- sı, tekniğininparçası haline geldi. "Bu işteöğrenme- niz gereken en önemli şeyierden biri, daima kamere- da neyin olduğunu bitanektir. Tr> atrodan sinemaya ilk gelişinizde kendinizi kaybolmuş hissedersiniz ve son- ra anlarsınızld öğrenmenizgereken kurallarvar. De- vam ettikçe hiçbir kural olmadığını, düşündüğünüz ve anladığınız şeylerinyaşama geçirilmediğini görür- sünüz. Fakatben bir kuralm kahcıhğına inanıyonun; çekimde en önemli olan şey sağduyunuzdur." KUŞBAKIŞI MEMET BAYDUR 'Yarın Son Gündüp' Sinematekle büyümüş kuşaklar için, haftanın be- lirii günlerinde üyesi olduğu klübe gidip bir Jean Vigo, Pudovkin ya da Buster Keaton klasiği seyretmenin keyfı anlatılır şey değıldı. Ştmdi Qu- entin Tarantino'yu, Luc Besson'u ya da David Fincher'i sinema sanatçısı zannedenlerin tersi- ne; Renoir, Hawks, Godard, Rosselini ya da Ozu filmlerınden geçerek sinemaya sevdalanmış bir insan topluluğunun üyesi olmanın keyfinden söz ediyorum. Bırakın bir Kanada, Rus, Japon, Bolivya filmi gör- me şansımızı, Angelopoulos'un şaheseri Sonsuz- luk ve Bir Gün, başkentte oynayacak sinema sa- lonu bulamıyor. Genç kuşağın bilgiç eleştirmen- leriyse, adı Türkçe yazılıp Ingilizce okunan birte- levizyon kanalında filmi yerin dibine batınyorlar. Temposunu ağır bulmuşlar! Bu tempo dedikleri mesele pek önemli bir şey olmalı. Film yavaşmış. Amerikan filmleri gibi hızlı, ani, hafif, uçucu olma- lı her şey. Yoksa tempo yavaş oluyor. Ne yani, Ka- randriou'nun olağanüstü müziği eşliğinde Sela- nik sokaklannda köpegiyle dolanan Bruno Ganz'ı mı seyredeceğiz, John Travolta'nın hızlı ve mü- kemmel filmi yan sinemada oynarken! Bu tempo meselesini Tarkovski anlayamadı, An- gelopoulos anlamadı, Godard anlamadı ama.. maaşallah bizim çocuklar tümüyle çözmüşler işin düğümünü! Temposu yavaş dediler mi akan su- lar duruyor. Bu hüzünlendirici durumun birçok nedeni var elbette.. ama ben birinci nedeni ciddi bir sinematek kurumunun olmayışına bağlıyorum. 1980 kuşağı kendinden önceki başyapıtlan gör- meden, bilmeden giriyor sinemaya. 1920'lerden 1960'lara kadar süren bir dönem var ki yüzlerce birbirinden önemli, yol açıcı, belirteyici film yaptl- mış; bunlar bizim sinemateğimiz kapatıldığından beri ortadan kalktılar. Oysa bırakın Paris, Lond- ra, New York gibi metropollerin muhteşem sine- mateklerini, sinema kulüplerini; uygar ülkelerde kü- çük kentlerin, kasabalann, üniversiteyurtlannın bi- le son derece ciddi sinema kulüpleri var. Car- diff'te, Anvers'te ya da Padua'da yılın her günü açık ve sürekli sinema klasıkleri gösteren film ku- lüpleri var; bu salonlar doluyor ve bu "eski" film- leri seyredenler arasından da sinemada tempo so- runu üstüne devekuşu yumurtası yumurtlayanlar çıkmıyor. Sinema sanatının da bütün diğer sa- natlar gibi her şeyden önce bir 'dil' sanatı oldu- ğunu anlayan insanlar, sinemanın o güzelim ay- dınlığına ellerinde kronometre ve kokakola ile gir- meyen insanlardır. Angelopoulos'un filmini dü- şük (!) tempolu bulmakla, Mozart'ın yinni yedin- ci piyano konçertosunun ikinci bölümünü yavaş tempolu bulmak arasında, eblehlik açısından fark yoktur. Bu da hemen her şey gibi bir dil ve.. bir "tempo" sorunudur önünde sonunda. Basınımızın 