Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6ŞUBAT 2000PAZAR CUMHURİYET SAYFA
KULTUR kultur@cumhuriyet.com.tr 15
Zeki Ökten, dostluğun başrolde olduğu'Güle Güle'de yok olan güzellikleri anımsatıyor
Türkiye'de geçen bir film yaptım,
ama özünde anlattıklanm evrensel.
Bu filmi yok olan ve elden giden güzel
şeyleri haîırlatmak için yaptım. însanlar
artık çok hızîı yaşıyorlar. Bütûn bu
keşmekeş içüıde dostluk, yakınlık,
fedakârlık ve aşk gibi güzellikler
kayboluyor. Toplum, bu hızlı dönüşüm
içinde insan olmanın erdemlerini
yutuyor ve yok ediyor. Bu yıkımı
hatırlatmak için fiîmi çekmeye
karar verdim. #
•••••••••
'Yaşanmpeşindeldgençyaşlılar'AYŞE KÖKSAL
Zeki Ökten, 11 yıl aradan sonra aşk,
dostluk ve yaşama sevincı üzerine heye-
canlı, hüzünlü ve komik bir öykünûn ış-
lendiği 'GüleGüle' adlı fılmiyle yeniden
Türk sinemaseverlenn karşısında. Fil-
min Zeki Alasya, Metin Akpınar, Yıidız
Kenter, Şükran Güngör ve Eşref KoJ-
çak'ın yanı sıra Haluk Bilginer, Güler
Okten, Ayşegül AJdinç, Ni/üfer Açıkahn
ve Serra Yıimaz gibı geniş bir oyuncu kad-
rosu bulunuyor.
Çocukluklan aynı adada geçmış ve
hâlâ bir arada yaşayan beş arkadaşın sı-
kı dostluklan üzerine kurulu filmde, Ga-
lip'in hayatı boyunca bir kez gördüğü ve
büyûk aşk yaşadığı Kübalı sevgilisı Ro-
sa'ya kavuşması için arkadaşlannın gös-
terdiği çabalar anlatılıyor.
Yapımcılığını Faruk Aksoy'un üstlen-
diği 'Gûle Güle'nin senaristı Fatih AJû-
nöz ise psikolog olmasının getırdiğı de-
neyimle karakterleri oluşturmuş.
Bir filmi çektikten sonra onun hak-
kında konuşmayı izleyiciye bırakmayı
yegleyen yönetmen Zeki Ökten ile bir söy-
leşi yaptık.
- Toplumsal gerçekçi' filmlerin yö-
netmeni olarak tanınıvorsunuz. Uzun bir
aradan sonraçektiğiniz 'Güle Güle'de ne-
den aşk ve dostluk temalanm tercih etti-
niz?
ZEKt ÖKTEN - Her şeyin hızla de-
ğiştigi, yaşamın elden kayıp gittiği, er-
_ R&zla kjayb«ld.uğu bu dpnemde
*e*sıcak bir duygusallığa, aşka ve
dostluğa herkesin ihtiyacı olduğunu dü-
şünüyorum. Bu filmi, yok olan ve elden
giden güzel şeyleri hatırlatmak için yap-
tım. lnsanlar artık çok hızlı yaşıyorlar. Sü-
rekli çalışmak, iş ve para peşinde koşmak
zorundalar. Hastalanıyorlar, hastaneye
gidemiyorlar. Para yetmiyor, aylık alamı-
yor, kira veremıyor. Çok fazla dert var.
•Bütün bu keşmekeş içinde dostluk, ya-
' kinlık. fedakârlık ve aşk gibi güzellikler
kayboluyor. Toplum, bu hızlı dönüşüm
içinde ınsan olmanın erdemlerini yutu-
yor ve yok ediyor. Bu yıkımı hatırlatmak
için bu filmi çekmeye karar verdim.
- Peki neden özellikle yaşlılar arasmda
yaşanan bir aşk ve dostluk öyküsü bu?
OKTEN - Ben onlan yaşlı olarak gör-
medim. Hepsinın yaşları 7O'e varmış
olabilir, ama beyinleri ve yürekleri genç
ve zengin. Filmdeki genç karakterler -me-
sela Zarife ve Celal'ın kızı- bu karmaşa
içine girmış ve kendılerini kaybetmiş-
ler. Genç kız her ne kadaröz-
gür ruhlu, kendine hayat kur-
maya çalışan bıri olsa da,
gömlek değıştirir gibi sevgi-
li değiştiriyor \e Galip'in
aşkını sanki gerçek değil de
bir masalmış gıbı dınîiyor.
Ağabey ise para peşinde koş-
maktan yozlaşmış ve ruh-
suzlaşmış, kansı ıle duygu-
suz bir ılişkisi olan kaba bir
kışi. Sonuçta ikisı de hayat-
tan kopmuş, uzaklaşmış ve
yorgunlar. Ama genç yaşlı-
lar hep yaşamın peşindeler.
Soygun sahnesı onlann ruh-
lannın ne kadar genç oldu-
ğunun bir göstergesı. Arka-
daşlan için fedakârlık yapı-
yorlar, ama aslında kendi-
leri için de bu soygunu plan-
hyorlar. Eskı model Chevro-
let'yi tamiretmeleri, onlann
da yeniden canlanmalannm
ve hayat bulmalannın bir
simgesi aslında.
- Gah'p 'gerçek' bir aşk
mıvaşıyor?
OKTEN-Galip'ınkinor-
mal bir aşk olmayabilir, ama
kesinlikle gerçek. Belki Ro-
sa'dan gelen mektuplar Ga-
lip'in hissertiği gibi bir ilgi
değil. Ama buna gerek de
yok, çünkü önemli olan
opun kendi kendine yaşa-
dığı ve 35 yıl boyunca bes-
ledif i, büyüttüğü aşk. Bir de R'osa Kü-
ba'dan, yok olmaya yüz tutmuş bir siste-
mi ayakta tutmaya çalışan tek ülkeden ge-
liyor. Bu aşkm arkasmda böyle bir sis-
teme hasret ye özlem de yatıyor. Zaten
'Rosa' bütün karakterleri birleştiren bir
aşk aslında. Rosa hepsinin aşkı, hepsi-
nin tutkusu. Onlara güç veren, ümit ve-
ren, heyecan veren bir aşk. Kısaca baş-
rolde aşk var, daha sonra ise dostluk...
'Onlar yaşamı yönlendiriyor'
- Bu kadar sıkı bir dostluğun içindeas-
lında kişilerin büj ük bir \ alnızlığı hisse-
dilivor.
OKTEN - Hepsinin kendine ait bir
dramı ve hüznü var. Zarife ve Celal ne-
redeyse monotonluğa varmış bir evlili-
ği devam ettinyorlar. Ismet'ı yıllarca ön-
ce kansı bırakmış. o da kendıni arabası-
na adamış ve meyhaneye giden, arka-
daşlanilegezen 'medenibirdindar'ha-
Zeld Ökten sinemaya 11 yd ara vermiştL (KADER TUĞLA)
line gelmiş. Şemsi ise annesinin etkisin-
den kurtulamamış ve ölünce kendıni yi-
tirmiş bir kişi. Bu yüzden süreldi ağla-
yacak bir ornuz anyor.
Hepsi yine de canlı, umutlu, birçocuk
gibi naif ve birbirleri için her an her şe-
yi yapmaya hazırlar. Yaşam onlan değil,
onlar yaşamı yönlendiriyor. Ben onlan
'örnek karakterler' olarak görüyorum.
Onlann yaşadıklan ve içlerinde taşıdık-
lan erdemleri izleyenlerin içine işleme-
sini ve bunlar üzerinde düşünmelerini
istedim. tzleyici o kişinin yaşadığı herduy-
gu değişimini görebilsin diye büyük ob-
jektifler kullanarak bütün ekranı tek ki-
şinın yüzü ile kapladım. Sonuçta oyun-
cu ve seyircı yüz yüze geldi ve birebir ile-
tişim içine girdi.
- FBmin çekim mekânı olarak Bozca-
ada'yı seçmenizin bir nedeni var mı?
ÖKTEN - Bu yakm ilişkiler yumağı-
nı dış dünyadan uzak, sakin ve sessiz bir
adada daha kolay canlandıra-
bileceğimi düşündüm. Diğer
taraftan da biraz kıstınlmış-
lık ve sıkışmışlık duygusu ya-
ratmaya çahştım. özellikle
kale, insana kuşatılmışlık ve
ıçindençıkılmazbiryalnızlı-
ğın yanı sıra bir de güven duy-
gusu veriyor. Anlattığım hi-
kâye her ne kadar komık öğe-
ler taşısa da, hüzünlü bir hi-
kâye olduğu için adamn at-
mosferi bunu tamamladı sa-
nıyorum
- Filmdeveteri kadar hüzün
var zaten, bir de 'ölüm' unsu-
ru gerekli miydi?
OKTEN - Ölüm, aslında
bu filmin 'gerçek' olan kısmı.
Kanser birdenbire ortaya çı-
kan bir hastalık ve engelle-
nemez. Bu engellenemezlik
hem Galip'i hem de arkadaş-
lannı harekete geçiriyor. So-
nunda hepsini ölüme ve yo-
koluşa gönderiyorum aslın-
da. Gaüp tabutu simgeleyen
uçakla Küba'ya değil ölüme
gıdiyor. Arkadaşlan da kalkan
uçağa tel örgüler arkasından
bakıyorlar. Sanki hapishane-
de gibi. Onlar insanlara bu
yokoluşu gösteren bırer araç-
tı. Onlar yok olmuş olabilir.
Ama arkalannda erdemlerini
ve duygulanru bıraktılar. İz-
leyenlerin yaşamlanna bu göz-
le yeniden bakmalannı istedim. Ama ga-
lada bir baktım; gençler, yaşlılar, bütün
salon hıçkıra hıçkıra ağlıyor. O zaman Ikz-
la mı abartük acaba" diye düşünmeye
başladım.
-Arnk e-mail ve Internet'in dünyayı yö-
nettiği bir ortamda aşkı, bu 'hasretsizlik'
mi vt)k etti sizce?
OKTEN- Fakslar, Internet, e-mail in-
sanlann içindeki duygulan kurutuyor,
öldürüyorvebesleyemiyor. Onlarda, uğ-
raşılarak yazılmış ve uzun yollar aşarak
sana ulaşan bir mektubun sıcaklığı yok.
Bu yüzden sanınm Galip' in mektubunun
okunduğu sahneye çok önem verdim.
Bir kadın mektubu okuyor, biri bakıyor,
öbürü dinliyor gibi parcalı birbiçimde çek-
seydim istediğim etkiyi yaratamazdım.
Ben hiç duraksatmadan kamerayı dön-
dürüp bir daire oluşturdum. Tıpkı dün-
yanın dönmesi gibi...
- Sizce bu sadece Türkiye'ye özgü bir
yokoluşmu?
ÖKTEN- Ben Türkiye'de geçen, Türk
karaktenstiğini yansıtan bir film yaptım.
Ama filmin özünde anlattıklanm evren-
sel. Dünyanın her yerinde aynı şeylerge-
çerli. Sinema sanatının kendisi evrensel
zaten. Malzemesı insan ve acılar, mut-
luluklar, umutlargibı insanı duygular ol-
duğu için sinemanın ortak bir dili var. Öy-
le ki artık filmler üç-dört ülkenin birlik-
te çalışması ile oluşuyor. 'Güle Güle'de
de kameraman ve ışık düzeni Macar bir
ekıbe, ses sistemi ise Fransız birekibe ait.
Ama sinemanın yarattığı ortak dil saye-
sinde doğru ve uygun bir noktada bütün
milletler kesişiyor.
'Sanatflniversitesinibitirdik'
-Neden 11 yıl ara verdiniz? Bir kırgın-
lığuuz mı oldu sinemaya karşı?
ÖKTEN - Hıç sinemaya kınlınır mı?
Sinema sonu gelmeyen bir sanat, olgun-
luk, zenginlik ve yaşam isteyen bir şey.
Sürekli değişiyor, kendini yeniliyor. Si-
nemayı öğrenmek ve biraz olsun anlaya-
bilmek için can atıyorum hâlâ. Bu film
ile oyuncular olsun, teknik ekip olsun
hep beraber bir sanat üniversitesini bitir-
dik. Ara vermemin sebebı özel kanalla-
nn çoğalması ile sinemaya ilgmin azal-
ması oldu. Hem prodüktör olarak hem de
yönetmen olarak bir film üretmem ger-
çekten çok zordu.
- Son 11 vılda ne değişiklikler olmuf ?
ÖKTEN - Her şeyden önce sesli çe-
kjjp teknigi beni çok etkiledi. Oyuncu-
lar tiyatro kölcenli olduklan için rolleri-
ni çok iyi ezberlemiş olmalan ve sesle-
rini kullanmayı iyı bılmelen sayesinde çok
zorlanmadım. Bozcaada'nın hoşgörülü
halkı sayesinde sessiz bir ortam yarattık.
Sadece inekler ve köpeklere söz geçire-
medik. Bunun dışında sinemaya ilgi du-
yan ve okuluna giden gençler çoğalmış.
Teknik ekipte birçok okullu genç vardı.
A>Tica Yıidız Hanım'ın bir sürü genç
oyuncu öğrencileri de rol aldı. Onlann he-
yecanı bana da yansıdı.
- Genç sinemacıiar hakkında ne düşü-
nüvorsunuz?
OKTEN - Güzel işler yapıyorlar ve
yapacaklar. Konu seçimiyle, çekim tek-
nikleri ile sinemaya çeşitlilik kazandır-
dılar. Içlerindeki özgüvenle özgürce film
çekebiliyorlar. Gerçi gençler eski sine-
macılan beğenmıyorlar. Yeşilçam sine-
ması ve yeni Türk sineması gibi bir ay-
nm yapıyorlar. Ama Yeşilçam sadece bir
sokağın adı, o kadar...
Philippe Noiret, yenifılminde 1930'lann seçkin bir tiyatro oyuncusunu canlandınyor
6
En önemlisi sağduyunuzdur'
Küftür Servisi - Philippe Noiret 70
yaşında ve yüzüncü filmini çevirmesin-
den bu yana en az 10 yıl geçti. Noiret,
yeni filmi, 'The King of Paris'te, film-
lerde rol almak isteyen 1930'lann seç-
kin tiyatro oyunculanndan biri olarak
karşımıza çıkıyor. Filmin yönetmenı.
eski bir gazeteci olan Domkıkjue Mail-
fct Maillet, Noiret'yi anlatan bir kitap
da yazmış.
'Dk gerçek filmi' olarak LouisMalk' ın
1960'ta çektiği 'Zazie Dans Le Met-
ro'nun adını veriyor Noiret. Bu filmde
canlandırdıgı, eşit ölçüdeki nezaket ve
melankoli taşıyan, parfum kokulan sa-
çan, efemine Gabriel Amca rolüyle bel-
leklerimize kazınmıştı. O. hemen her
rolle karşımıza çıktı. Eşcınselleri, traves-
tileri, kiralık katilleri.burjuvalan, prens-
leri, sanatçılan, işçilen, çiftçılen canlan-
dırdı. Fransa'nın ulusal hazine gözüyle
baktığı Noiret, Başkan Mitterrand'ın
en sevdiği aktördü. 'Cennet Sinema-
sı'ndakı babacan ttalyan film göstencısi ve 'Posta-
a'daki şair Neruda rolleri ile ününü dünya çapmda
perçınledi. Sık sık karakter oyuncusu olarak tanım-
landı. İzleyıcide güven duygusu uyandıran Noiret, hey-
betlı yapısını ve derin ıfadelı yüzünü kimi zaman ke-
derli, kımı zaman alaycı bir tavırla yansıttı; Taverni-
er'nin 'Life and Notfaing But'ında, 'D'Artanyan'ın
Km'nda ve şamatacı. kurumlu bir kişıliği canlandır-
dıgı 'King of Paris'te olduğu gibi.
Philippe Noiret, Kuzey Fransa'da Lılle'de doğdu.
Babası tekstil ticareti yaptığından aile yurtıçinde çok
jer değiştirdi. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra 1946'da
Pans'e yerleştıler. Noiret. kötü notlan yüzünden lı-
seden atılınca Katolik kurallannın geçerlı olduğu
Oratoriens-D'Artagnan adlı okula yazdınldı. Bura-
«ia bir öğretmeni, onu tiyatro konusunda cesaretlen-
«ürdi ve Noıret'deki tiyatro potansiyelı hakkında fi-
lur veımeleri için okula Montherland, Julien Green
T
M. iyatrodan
sinemaya ilk
gelişinizde
kendinizi
kaybolmuş
hissedersiniz.
Öğrenmeniz
gereken kurallann
olmadığını sonra
görürsünüz.
Çekimde en
önemli şey
sağduyunuzdur.
gibi çağdaş yazarlan davet ettı. Jean-LouisBarrauit'un
kumpanyasında iş bulan Noiret'nin yaşamı, JeanVT-
lar'ın onu Ulusal Popüler Tıyatro'ya almasıyla türn-
den değişri. O dönem, Avrupa hyatrosunun en önem-
li isimlerinden Vilar, Avıgnon Festıvah'nın de kuru-
cusuydu. Noiret, halen birlıkte olduğu ve tiyatro
oyunculuğunu sürdüren eşı Monique Chaumette ile
tanıştığı Ulusal Popüler Tiyatro'da yaşadıklannı sev-
giyle anımsıyor: "Vîlar,normaldethatroya gitmeyen
ve hiç gitmeyecek insanlan tivarroya çekmevi başa-
ran bir fikir işçisivdL Paris'in kenar mahallelerinde-
ki tüm büyük ricaret ve sanayi merkezlerinde pazar
araştırmalan yapü veonlarla bilet fiyatianmn çok uy-
gun olduğu abonelik anlaşması yaptı. Tiyatrodaİd
belli sınıf ilişkilerinde önemli değişiklikler yaptL Ör-
neğin ahşüdık biçimde 21.00'de başlayan ovunlan
20.00'de başlatarak işten çıkan, çaûşan insanlann
doğnıdan tiv^trov a gelmelerini ve akşam yemekleri-
ni tfyatroda yemeterini sağladı. Gösteri fo-
toğraflannı içeren bir giriş metni dağral-
masıyla da thatrodan bir kitapla aynlıyor-
dunuz. Sıkça nıüzikli akşamlar düzenİeni-
yordu, Edıth Pıaf, Maunce Chevalier gibi
isimler şarkı söylüvorlardL"
Gençliğinde bile yaşlı adam rollenni
oynadı Noiret. "Fıztğnn vederin sesfan hiç-
bir zaman valeleri veya Harlequin'leri oy-
namama müsaitofanadL 24yaşmdayken Ge-
rard Phılıpe'in babasını ojTiaıruştıın. An-
cak 40'lı v aşlardayken roUerle yaşun denk
düşmeve başladL"
Noiret'nin güven veren görünümünü ve
sesini, aktörün yemek aşkına bağlayabili-
riz. 1973'te Noiret'ye uluslararası ün ka-
zandıran Marco Ferreri'nin yönettiği 'La
Grande Bouffe' filminde olduğu gibi. Fil-
min konusu basit: Dört arkadaş, bir kır
evinde kendilerine ziyafet çekecekken ölü-
me doğru yol alırlar. Öğünlen fantastik ve
çok yüklüdür. Noiret'nin rol arkadaşlann-
dan MarceUo Mastroianni, ölüm sipariş-
lenne nasıl kararverdıklenni açıkladı: "Catherine De-
neuve, o zamanlar Noiret'nin sevgilisiydi ve ben de
birJamaika seyahati planhyordum. Marco'dan seya-
hati gerçekteştirmeden önce beni öldürmesini rica et-
tim. Piccolı'ninyapacakbaşka birfitaıivanh. Ugo'nun
da işleri vardı. Noiret kanaryayı kapan kedi gibrv dL"
Noiret, yemek tutkusunu beraber çahştığı yönet-
menlerden AMred MHchcockla da paylaştı. 'Topaz'da
gastronomık arkadaşlıklan hakkında nefıs bir anısı
var: **tlk çektigimiz sahnede, Los Angeles'taki sriid-
yoyagittiğimizde yhip içmek durumundavdım. Hitch-
cock, çekimden önce beni çağırdı, 'Fransız usulü ör-
dek ezmesı ıstettım, çünkü çok ıyı olduğunu bilıyo-
rum. Ve bin dokuz yüz kaç olduğu meçhul bir bor-
do beyaz şarap seçtim senin için. Fakat bu şarap,
film için fazla iyi olduğundan, onu sıradan Burgon-
ya şarabı şişelenne aktardım. Artık bordonu içip ra-
hatça ördeğini yiyebilirsin' dedi ve ilk sahneyi çek-
GençHğinde bile yaşlı adam rolleriai oynadı.
tik. Universal'daki büyük sette, büyük yönetmen
Hitchcock'un genel anlamda ekip üzerinde cstirdiği
terör dışında büyük bir sessizlik ve koşuşrurmaca
vanü. ilk planı esaslı biçimde çektik. Hiç konuşma-
dan süreldi yedim, ictim. yedim, içtim. Hiç repliğini
yoktu. resmi vansırhm. Arıiden Hitchcock °Kes'' de-
dL Bana 'Bay Noiret, büyük bır hata yaptım, size ez-
menın nasıl olduğunu sormayı unuttum' dedi."
Noiret'nin bedensel kapasitesinin farkında olma-
sı, tekniğininparçası haline geldi. "Bu işteöğrenme-
niz gereken en önemli şeyierden biri, daima kamere-
da neyin olduğunu bitanektir. Tr> atrodan sinemaya ilk
gelişinizde kendinizi kaybolmuş hissedersiniz ve son-
ra anlarsınızld öğrenmenizgereken kurallarvar. De-
vam ettikçe hiçbir kural olmadığını, düşündüğünüz
ve anladığınız şeylerinyaşama geçirilmediğini görür-
sünüz. Fakatben bir kuralm kahcıhğına inanıyonun;
çekimde en önemli olan şey sağduyunuzdur."
KUŞBAKIŞI
MEMET BAYDUR
'Yarın Son Gündüp'
Sinematekle büyümüş kuşaklar için, haftanın be-
lirii günlerinde üyesi olduğu klübe gidip bir Jean
Vigo, Pudovkin ya da Buster Keaton klasiği
seyretmenin keyfı anlatılır şey değıldı. Ştmdi Qu-
entin Tarantino'yu, Luc Besson'u ya da David
Fincher'i sinema sanatçısı zannedenlerin tersi-
ne; Renoir, Hawks, Godard, Rosselini ya da
Ozu filmlerınden geçerek sinemaya sevdalanmış
bir insan topluluğunun üyesi olmanın keyfinden
söz ediyorum.
Bırakın bir Kanada, Rus, Japon, Bolivya filmi gör-
me şansımızı, Angelopoulos'un şaheseri Sonsuz-
luk ve Bir Gün, başkentte oynayacak sinema sa-
lonu bulamıyor. Genç kuşağın bilgiç eleştirmen-
leriyse, adı Türkçe yazılıp Ingilizce okunan birte-
levizyon kanalında filmi yerin dibine batınyorlar.
Temposunu ağır bulmuşlar! Bu tempo dedikleri
mesele pek önemli bir şey olmalı. Film yavaşmış.
Amerikan filmleri gibi hızlı, ani, hafif, uçucu olma-
lı her şey. Yoksa tempo yavaş oluyor. Ne yani, Ka-
randriou'nun olağanüstü müziği eşliğinde Sela-
nik sokaklannda köpegiyle dolanan Bruno Ganz'ı
mı seyredeceğiz, John Travolta'nın hızlı ve mü-
kemmel filmi yan sinemada oynarken!
Bu tempo meselesini Tarkovski anlayamadı, An-
gelopoulos anlamadı, Godard anlamadı ama..
maaşallah bizim çocuklar tümüyle çözmüşler işin
düğümünü! Temposu yavaş dediler mi akan su-
lar duruyor. Bu hüzünlendirici durumun birçok
nedeni var elbette.. ama ben birinci nedeni ciddi
bir sinematek kurumunun olmayışına bağlıyorum.
1980 kuşağı kendinden önceki başyapıtlan gör-
meden, bilmeden giriyor sinemaya. 1920'lerden
1960'lara kadar süren bir dönem var ki yüzlerce
birbirinden önemli, yol açıcı, belirteyici film yaptl-
mış; bunlar bizim sinemateğimiz kapatıldığından
beri ortadan kalktılar. Oysa bırakın Paris, Lond-
ra, New York gibi metropollerin muhteşem sine-
mateklerini, sinema kulüplerini; uygar ülkelerde kü-
çük kentlerin, kasabalann, üniversiteyurtlannın bi-
le son derece ciddi sinema kulüpleri var. Car-
diff'te, Anvers'te ya da Padua'da yılın her günü
açık ve sürekli sinema klasıkleri gösteren film ku-
lüpleri var; bu salonlar doluyor ve bu "eski" film-
leri seyredenler arasından da sinemada tempo so-
runu üstüne devekuşu yumurtası yumurtlayanlar
çıkmıyor. Sinema sanatının da bütün diğer sa-
natlar gibi her şeyden önce bir 'dil' sanatı oldu-
ğunu anlayan insanlar, sinemanın o güzelim ay-
dınlığına ellerinde kronometre ve kokakola ile gir-
meyen insanlardır. Angelopoulos'un filmini dü-
şük (!) tempolu bulmakla, Mozart'ın yinni yedin-
ci piyano konçertosunun ikinci bölümünü yavaş
tempolu bulmak arasında, eblehlik açısından fark
yoktur. Bu da hemen her şey gibi bir dil ve.. bir
"tempo" sorunudur önünde sonunda.
Basınımızın 'önem//"kalemleri Yıimaz Güney'e
hakaretler yağdırıyor günlerdir. Bir "Arkadaş" fil-
mi tutturmuşlar gidiyor. Arkadaş, Yıimaz Güney
filmleri içinde önemli bir yapıttır, bütün önemli
filmler gibi yantışlar da içerir, beceriksizlikler de.
Her şey gibi sinemayı da yalayıp yutmuş bu müm-
taz kalemlerin, Güney'in Seyyit Han, Umut, Yann
Son Gündür, Baba, Ağıt, Acı, Umutsuzlar, Sürü,
Düşman, Yol, Duvar gibi yazdığı/ yönettiği filmler
hakkındaki düşüncelerini de merak ediyorum doğ-
rusu. Ama mesele sinema değil elbette, kırk yıl-
da bir çıkan büyük bir sinemacının kişiliğinden, özel
hayatından yola çıkarak bütün bir insan toplulu-
ğunu küçümsemek, karalamak, küçük görmek.
Bu sanşın basın yazılannın asıl derdi sinema ol-
saydı, Yıimaz Güney'in yazdığı ve gerçekten bi-
rinci sınıf bir sinema sanatçısı olan Zeki Ökten'in
yönettiği Sürü ve Düşman adlı fılmlere de büyük
ve uzun bir parantez açılırdı. Ağıt filmindeki do-
ğaçlama, Acı filmindeki vvestern sineması tema-
lan, Yol'un olağanüstü destansılığı, Duvar'ın an-
cak Bunuel yapıtlannda görülecek, acımasız bir
sistem eleştirisi olduğu üstüne de düşünüp yaz-
mak gerekebilirdi. Yıimaz Güney istesek de iste-
mesek de kalıcıdır. Geçtiğimizi zannettığimiz yüz-
yıl içinde, Türkiye'yı Yıimaz Güney'siz düşüne-
meyiz. Düzenle bütünleşmiş cüçeler, patronlan-
nın tekerine takoz koyan Haydut'lara tahammül
edemiyor. Doğaldır bu.. şaşmamak gerekir.
Türkiye'de bir sinematek kurulmalı, yine işe
baştan başlanmalıdır. Güney sineması üstüne de-
rinlemesine yazılmalı, filmleri sinemalarda/tele-
vizyonlarda gösterilmelidir. Bu filmlerin Tarantino
ya da Bessonfilmlerikadar "tempolu" olmadığı-
nı söyleyeceklerdirtabii. Sonra, günlerden bir gün,
haydutlanmızı sevmeyi, saymayı öğrenince, sine-
ma üstüne de konuşuruz.
Kendi tempomuzla. '"
BUGUN
• BEYOGLU ADA KÜLTÜR'de 15 OO'te Nilüfer
Bıyıklı'nıngösterisi, 18.30'da ESEK topluluğunun
'Godot'yu Izkrken' adlı oyunu yer alıyor.
(251 4728)
• MEBA SANAT EVİ'nde saat 13.00'te Mine
Ergen'in katılacağı 'ShakespeareTiyatrosu' konulu
söyleşi yer alıyor. (547 13 35)
• ARKADAŞ KİTABEVt'nde saat 16.00'da Erica
Fisher'm söyleşisi yer alıyor. (292 95 18)
• BEKSAV'da saat 1 S.OO'te Ataol Behramoğlu'nun
yazdığı, Ayşe Emel Mesci'nin yönettiği 'Mustafa
Suphi Destanı' adlı oyunun sinevizyon gösterimi
gerçekleşecek. (349 91 55)
• NÂZIM KÜLTÜREVİ'nde saat 15 OO'te Emin
Karaca'nın katılacağı 'Basında Kalem Kavgalan'
konulu söyleşi yer alıyor (245 04 81)
• BtLGİ ÜNtVERSlTESİ'nde 14.00'te 'C Blok',
17.00'de 'Fargo' adlı filmler gösterilecek.
(216 00 00)
POLONYA FİLMLERİ HAFTASI'NDA BUGÜIM
• LEVENT KÜLTÜR MERKEZİ SİNEMA
TÜRSAKta saat 18.30'da Zbigniov Rybcznski'nin
'Tango' adlı canlandııma kısa filmi ve Adek
Drabinski'nin 'Tuzak' adlı filmi; saat 21.00'de
Marek Serafinski'nin 'Yanş' adlı canlandııma kısa
filmi ve Maciej Stesicki'nin yönettiği 'Baba' adlı
filmı izlenebilir.
• AKM SİNEMA SALONU'nda saat 15.00'te
Kazimierz Kutz'un yönettiği 'Albay Kvvuatkovvski';
18. 00'de Witold Gierz'in yönettiği 'K.ırmızı ve
Siyah' adlı canlandırma kısa film ve Wladyslaws
Pasikovvski nın yönettiği 'Köpekler' gösterilecek.
(251 67 70-251 84 81)