Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA CUMHURtYET 17TEMMUZ1992CUMA
OLAYLAR VE GORUŞLER
Sanatçıyı Dışlamak
MELİH CEVDET ANDAY
Platon, ıdeal devleti aynntılı olarak anlattı-
ğı Devlet adh yapıtında şaire, ya da genel ola-
rak sanatçıya yer vermez, yer verdiklerini de
sıkı altında, sansür. gözetiminde tutar.
Şaşırtıa bir tutumdur bu, böylesi büyük bir
düşünür, nasıl olur da sanatı, sanatçıyı kü-
çûmser! Devlet'te, dram şairi ideal devleti gez-
tneğe kalkışacak olursa, kendisine sınıra de-
ğin nazikçe eşlik edileceğini söyler. Kısacası,
kapı dışan ediyor onu. Dram şairi dedim
ama, bu ağır eleştiriden Homeros da yakasını
kurtaramamıştır. Platon'un sanat ve sanatçı
düşmanlığı üzerinde çok durulmuştur, çeşitli
biçimde yorumlanmışür bu tutum.
Geçen ay bu konuda Iris Murdoch'un güzel
bir kitabı yayımlandı bizde: Ateş ve Güneş-
Platon Sanatçılan Neden Dışladı? (Çeviren,
Serdar Rifat Kırkoğlu). Keyif alarak oku-
dum. Yazar, daha kitabının başlannda sık sık
düe getirilen bir dedikoduya yer vermekten
kendini alamarruş: Platon gençliğinde şairdi,
sonra bıraktı şiiri, işi felsefeye vurdu; işte, de-
niyor, onun şairleri kıskanması bundandır.
Ancak adını andığımız bu adam, sıradan bir
eleştirmen değjldir, filosoflann en büyüğüdür.
Çiçero, onun için şöyle diyor: "Felsefe demek
Platon demektir; çünkü ondan sonra gelen fi-
losotlar ya Platoncudur, ya da Platon'a karşı-
dır."
Böylesine büyük bir düşünür, kendisini
kıskançlık hastalığından koruyamaz mı? Biz
şimdi bu dedikoduyu bir yana bırakabm da,
konunun ciddi yanlan üzerinde durahm, elbet
yerimizin elverdiği ölçüde. Ama bunu yapabi-
lecek miyim, bilmiyorum, çünkü açıldıkça
acılan, genişleyen, denne giden bir konudur
bu.
Iris Murdoch ilginç bir ansıtma yapmış, di-
yor ki, "Şairler, peygamber ve bilge olarak- fi-
losoflann ortaya çıkışlanndan çok önce var
olmuşlardır." öyle ise onlar filosoflann ra-
kiplendirler. Bundan ötürü de gözetim altın-
da tutulmalıdırlar; yazdıklan sansürden ge-
çirilmeüdir. Çünkü sanat tehlikelidir, baştan
çıkana ve ahlak bozucudur. Nasıl olur? Eski
Yunan toplumu gibi, sanat âşığı bilinen bir
toplumda bu gibi sözlere yer olmah mıydı?
Buraya gelindikte, elimizdeki kitaptan şu
sözleri okursak biraz doğruluruz sanınm:
"Kuşku yok ki, Yunanlılar, genelde, bizim
saygı uyandıran 'güzel sanatlar' anlayışına sa-
hip değülerdi; 'güzel sanat' kavramı için Yu-
nancada ayn bir terim yoktu, tekhne sözcüğü,
sanat, zanaat ve ustalık anlamlanna geliyor-
du." Buna mim koyalım. Platon'un güzel sa-
natlara saygısız olduğunu kolay kolay söyle-
yemeyeceğiz demek istiyorum.
Aynca şunu da belirtmek gerekiyor; Pla-
ton'un diye bilinen otuz altı diyalogdan kimi-
ni düzmece sayanlar var. Bu dıyaloglar arasın--
da, ünlü düşünürün, sanatçıyı devletinın
dışmda bıraktığını üstüne basa basa söylediği
Devtet ile Yasalar'ı da koyanlar olduğunu bili-
yoruz.
Ama biz bu tartışmaya girmeyelim ve Pla-
ton felsefesi ile sanatın neden birbirlerine
karşı düştüğünü araştırmayı sürdürelim.
Bunun için de, ilk iş olarak, ktealar kuramı-
na değinmemız gerekecek. Bu Mealar'a Form-
lar da denir. Yazar şöyle diyor: "Formlar ru-
hun ölümsüzlüğü öğretisi için getiştirilen bir
uslamlamanın parçasını oluşturur. Bu form-
lar sayesinde konuşabilmekte ve bilgi sahibi
olabilmekteyizdir, çünkü ruhlanmız doğma-
dan önce (bu idealann ya da formlann) açık
açık görükbildikleri bir yerde olmuşlardır.
Arumsama ya da anamnesis adı verilen öğreti
budur."
Biraz daha açalım bu sözleri... Duyu verile-
rimizle algıladığımız nesneler, bütün gördük-
lerimiz, işittiklerimiz ve dokunduklanmız,
gerçek bilgi ile özdeş sayılamaz. Biz, bir halk
deyimi ile yalan bir dünyada yaşıyoruz. Cop-
leston, Felsefe Tarihi adlı yapıtının İDEAı
Yayınlan) birinci cildinin Platon'a ayırdığı
bölürnde şöyle diyor: "... Sokrates, algı nesne-
lerinin, Heraklitus'un öğrettiği gibi, her za-
man bir akış durumu içinde olduklannı gös-
termeğe çalışır; onlar hiçbir zaman var değil-
dirler, her zaman olmakta'dırlar ' Şu sözlere
de bir gözatalım: "Bilginin nesnesi dayanıklı
ve kalıcı, durağan olmah, ve açık olarak ve bi-
limsel tanımlamada kavranabilmelidir."
Şimdi gene Platon'a dönelim... Ona göre,
gerçek bilginin nesnesi idea'lardır. Ruhumuz,
daha doğmadan önce onlan bir yerde gör-
müş, tanımıştır.
Ama nerede? Onu açık seçik olarak bilemi-
yor, öğrenemiyoruz. Ama idealar öğretisine
göre, diyelim bir marangoz bir masa yaptı ise,
bunu, anımsadığı masa ideasına göre
yapmıştır. Masa resmini çizen ressam ise, bu
açıdan bakıldığında- üçüncü basamakta bir
taklitçidir? Platon taklitten nefret eder, bunu
ahlaka aykın sayar. Böylece şairler de, hele
hele tiyatrocular, dram şairleri bu tanımın içi-
ne girerek devletten kovulma cezasını hak
ederler. Tiyatroculann suçu, kötüyü, gülünç
olanı taklit ettikleri ve tannlan yanüş tanıtük-
lan için, daha da büyüktür. Elbet bu suçun
yolunu açan adam Homeros'tur. Homeros
nerden bilirmiş silahlan, savaşı, hekimliği?
Nerden öğrenmiş tannlann huylannı? Bun-
lann tümü uydurmadır ve böyle olduğu için
de toplumu yanıltıcı, kötüye yönelticidirler.
Demek devletin, sanatçıyı sansür etmekte
hakkı vardır. Topluma yalnızca iyi örnekler
gösterilmelidir; dinginlik, denge, ılımlıhktır
yararlı olan.
Buncası ile anlaşıldığına göre Platon, güzel-
liği, iyiliğe bağlamak istemektedir; ancak iyi
olan güzel sayılabilir. Üst yanı İcötülükten
başka bir şey değildir.
Oldukça güç bir felsefe konusunu özetleye-
bildim mi dersiniz?
Ama daha ekleyeceklerim var.
Bir başka fılosof, Plotinos bu konuda ilginç
bir görüş atmıştır ortaya; sanatçının maddesel
nesneyi değjl, idealan kopya ettiğjni ileri sürü-
yor.
Bu görüş, ne yapayım ki, bana daha doğru
göründü. Ama, "Sanatçı, idealan nerden bi-
fîr?" diye soracak olursanız, susanm, bir şey
diyemem. Ama sanat tarihine baktığımda gö-
rüyorum ki, sanat hiçbir zaman maddesel nes-
neleri (yalan nesneleri) taklit etmemiş, onu
hep aşmaya kalkmış, kendini katmış araya,
dünyaya değişik bir görünüş vermiştir. Bun-
lar idealann taküdinden doğmuştur diye-
mem; ama esin tannsalsa bundan kuşkulana-
biliriz. Tannsal esin, bir anlamda delilik de-
mektir. Yunancası theia moira idi.
Platon çağımızda yaşasaydı sanatı suçlaya-
mayacaktı sanınm. Yalnız kübistleri ömek
getirmekle yetinmeyecegim; onlardan önce
Izlenimriler doğayı allak bullak ettiler çünkü.
Oscar Wilde, "Doğa, sanatı taklit ediyor" de-
miş ve Seine nehrinin îzlenimcilerden sonıa
başka renkte aktığını eklemişti. Sanat, insanın
doğaya eklediği bir şeydir, bundan ötürü de
küttür tanımı içine girer. Şiirde imge şairin
taklitçiliğini değil, yaratıcılığını gösterir.
Homeros taklitçi değil, betimleyici idi, çünkü
kendinden önce gelmiş, bir şair bilmiyordu.
Onun tannlar üstüne bilgi vermesi de düş gü-
cünü gösterir. Başka ne yapabilirdi?
Ins Murdoch'un Ateş ve Güneş adh bu
kitabında derinliğine işlenen konunun sıyasal
yönü de çok ilginçtir elbet: Şaire güvenilmeye-
cek, başına buyruk bir kişidir çünkü o,
yazdıklan sansürden geçirüecektir, topluma
kötülük getirecek sözler varsa atılacaktır...
Ah ideal toplum düşleyenlerin, ütopyacıla-
nn en zayıf yanlan buradadır işte: lyiyi kötü-
den kim ayıracak o devlette, doğru yolu kim
saptayacaktır? "Filosof" demek istiyor Pla-
ton. Ama fılosofun yanıhp yanılmadığYnı kim
söyleyecek? Ben oyumu kullanayım: Platon'-
un devletinde yaşamak istemem. (Gerçekte o
beni istemez.)
ARADABIR
Yrd.Doç.Dr. HAYRETTİN ÖKÇESİZ
Marmara Üni. Hukuk Fakültesi
Geçerfi Oy - Beyaz Oy
Bugünlerde üniversitelerin öğretim üyeleri, üniversite-
leri için altı rektör adayını seçerek adlannı, -bunlardan üçü
YÖK, kalan ikisi de devlet başkanı tarafmdan elenmek
üzere- Ankara'ya göndereceklerdir. Bu elenmenin herkes
tarafmdan adil sayılabilecek tek ölçütü olabilir: Daha anti-
patik değil, daha az oy almış olanların elenmesi... Bu, so-
nuçta en çok oy almış adayın tek ad olarak her iki seçme
ve atama organınca birlikte benimsenmesi demektir ki,
buna yasa elbette olanak tanımaktadır Ancak YÖK'ün ve
Devlet Başkanı'nın bu ölçüte rağbet edip etmeyecekleri,
kendi hesaplanna, arzularına kalmıştır. Ote yandan bu öl-
çüte, öbür beş adayla birlikte onlan seçmiş olacak öteki
öğretim üyeleri de sıcak bakmayacaklardır. Oyle ki, ata-
mada başka ölçütlerin kullanılması herkesce olağan kar-
şılanacaktır Kaybeden üzülecektir, fakat başına geleni
haksız sayamayacak ve gösteremeyecektir. Ancak buna
hakkı olacak kişl, en çok oyu almasına karşın elenecek
olandır. Bu kişi elbette daha sonra kendi seçmenleriyle
sonucu protesto edebilir. Ama onu da tam içten saymak
kolay olmayacaktır, çünkü başlarken ilk altının içerisinde
şansını denemek niyetiyle, şimdi kendisine tanınmayan
bu hakkı zamanında başkalarınatanımaya hazır bulunma-
mış olmak zannı altında kalacaktır.
Böylelikle rektör atanmasında muhtemelen hertürlü öl-
çütün kullanılabileceğine şimdiden rıza gösteren aday
adayı önce ilk hendeği atlamak zorundadır:llk altının içeri-
sine girebilmek için adının olabildiğince çok öğretim üye-
since oy pusulalanna yazılması gerekiyor. Oyle sanıyo-
rum ki, gerçek bilimciler olarak bu üyeler ise bilimin önko-
şullan olan; bilimsel etkinlikte özgürlük ve eşitliğin, da-
yanışmanın, demokratik temelde hukukun üstünlüğüne
dayalı üniversite tasarımının yanında yer alacaklardır. Bu
oyları kazanabılmek için aday adayları, ikinci aşamada
söz konusu olacak ve zımnen kabullendikleri aşırı takdir
yetkisini reddeden; atanmaya, ünıversiter istemlere (talep-
lere) uygun bir düzen getiren çözümler önereceklerdir.
örneğin, en çok ve rektörlük için makul sayıda oyu alama-
mış olmalarına karşın rektörlüğe atandıkları takdirde bu
görevi üstlenmeyeceklerini kamuoyuna açıklayacaklar-
dır.
İkinci aşamadaki şansından hiç bir ideal uğruna vazgeç-
mek istemeyen aday adayı, başka bir grup seçmene yöne-
tecektir. Bunlara sesleniş biçemi, demokratik temelde hu-
kukun üstünlüğüne dayalı, özgürlükçü veeşitlikçi üniversi-
te tasarımı yerine; özel, ad olarak belirli, kayırmacı, sem-
biyotik oy arayışına yönelik olacaktır. Hemen belirtmeli-
yim ki, ilk altnın içerisine girebildiği takdirde bu aday
mArkastll.Sayfada
TARTIŞMA
Demli Çayı içememek!
Acaba kendi benliğimizi, kendi özelliklerimizi silerek. onlan taklit
ederek mi turistleri memnun edeceğimizi sanıyoaız?
Sayın Turizm Bakanı Abdülkadir Ateş,
siz bakan olarak kararlar alıyorsunuz.
Ben de bir vatandaş ve aynı zamanda bir
turist olarak tepkiler gösteriyorum. Uzun
zamandan ben Avrupa'da yaşıyor, Avru-
palı turistlerle beraber, Akdeniz'in değişik
kıyılannda tatil geciriyorum. Değişik diller
bilmem de turistlere yaklaşmama, nelerden
hoşlandıklannı öğrenmeme yardım edi-
yor.
Bildiğim kadanyla turistler, her gittikleri
ülkede, o ülkenin özellikleriyle ilgilenirler.
tspanya'da "boğa dövüşü"ne. müziklı
danslı İspanyol gecelerine giderler. Yugos-
lavya'da. tarihi eserler ve halk müziğidir.
tabii güzelliklerin dışında onlan ilgilendi-
ren.
Türkiye'de tahrip etmekte, çaldırmakta
olduğumuz zengin tarihi kültürel mirası-
mızın, tabii güzelliklerin yanında neden
hoşlaruyor yabancı turistler? Halkımızın
misafırperverliğinden. bizdeki insan yakın-
hğından, her yerde bulduklan değişik hiz-
metlerden. Bunlann arasında "demli çayı'
unutmayalım. Paris'te, Türkiye'yi ziyaret
etmiş olan bütün Fransız dostlanm, evime
geldikleri vakit benden demli çay istiyorlar.
Türkiye'de, vapurda, berberde her gittikle-
ri yerde, o boynu kınk bardaklanmızla ik-
ram edilen demli çay, onlara özel bir zevk
venyor.
Bu nedenle gazetelerde, İstanbul vapur-
lannda demli çay servisinin kaldınlacağını
okudugum vakit çok üzüldüm. Acaba ken-
di benliğimizi, kendi özelliklerimizi silerek.
onlan taklit ederek mi turistleri memnun
edeceğimizi sanıyoruz? Onlan memnun
edelim derken. bizi, kendi halkımızı yıllar
boyunca alıştıklan küçük zevklerden mah-
rum etmek doğru mu? Zaten Boğaz'ın ah-
şap yalılannı, Adalar'ın o güzel köşklerini
yıktırdık. denizlerimizi kirlettik. sahilleri-
mizi betonlaştırdık. tabii plaj diye bir şey
bırakmadık. Bırakın bari şu demli çayımı-
zı, turistlerin de çok sevdiği, vapurlann o
koltuklu salonlannda, onlarla beraber
zevkle içelim. En derin saygılanmla.
Emekli Doç.Dr. YILDIZ SERTEL
7. Paris Üniversiıesi
Bu Yupdun Şairi Nerede?
Namık Kemal'ler, Tevfık Fikret'ler, Emin Bülent'ler, Mehmet Emin
Yurdakul'lar, hatta hatta benim bile adını çok yeni duyduğum
Osman Fahri'lerle, önceki ve sonraki gerçek yurtsever şairler kadar
yurdunu, pınl pınl Türkiye'mizi seven şairlerimiz yok mu bugûn?
Atatürk'ün ölümünden bu yana Türki-
ye en buhranlı günlerini yaşıyor. Bir
ölüm-kalım mücadelesinin içindeyiz ade-
ta.
Bir yanda gerici (irtica cephesi"/ başını
almış gidiyor. Bütün laik ve dinamik, çağ-
daş ilkeler çiğnenmeye, yok edilmeye çah-
şılıyor. Dine saygı bayrağı ile Atatürk
düşmanhğı, cumhuriyet düşmanbğı kö-
rüklene körüklene büyük yangınlara dö-
nüştürülme yoluna sokuluyor. Rabıtalar,
petrol spmürgeni Araplar, Humeyni ar-
tıklan. Üç beş yaşındaki çocuklan "teset-
türe" sokup cami avlulanna koltuk altla-
nnda mini mushaflarla sürenler mi ararsı-
nız, aynı yaşlardaki yoksul çocuklan alıp
konforlu, bakımb çocuk yurtlannda ta
yüksek öğrenimlerini biürtinceye, bir ta-
kım mevkilere getirünceye kadar beyinle-
rini yıkaya yıkaya büyütenler mi?