'önem//"kalemleri Yıimaz Güney'e hakaretler yağdırıyor günlerdir. Bir "Arkadaş" fil- mi tutturmuşlar gidiyor. Arkadaş, Yıimaz Güney filmleri içinde önemli bir yapıttır, bütün önemli filmler gibi yantışlar da içerir, beceriksizlikler de. Her şey gibi sinemayı da yalayıp yutmuş bu müm- taz kalemlerin, Güney'in Seyyit Han, Umut, Yann Son Gündür, Baba, Ağıt, Acı, Umutsuzlar, Sürü, Düşman, Yol, Duvar gibi yazdığı/ yönettiği filmler hakkındaki düşüncelerini de merak ediyorum doğ- rusu. Ama mesele sinema değil elbette, kırk yıl- da bir çıkan büyük bir sinemacının kişiliğinden, özel hayatından yola çıkarak bütün bir insan toplulu- ğunu küçümsemek, karalamak, küçük görmek. Bu sanşın basın yazılannın asıl derdi sinema ol- saydı, Yıimaz Güney'in yazdığı ve gerçekten bi- rinci sınıf bir sinema sanatçısı olan Zeki Ökten'in yönettiği Sürü ve Düşman adlı fılmlere de büyük ve uzun bir parantez açılırdı. Ağıt filmindeki do- ğaçlama, Acı filmindeki vvestern sineması tema- lan, Yol'un olağanüstü destansılığı, Duvar'ın an- cak Bunuel yapıtlannda görülecek, acımasız bir sistem eleştirisi olduğu üstüne de düşünüp yaz- mak gerekebilirdi. Yıimaz Güney istesek de iste- mesek de kalıcıdır. Geçtiğimizi zannettığimiz yüz- yıl içinde, Türkiye'yı Yıimaz Güney'siz düşüne- meyiz. Düzenle bütünleşmiş cüçeler, patronlan- nın tekerine takoz koyan Haydut'lara tahammül edemiyor. Doğaldır bu.. şaşmamak gerekir. Türkiye'de bir sinematek kurulmalı, yine işe baştan başlanmalıdır. Güney sineması üstüne de- rinlemesine yazılmalı, filmleri sinemalarda/tele- vizyonlarda gösterilmelidir. Bu filmlerin Tarantino ya da Bessonfilmlerikadar "tempolu" olmadığı- nı söyleyeceklerdirtabii. Sonra, günlerden bir gün, haydutlanmızı sevmeyi, saymayı öğrenince, sine- ma üstüne de konuşuruz. Kendi tempomuzla. '" BUGUN • BEYOGLU ADA KÜLTÜR'de 15 OO'te Nilüfer Bıyıklı'nıngösterisi, 18.30'da ESEK topluluğunun 'Godot'yu Izkrken' adlı oyunu yer alıyor. (251 4728) • MEBA SANAT EVİ'nde saat 13.00'te Mine Ergen'in katılacağı 'ShakespeareTiyatrosu' konulu söyleşi yer alıyor. (547 13 35) • ARKADAŞ KİTABEVt'nde saat 16.00'da Erica Fisher'm söyleşisi yer alıyor. (292 95 18) • BEKSAV'da saat 1 S.OO'te Ataol Behramoğlu'nun yazdığı, Ayşe Emel Mesci'nin yönettiği 'Mustafa Suphi Destanı' adlı oyunun sinevizyon gösterimi gerçekleşecek. (349 91 55) • NÂZIM KÜLTÜREVİ'nde saat 15 OO'te Emin Karaca'nın katılacağı 'Basında Kalem Kavgalan' konulu söyleşi yer alıyor (245 04 81) • BtLGİ ÜNtVERSlTESİ'nde 14.00'te 'C Blok', 17.00'de 'Fargo' adlı filmler gösterilecek. (216 00 00) POLONYA FİLMLERİ HAFTASI'NDA BUGÜIM • LEVENT KÜLTÜR MERKEZİ SİNEMA TÜRSAKta saat 18.30'da Zbigniov Rybcznski'nin 'Tango' adlı canlandııma kısa filmi ve Adek Drabinski'nin 'Tuzak' adlı filmi; saat 21.00'de Marek Serafinski'nin 'Yanş' adlı canlandııma kısa filmi ve Maciej Stesicki'nin yönettiği 'Baba' adlı filmı izlenebilir. • AKM SİNEMA SALONU'nda saat 15.00'te Kazimierz Kutz'un yönettiği 'Albay Kvvuatkovvski'; 18. 00'de Witold Gierz'in yönettiği 'K.ırmızı ve Siyah' adlı canlandırma kısa film ve Wladyslaws Pasikovvski nın yönettiği 'Köpekler' gösterilecek. (251 67 70-251 84 81)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle