Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
300CAK1994PAZAR CUMHURİYET2 SAYFA
KULTUR
GUNDEMDEKIKONU
ONATKUTLAR
Bir belediye tutuklusunun anılanBelediye'den ödüm kopar.
Çünkü yönetmen arkadaşım Ömer
Kavur'la ben, yeryüzünde bir belediye
tarafından tutuklanan ilk insanlar
arasında yer alıyoruz. Evet, yanhş
okumadınız, sıkıyönetim. polis,
savcı, jandarma falan değil. bir bele-
diye tarafından. Bu bakırndan hem
Türkiye, hem de ben ve Ömer, Gui-
ness kitaplanndan birine girmeye
çoktan hak kazanmış bulunuyoruz.
Bu ilginç. eğlenceli, esrarlı olayı siz-
lere biraz daha aynntılı anlatabilmek
için gerilere, 12 Eylül yönetiminin ilk
aylanna gitmek zorundayım.
Sanınm 1981 yıhnın mart ayında,
soğuk, yağmurlu bir gündü. Sevgili
AtÜla Alpöge ve arkadaşlannın ço-
caklar için oluşturduğu "Uztın Eşek"
adlı müzikli. daslı oyunun organizas-
yon çalışmalan dolayısıyla rahmetli
Egemen Bostancı'nm Şan Müzikbo-
lü'nde, sabah erken otunıyordum. Do-
kuza ceyrek kala Ömer Kavur, kol-
tuğunun altında kocaman ve çerçeveli
"Odül Belgesi" ile geldi. Ödül, onun
yönetuği, senaryosunu benim
yazdığım "Yusuf ile Kenan" filmıne
aitti ve bir Avrupa Festivali'nden
alınmıştı.
Birlikte Ömer'in arabasına bindik
ve Sarachane'deki Anakent Belediye
binasına doğru yola çıktık. Belediye
tktisat Müdürü İhsan Bey'le buluşa-
cakuk.
Bir ödül belgesini koltuğumüzun
altına alarak Belediye'ye yollan-
mamızın da oldukça komik bir öykii-
sü var. O yıllarda belediyeler, Türk si-
nemasını desteklemek için ve bir ha-
raç gibi aldıklan riisum'da indirim
yapabilmek için oldukça karmaşık
bir yol bulmuşlardı. Ödül almış Türk
filmleri. baa uyanıklara fırsat verme-
mek için. bizzat ödülün kendisi Bele-
diye'ye gösterildiği takdirde, daha
düşük rüsumla oynatılabilecekti.
"Yusuf ile Kenan" o gün Taksim
Venüs sinemasında gösterime giri-
yordu. Filmin sahibi olan Alfa Film
adına Ömer Kavur Belediye Iktisat
Müdürlüğü'nden bu indirim belgesi-
ni alacaktı. Müdür İhsan Bey'i ben
şahsen tanıdığım için, birlikte gelmc-
mi istedi.
12 Eylül yöneümi tarafından ata-
nan Korgeneral İsmail Hakkı Akan-
sel'in başkanı olduğu Belediye'ye. kı-
şlaya girer gibi çeşitli kimlik kontrol-
lerinden ve aramalardan geçerek gir-
âME."RüsHm dâîlkîsinin yanındak» dfi-
se girdiğimizde İktisat Müdürü'nün
ali al moru mor, sekreteri azarlarken
gördük.
"Sana kaç kere söyledim, bu iğne
sağdan sola değil, yukarıdan aşağı
saplanacak. Bana bu yaşımda fırça ye-
dirmeye ne hakkınız var?"
Sonra bi^j selamladı ve açıklama
yaptı:
"Efendim, bu işlerie uğraşıyonız"
dedi. "Paşa evrakın birbirine iğnelen-
mesi konusunda kesin talimat verdi.
Kağittar birbirine raptedilirken ufki
iğnelenirse eie batıyormuş, yukardan
aşağı yapılmalıvmış. Oyle yapı-
Imadığmda daire başkanlarmı bile
Paşa ağır sözlerle azarlıyor..."
"Paşa'nm başka işi jok mu?" dedim
gülerek, "Koca betediyenin binlerce
sonımı var..."
Bezin bir ifadeyle baktı. Sonra sek-
reteri gönderdi. Kapıvı kapadı.
Fıstldar gibi "Yokr dedi, "Buniarla
uğraşıyor."
İhsan Bey'in durumu acıkhydı.
Ama vaktimiz yoktu. Rüsum indiri-
mi kağıdınj öğleden önce almahydık.
ömer ödülü açtı. Çaylanmıa yu-
dumlayıp durumu anlatmaya baş-
lamıştık ki...
...birden kapı bir tekmeyle açıldı.
Fırladık yerimizden. Aynı anda içeri
dört-beş Thompson'lu asker daldı. Si-
labJan ûstümüze çevirip "Kıpırdama-
ym!.." diye bağırdılar. Zaten kıpırda-
yacak halimız yoktu. Zavallı ihsan
Bey kalp krizinden neredeyse gidiyor-
du. Askerlerden biri "Burada vatan-
daş var mı?" diye bağırdı. Hepimiz
vatandaş sayılırdık ama. herhalde iş
için gelmiş vatandaşlan kastediyor-
ne yakışır kuru bir tonla "Buvrun !"
dedi. "Ne istemiştinizr'
Ömer şaşkın ve saf bir yüzle cevap
verdi: "ödüllü fiJm tarifesi aJa-
caktık..." Memur hanım doğal bir
hareketle paketi aldı. incelemeye baş-
ladı. O anda kapı gene sert bir tek-
meyle açıldı. Bu kez elinde taban-
casıyla ve savaş üniformasıyla bir
binbaşı daldı içeri. Arkasında gene
otomatik silahh birkaç asker.
Binbaşı kadınlan şöyle bir süzdü.
Sonra, "Herkes iğnesini ipliğini
çıkarsınT'diyebağırdı. Emrinbır"me-
caz" olmayıp gerçekten iğne ve iplik
olduğu anlaşıhnca kadın memurlar
çekmecelerinden makaralar. torbalar
ve iğne yasuklan çıkardılar. "Erkek-
ler de!" dive bağırdı binbaşı. Erkek
memurlarcfan sadece birinin iğnesi
ipliğı vardı. Mahcup bir tavırla
çıkanp masanın üstüne koydu. Bin-
başı "Araymr diye komut verdi as-
aklımı şu iğne iplik meselesine
takmıştım. Bunun açıklaması yapı-
lamıyordu. Dışarda, koridorda ko-
şuşturmalar, emirlerçığhklarduyulu-
yordu.
Memurlardan biri sürekli felaket
sezgilerini dile getiriyordu. "Bizi içeri
atacaklar" diyordu. "En azmdan
birkaç gün bırakmazlar. Ya da burada
hapsederler..."
"öğle yemeğini ne yapacağız?"
dedi genç bir memur kız. "Bir dilim
ekmek bile yok..." Erkek memurlar-
dan biri yanındaki kadın memuru
ışaret ederek, "Nasıl olsa Ayşe
Hanım'ın sefer tasında börek var...
Onu yeriz..." Ayşe Hanım kötü kötü
baktı. Erkek memur avnı espriyi bir
daha yapınca da hüngür hüngür ağla-
maya başladı. Bir yandan çekmece-
den çıkardığı kapaklı kabı açıyor,
öbür yandan hıçkınklar içinde söy-
leniyordu. "Gözünüz iki dilim böre-
du. "Biz vatandaşız" dedik Ömer'le.
"fşiniz neredeyse orada durun!" dedi
asker. İhsan Bey cılız bir sesle "Siz
yan odaya geçin" dedi. Thompson'-
İann arasında yandakı memurlann
bulunduğu geniş salona geçtik. Uzun
ve geniş koridora göz attık geçerken.
Yüzlerce silahh askerle doluydu. As-
kerler birilerini iü'p kakajrak bır yerle-
re sokuyorlardı. Bir gürültü. bir kıya-
met.
"Ne oluyor" diye düşünürken.
kendimizi korkulu ve donuk yüzlü
memurlarla dolu İktisat Müdürlüğü
Kalemi'nde bulduk.
Çoğunluğu orta yaşlı kadırüar olan
memur kadrosu öylece duruyordu.
Kadınlardan biri yanındaki pencere-
den dıyan baktı "Cemseler geJdi"
dedi. "Bütün binanın etrafı sankJı..."
Biz, koltuğumüzun altında ödül. or-
tada. öylece duruyorduk. En yakı-
ndaki memura sordum: "Kıızımı ne
oluyor? Bir olay mı var?" "Bilmiyo-
ruz" dedi kadın. "Bizi de dışan çıkar-
mıyorlar..." Bir süre sessizlik oldu.
Sonra aynı kadın, bir Kafka öyküsü-
kerlere. Askerler bütün iğne \e iplik-
leri incelediler. Sonra çekmeceleri,
dolaplan aradılar. Aradıklan neyse
bulamamış olacaklar ki çıktılar oda-
dan. "Kimse yerinden kıpırdamasın!"
diye tembihlemeyi de unutmadılar.
Orada öyle şaşkın duran bizlerin o
an aklımıza geldi. Koştuk binbaşının
arKaandan. "Binbaşun" dedik; "Biz
çıkabilir miyiz? Biz iş için gelmiş va-
tandaşlarızî"Çok kızdı binbaşı. "Otu-
nın oturdu£unuz yerde..." "Ama" de-
dik. "bizim olup bitenJcrle bir tlginuz
yok. Neden burada hapsolalım?" Bu
kezdahadafazla kızdı binbaşı. "Mem-
leket batıyor yahu!" dedi. "Siz de bi-
raz sabredin... Girin içeri!.."
Emir demiri keser. Girdik yeniden
odaya.
Durum iyice esrarlı bir hal almaya
başlamıştı. Thompson'lu askerler.
iğne iplik. batan memleket falan...
Bilgi edinmek için telefon etmek
yasaktı. Memurlar arasında fısıltılı
konuşmalar oluyordu. Rivayetler çe-
şitliydi: Bir bomba ihban, bir suikast.
bir terörist hücumu vs. Ama ben
ğimdc kaldı. Hadi alın yiyin..."
Bu tuhaf ortamda ikı üç saat
kaldık. Vakit geçırmek için işimLzi
yaptırdık. Rüsum indirim belgesini
aldık. Ama şimdi o belgevi sinemaya
ulaştırmak gerekivordu. Bu ise. bu
şartlarda imkansızdı.
Saai 12.30'd^,. Ijerkesc, Jcoridora
çıkma ve içerdekı büfeden bisküvi vs.
alma ızni çıktt. Dışan fırladık. İlk
rastladığımızaskere nasıl kurtulabile-
ceğimizı sorduk. "alt katta beledije
komutanlığı var hemşerim" dedi ço-
cuk."Ora>asor!" Alt kataindık. üze-
rinde gerçekien "Beledije Komu-
tanlığı" yazılı kapıdan girdik. Bir ma-
sanın arkasında bir yüzbaşı oturu-
yordu. Durumu anlattık. Kesin bir
ifadeyle başını salladı. Kimse beledi-
yeye giremez ve çıkamazdı. Ömer. fil-
min başlamak üzere olduğunu, her
seansta yüzbinlerce lira kaybettiğini
hıç olmazsa sinema salonuna bir tele-
fon edip indirim belgesinin numara
ve tarihini bildirmek istediğini söyle-
di. Yüzbaşı merhamete geldi. "Peki"
dedi. "Ver numaravı..." Ömer de ben
de Venüs sinemasının numansını bil-
miyoruz. Ömer kendi bürosunun nu-
marasanı verdi. Yüzbaşı bizi konuş-
turacak sandık. Ama o ahizeyi kendi
eline aldı. "Oradan kimle konu-
şayım?" dedi. Ömer o şaşkınlıkla git-
gel işlerine bakan tsmail'in adını ver-
di. Yüzbaşı telefonu açtı. "Alo...
İsmail... İsmail..." dedi, sonra bize
döndü "İsmail yok Atıf var ona söylû-
yorum"dedi ve konuşmayı sürdürdü.
Çıkanın o anda rastlantıyla Ömer'in
bürosunda bulunan ünlü yönetmen
Atıf Yılmaz olduğunu anlamıştık
"Atıf!.." Alo Atıf! Bak evladım. Bu-
rası Belediye Komutanlığı. Dinle...
Milli Müdafaa V ergisi sıfır kırk dört
kuruş... Eğlence pul harcı yedi elli alti
kunış... Yazıyor musun? Yahu sor-
ma... Yaz..." Biz dehşet içinde konuş-
mayı ızliyoruz ve karşıdaki Atıf
Yılmaz'ın durumunu düşünüyorduk.
Siz de düşünün, birden telefon çalıyor
ve sert bir ses size "Burası Belediye
Komutanlığı..." deyip rüsum belge-
sinden hiçanlamadığınız rakamlarsı-
rabyor. "Tamam mı Atıf?" diye nok-
taladı konuşmayı yüzbaşı. Ve telefo-
nu kapadı.
Belediyedeki tutukluk hali akşama
kadar sürdü. Artık koridorlarda do-
laşabiliyorduk. Ama manzara daha
içaçıcı değildi. Zaman zaman kori-
dorlardan onbeş yirmi kişilik kızlı er-
kekli memur gruplan geçiyordu. İki
yanlannda silahh askcrlerle. Gözleri
ağlamaktan kıpkırmızı kızlar. korku
içinde yüzleri sapsan oğlanlar. Götü-
rüiüyor. kapıdaki cemselere bindirili-
yor, bilinmiyen bir yere sevkediliyor-
lardı.
Öğleden sonra 15.OO'te yeni bir
dram yaşanmaya başlandı. Okul,
anaokulu ve kreşlerden çıkan çocuk-
lar binanın ana gıriş kapısının yanı-
ndaki camlann dışında ağlıyor, içerdc
onlan bekleyen anneler çaresizlik
içinde gözyaşı döküvor. askerlere yal-
vanyorlardı. Sonunda çocuklar da
"gözaltına alınarak" kurtanldı.
Akşamüstü tam beşe beş kala gin-
şin orada mimarlık bölümünden sınıf
arkadaşım Rüsuhi'\ı gördüm. Elinde
rulo halinde planlarla içeri girmek
için yahanyordu. Sanıvorduk ki içeri
sokmuyorlar. Sonunda başardı. içeri
girdi. Sanldık öpüştük. Ona durumu
anlattım. Dehşete kapılıp dışan çık-
mak istedi bırakmadılar. Son tutuklu
o oldu.
Hep.-dışardaki yakınlanmızı dûşü- •
nmorduk. Ne onlar biliyordu bizim
nerede olduğumuzu. ne de biz dışarda
neler olup bittiğinden haberdardık.
Akşam saat 18.30"da Paşa'nın em-
ri\le serbest bırakılarak özgürlüğü-
müze kavuştuk.
Bu inanılmaz olayın nedenini an-
cak ertesi gün öğrenebilecektik: Paşa
sabah bürosuna girerken, koridorda
duvara asılı bir bez parçası görmüştü.
Rivayete göre beyaz bez üstünde de.
Paşanın kahverengi iplikle dikilmiş
bir karikatürü vardı.
Bu büyük komplonun faili bulunu-
madı.
Not: Birbilimkurguöyküsüneben-
zeyen bunlann tamamı gerçektir. Ta-
nıklann da tümü havattadır.
Ankara Devlet Tiyatrosu'nda Woody Allen'ın 4
Ölüm' adlı oyununu sahneleyen Cüneyt Çalışkur:
Erk? başlı başına dönüştürücü bir güçECETEMELKURAN
ANKARA- "Hayır, hayır.
Bundan böyle banyo yaparken
bile soyunmayacağnna and iee-
run.
Geçen sezon. "sahnede adam
soyundurmak" suçundan hü-
küm gıyen ve "fiiîen", tiyatro
yapmama cezasına çarptınlan
Cüneyt Çalışkur. bu sezon. ken-
di ni "Olüm"le cezalandırdı.
İlgililere duyurulur: Bu kez bir
replik bile, anadan üryan değil!
Herkesin, "soyan yönetnıen"
olarak tanıdığı. bu yüzden Dev-
let Tiyatrolan oyunculannın
biraz da çekindjği Çalışkur.
1991-92 tiyatro sezonunda.
VVoody Allenın "Taıın" adh
oyununu yöneuneye başladı.
Ancak, bazı oyunculann, so-
yulmaya çahştıklan gerekçesiy-
le kendisini dönemin genel mü-
dürüne şikayet etmeleri sonu-
cu," Tann'" yanm kaldı. O dö-
nemden ben. hiç yapıt sahneye
koymayan yönetmen, yeni bir
Allen'la perdelere geri döndü.
Kendini, hala." Tann"yı "ağzı-
na yüzüne bulaştırmakla" suç-
layan Çahşkur. "Bana 3 yû ver-
selerdi, oyunculan etik ve ekin
anlamında hazniar ve Devlet Ti-
yatrolan'na Tann'yı teslim
ederdim" diyor. Ama "becere-
medi", cezası da, ölüm...
İlkin. "Woodymania'nın" ne-
denini sorduk. Çalışkur, bir tür
vicdani sorumluluktan dolayı,
Allen'ın "tamtım elemanlığını"
yapıyor. Çünkü:
"Woody Allen, bir tür zeytin-
yağİJ 'fast food". Jeton atıp al»-
nan zeytinyağlı sarma gibi bir
şey. Acayip ve tuhaf sözcüklerinin
bile az geldiği, hala değişen bir
dun> ada, kerameti kendinden
bir adam o. Hem göreceksiniz,
yakmda zeytinyağlı' fastfood'-
Çalışkur'a göre, 'Woody Allen, bir tür zeytinyağlı bir fast-food'. 'ölüm' oyununda Zührii Erkan ve Ferahnur Nalbantoğlu(üstte).
lar da çıkacak." "Kapsamlı bir
mutluluk endûstrisinin". renkle-
ri ve sözcükleri insanlann üzeri-
ne salıverdiği. bir yandan bo-
yuna binalaşıp, betonlaştığımız
bu çağda. Allen bir gereklilik.
hatta birçok kişiye göre zorun-
luluk. Komedinin çabucak sa-
hiplenildiği, ama bir türlü ciddi-
ye alınmadığı toplumlarda, Al-
len farklı bir seçenek. Korku-
lan ve saplantılan dile getire-
rek. her fırsatta. varoimanır.
ironısini deşerek, yüz kızartıcı
sözcüklerde üsteleyerck. gül-
dürmekten, hatta düşündür-
mekten ötesini beceren bir
"adamcağız." Çalışkur'a göre
de, Allen, bir tür "hastalık ku-
runtusuyla" yaşamaya sevdalı.
O yüzden bunca ölüm. o yüz-
den bunca korku.
Bir de ölüm paranoyası
Allen'ın, ölümden sonra 2.
saplantısı da; seks.' Çalışkur'a
göre, oyunun metninde. yete-
rince öne cıkartılmamış olan bu
öğe. cn azmdan Woody"yi sez-
dirmek ya da sezdiği kadannı
aktarmak için gerckli. Çalışkur,
bu amaçia oyuna yaptığı yükle-
me \eeklemelerden sözediyor:
"Başroldeki Kleinmann
(küçiik adam), oldukça sıradan
bir tip. Anca!. rnetnin tanı-
mladığı diğer kişilikier de çok sı-
radan. Onlan, başat tipler haline
getirdim. Bol miktarda travesti,
homoseksüel, transseksüel var.
Oyunun dilinde değişiklikler
yaptım. Travesti ve transsek-
süellerin kendi aralarında kul-
landıklan dili, ki bu dilin 500
sözeüklük bir sözlüğıi var, oyuna
yükledim. Böylece. toplumun
'farklı olana' baktşını simgeledi-
ği samlan, ama hiçbir bakışı ol-
mayan Kleinmann'ı, daha da be-
lirginJeştirdim. Toplum içinde
'alıkılmamak' için yapılanları ve
'normal' olmayan insanları
buna iten komik yaşamı ta-
nımladım." Alıkılmamak?
"Çingene kökenli travesti di-
linde bir sözcük, "anlamamak"
demek. Oyunda örnekJeri bol'
miktarda var. Örneğin, 'But ko-
lika ahkma teberci cerler' tüm-
cesi oyunda geçiyor. 'Çok mak-
>aj yapma. orospu zannederler"
ilemekten daha anlamlı ve gerçe-
ğe uygun bence." O>uncularla
ilişkiîer nasıl? "Onlaruı bilme-
diklcri bir diinya. İlkin, bazı şey-
leri anlamamalanna çok
şaşu-dım. Ancck, onlar için ya-
saklı bir dünvadan söz ettiğimi
anladım sonra. Oysa benim,
dostlarım nedeniyle, çok yakm-
dan bildiğim bir ilişkiîer sistemi
bu, benim için olağan bir durum.
Peki. oyunda aslolanne?
"Erk gibi bir sorun var, erki
yönebnek gibi hir sorun var.
Oyunda üzerinde duruian soru
bu. Şimdiye kadar çoğu kez, erki
ortaya çıkaranın erkek olduğu
samldı. Oysa. erk kimin elindey-
se, erkek o oluyor. Transseksü-
eller, travestiler \e homoseksüel-
lerden bir ortam y aratmamın ne-
deni de buydu. Oniar da erki eli-
ne geçirince, erkek oluyor çün-
kü. Acımasızlaşıyoriar. Kaldı ki,
işin asıl mizah yüklü yanı şu;
Kleinmann, kendisinin sürüden
olmadığını düşünüyor; farklı ol-
duğu kanısında. Oysa Klein-
mann, tek başına bir sürü zaten.
Böyle bir kişilik karşısında, erki
ele geçiren ve dönüşen kişilikier,
bir de yaşadıkları ölüm para-
noyası dikkate alınınca, ina-
nılmaz canavarlara dönüşüvor-
lar.
Kleinmann'ın çıkmazları
Sylvia Plath'ın Her kadın bir
t'aşiste tapar" sözüyle birlikte dû-
şünüldüğünde. erki alanlaria ve-
renler arasında, bir fark ol-
madığı, erkin başlıbaşına dönüş-
türücü bir güç olduğunu düşünü-
yor insan. Hele bir de oyunu izle-
yince ve Kleinmann'ın çıkmaz-
larmı göriince."
Allen'ın yazdığı oyunu, Öz-
can Özer Türkçe've çevirdi, Cü-
neyt Çalışkur yönetti, Paul Pa-
vey müziklerini yaptı. Yasemin
Altmklar dans düzenlemesini
tasanmladı. Sahne tasanmını
Haris İvigün. giysi tasanmını
Naian Türkoğlu. ışık tasanmını
Ersen Tuncçekiç yaptı. Zühtü
Erkan'ın Kleinmann'ı can-
landırdığı oyun. kalabalık bir
oyuncu kadrosuyla kotanldı.
"Alıkılmamak" gibi sorun-
lannız varsa ve "erk + ek" ol-
mak istemiyorsanız, "Ölüm".
İrfan Şahinbaş Atölyc Sahne-
si'nde sürü>or.
Uygarlığın Arka Kapısı
MEMET BAYDUB
Yirminci yüzyıl da bitmek üzere. Sanırım insanlık de-
ğerleri açısından fazla olumlu bir zaman dilimi değildi
bu. Zaman diliminin olumlusu olumsuzu olmaz, getirip
götürdüğüyle zamanı yargılayamazsın mı diyorsunuz?
Bilemem onu. Ben, yirminci yüzyılın, üç beş yüzyıl gibi
kısa bir süre sonra, birtakım aklı başında kişiler tarafın-
dan bir aptallık ve ölüm yüzyılı olarak etiketleneceğini
düşünüyorum. İnsanlık gelişebildiği kadar gelişti ve bir
yangın yeri yarattı dünyamızda. ölüm ile para, ikiyüzlü-
lük ile paranoya, silah ile uyuşturucu, yalan ile çıkar iliş-
kileri, umursamazlık ile saygısızlık bir yok oluşun hora-
sını tepiyorlar el ele, kir pas içinde. Korkusuz ve saygı-
sız insanlann ellerindeki kanlı bıçağa bakarak pis pis
sırıttıkları bir yüzyıl oldu yirminci yüzyıl. Kanlı bıçak di-
yorum ya, siz onu kanlı bir telefon ya da kanlı kararların
altına düşünmeden imzayı basan bir kalem olarak da al-
gılayabilirsiniz.
Yirminci yüzyılı bırakıp, birinci yüzyıla bakalım biraz.
Oralara dokuzyüzlü telefonlarla ulaşamayacağımıza
göre, bir kitabın kapağını aralayıp yirmi yüzyıl önce Se-
neca'nın yazdıklarını okumamız gerekecek. Şöyle yaz-
mışadam: "Bizler aklımızı iyice yitirdik. Yalnızca birey-
ler değil, milletler de. Cinayeti, insan öldürmeyi kanun-
larla yasaklıyoruz. Savaşı, toplu öldürmeyi, katliamı
alkışlıyoruz. Vahşetimizin ve açgözlülüğumüzün sınırı
yok. Suçlar, bireyler tarafından işleniyorsa daha az za-
rar verirler. Oysa insafsız ve vahşi bir uygulamanın sür-
dürulmesi, her gün senato ve meclisin onaylamasıyla
hayata geçiriliyorsa ve devletin memurlan sade vatan-
daşa yasaklanmış işleri yapmaya zorlanıyorsa ipin ucu
kaçmış demektir. Birkişinin edeceği bir halt, ölüm ceza-
sıyla engellenmeye çalışılırken, aynı haltı yiyen ünifor-
malı askerleri alkışiıyoruz. Hayvanlarm en nazik, en
ince ruhlu olanı insan, öbür hayvanlar barış içinde ya-
şarken, savaş yoluyla kan akıtarak zafere ulaşmaktan
utanç duymuyor."
Seneca, yirmi yüzyıl önce, birinci yüzyılda böyle yaz-
mış.
Uygarlık dediğimiz olgunun, Seneca'nın dilinde söy-
lendiği zaman Sivil heceleriyle başlaması elbette küçük
bir rastlantı değildir. Yirminci yüzyıl insanları öldürmek
için çok uğraştı, bu işe çok zaman ayırdı. Başkalarını öl-
dürmek için çok uğraştı, bunun doğal sonucu olarak
kendini yok etmek için çok uğraştı. Bazen bu uğraşta
kendini aştığı oldu, intihar etmek için aldığı zehir fazla
geldi, kustu ve kurtuldu. 1945ten beri kullanılmıyor atom
bombası. Ne güzel di mi? Oysa 1945'ten bu yana seyir
ettiğimiz ya da katıldığımız savaşlarda ölen insan sayısı,
birinci yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar bütün zamanla-
nn ölü sayısını defalarca katlıyor. Son elli yıl içinde ha-
yata karşı hep ve duraksamadan ölüm kartını kullanmı-
şız. Hıroşima'ya atılan bombanın bir mHyon misli büyük-
lüğünde bir silahhğın üstünde yaşıyoruz. Adına dünya
dediğimiz bu zavallı depo!
Peki umut yok mu?
Nazım Hikmet, umutsuz yaşanmıyor derken haklıydı.
Umutsuz yaşanmıyor. Anımsamadan da yaşanmadığı
gibi. Umut ve anımsamaksa, bir şeylerden sorumlu his-
setmek gibi, artık pek önemsenmeyen insanı bir titreşi-
mi getiriyor masaya. Kendilerini olup biten her şeyden
sorumlu hisseden insanlar.. Belki yirmi birinci yüzyılın
nasıl geçeceğini onlar belirleyecek. Gördüğünüz gibi,
umutsuz yaşanmıyor.
Bir Ispanyol tarihçi, Avrupa nerede biter sorusunu,
şakayla karışık "Sokak kahvelerinin, kaldınm kahvelerf-
n/nb/tt;ğ/yerde"diyeyanıtlamıştı.Çocukparklarının, ki-
tapçıların, evlerinde kedi, köpek. kuş besleyen insan-
ların, düşünce özgürlüğünün bittiği yerde de diyebilirdi.
Polisin ve kaba gücün günlük hayata, askerin ve gizli itti-
fakların yıllık hayata egemen olmadığı yerler de var dün-
yada. Uygarlık, günlük hayata ne kadar yansıyorsa o ka-
dar uygarlıktır gibi bir sonuç çıkıyor ortaya. Bu kapıdan
bakınca ülkemizde vaziyet pek parlak değil. insanların
diri diri yakıldığı, bazı cümleleri sarf ederek kolayca linç
edilebileceğiniz, ilkokullarda Arapça dualann ders adı
altında, çocuklara ezberletildiği, herhangi bir konu üstü-
ne, küfürleşmeden iki gün tartışmanın olanaksız olduğu,
herkesin kendini haklı gördüğü, hoşgörülü, alçakgönül-
lü olmanın, parasal htrsları olmamanın enayilik addedil-
diği. sonunda suçlayanla suçlunun neredeyse birbirleri-
ne müstahak olduğu bir toplum, giderek uygar olmak
yollarından kendi ayaklarıyla uzaklaşan, o yolları açma-
ya çalışan insanlann itilip kakıldığı, küçümsendiği bir
toplum olma yolunda hızia ilerliyoruz. Ote yandan uy-
garlık kavramıyla Avrupa'yı özdeş konumlara koymak
gibi trajikomik bir yanılgıya düşenlerimiz de sayıca çok-
lar. Siyasi tutukluları ortaçağdan kalma tahta mengene-
lerle boğaraköldüren ispanyada Avrupa'ydı 1970lerde.
Kadınlan, çocukları yakarak öldüren Almanya da Avru-
pa'dır 1990larda. Ingiliz polisi atları ve coplanyla yürü-
müştü grevci maden işçilerinin üstüne 1980lerde. Bun-
lann hiçbirıni yirminci yüzyılda uygar toplum manzara-
ları olarak algılayamayız. Uygarlığın buzlu camından
bakarsak, Isviçre Avrupa'nın tam ortasında bence tipik
birvahşitoplum manzarasıyla oturmaktadır. Bu örnek-
ler arttırılabilir. Avrupa kavramıyla, uygarlık kavramını
birbirinden ayıran dincı fanatiklere kadar gider bu yol.
Oysa önemli olan şunu anlamaktır sanıyorum: Barbarlı-
kta birleşen toplumlar, uygarlıkta da birleşebiliyorlar.
Bu, biraz da budünyada, herşeyin hepimizeaitolduğu-
nun bilincine varmakla gerçekleşiyor. Oysa ülkemiz ve
hükümetlerimizin tarih boyunca başlıca politikacı, bir
dostumun dediği gibi, "bu toplumu dunyadan korumak
gerekçesiyle, dunyadan ayırmak, soyutlamak olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti tarihi, bir izolasyon tarihidir" Uy-
gar Avrupa'yı. barbarlığın da kaynağı olan Avrupa'dan
ayırt etmemizi neredeyse imkansız kılan bir siyasal tari-
himiz var. Aynı dostumun dediği gibi, bizler kendi dikta-
törlerimizle yüzleşip hesaplaşmak yerine. onlarla öz-
deşleşen bir toplumun insanlarıyız. Uygarlık işte burada
zorlaşıyor biraz.
Kendi memleketim için pek iyimser olmadığımı düşü-
nüyorsanız. asfaltın oriasında kafasmdan vurulmuş bir
adam gördüğümü söylerim. iki tavuk, kafasında açılan
delikten beynini didikliyorlar adamın. 1990larda Av-
rupa'nın ortasında çekildi bu fotoğraf. Bitkin, yorgun bir
dünya sendeliyor yirmi birinci yüzyılın kapısında.
Öyleyse neden kötümser değilim?
Deği\im çünkü yirminci yüzyılın son yıllanda olup bi-
ten hiçbir şeyi, tarihin ya da başka bir şeyin sonu olarak
görmüyorum. Bir epilog değil bu yüzyılda yaşadıkları-
mız. Bence daha çok bir prolog ile karşı karşıyayız. Bir
şey bitmiyor, tam tersine bir şey başlıyor. Ustelik bu se-
fer zorla, ite kaka değil, özgür seçimle gelecek ve insa-
noğlu daha iyi bir sistem bulana dek kalacak bir sistem
söz konusu. Tarihin sonu gelmedi, tarih şimdi başlıyor
diyorum sözün kısası. Sonra neden bilmem, gülümse-
yerek bir kapıyı aralıyorum ve ardıma bakmadan, cesur
bir bebek gibi ilk adımımı atıyorum bu kirli ve güzel bah-
çeye. Adına uygarlık dediğiniz...
SÖYLEV(CİLTl-2)
HıfziV.Velidedeoğlu
23. bası 70.000 (KDV içinde)
Çağdaş Yaymlurı Türkocağı Cad. 39-41 Cağaloğlu-İstanbul
ödemeligönderilınez