Devlet ve hükümet kademelerinde, si-
yasal parti çevrelerinde tıs yok zaten. En
ilerici geçinen, Atatürkçülük dendi miydi
tozu dumana katan örgütlerde ise havan-
da su dövmekten başka bir şey yok. Hepsi
kişi olarak kendi çıkarlanna alet edebil-
dikleri sürece bir takım fıkirlerin peşinde
görünmeyi biliyorlar, hepsi o kadar. Nice
Atatürkçü adını taşıyan kuruluşlar, nice
kadın dernekleri buna dahil. Bilmem ne
yönetmeliğinin fılanca maddesi için so-
kaklara dökülen onbinlerce üniversiteli
genç bugün vatan elden giderken bile kıl-
lannı kıpırdatmıyorlar; diskoteklerde,
park köşelerinde, cin pantolonlu kızlarla-
diz dize, dip dibe seksoloji eğitimlerini sür-
dürüyorlar.
Bir de edebiyatçılanmız, şairlerimiz
var... Haala en kişisel aşk ve özlem duygu-
lannı oya gibi işlemenin san?f •"
1
'""'
ı8
ı
olduğunu saruyorlar. Anlaşılmaz, anlam
bile çıkanlmaz kınk-dökük mısralarla sa-
nat yaptıklan vehmi içindeler. Dağlarca'-
lar, Anday'lar, Cumalflar, Birsel'ler yaş-
landılar da ondan mı sustular!
Ya gençlere neler oldu, neden onlar
duygusallıklan kişisel kadın erkek ilişkile-
rinin aşk vehimlerinin, beden ve temas
vuruculuklanrun ötesinde bir şeylere yö-
nelmiyorlar?
Namık Kemal'ler, Tevfık Fikret'ler,
Emin Bülent'ler, Mehmet Emin Yurda-
kul'lar, hatta hatta benim bile adını çok
yeni duyduğum Osman Fahri'lerle, önce-
ki ve sonraki gerçek yurtsever şairler ka-
dar yurdunu, pınl pınl Türkiye'mizi seven
şairlerimiz yok mu bugün?
Fikret'in: "Kanun diye topraklara sür-
tüldü cebinler / Kanun diye, kanun diye
kanun tepelendi" dizelerini; Yurdakul'un:
"Ben bir Türk'üm dinim, cinsim ulu-
dur,
Sinem, özüm ateş ile doludur
tnsan olan vatanınm kuludur
Türk evladı evde durmaz giderim "
dörtlüğündeki yurtsever ruhu taşıdığın-
dan hiçbir zaman şüphe etmememiz gere-
ken şairlerimiz neredeler?
KENAN HARUN
PENCERE
AmanDokiop-
Okurum, adını ve açık adresini yazmış, ben yine saklı tu-
tuyorum, zengin Arap ülkelerinden birinde çalışan bir
doktor; hepimizi ilgilendiren bir hayat memat sorununa
parmak baismış, gönderdiği mektubu yayınlıyorum.
"Sayın llhan Selçuk,
Önce kronik bir Cumhuriyet okuru olduğumu vurgulaya-
rak mektubuma başlamak istiyorum. Yurtdışında yaşadı-
ğımızdan elime biraz geç geçen 26 Haziran 1992 günlü
Pencere'nize iki genç doktoru konuk etmişsiniz. Bu genç
meslektaştarın yakınmalanna karşılık 37senelik tecrübesi
olan bir hekim olarak bazı gerçeklere değinmek istiyo-
rum.
Bu genç arkadaşlarım diyorlar ki 'Bir doğum görmeden,
bir dikiş atmadan, tıp fakültesinden mezun olduk.' Söyle-
mek istediklerine katılıyorum. Gerçekten kendilerini zor
günler bekliyor gelecekte. Düşününüz ki bu gençler İstan-
bul Tıp Fakültesi'nden mezun. Bir de Anadolu'daki içler
acısı tıp fakültelerinden mezun olanları düşünün, ne du-
rumdalar!.. Tanrı kendilerine yardım etsin!.."
Bu noktada okurumun mektubunu kesip bir soru sormak
istiyorum: Tanrı genç doktorlara mı yardım etsin?
Yoksa hastalara mı?
Okumaya devam edelim:
"Bu gerçekleri kabul ettikten sonra değinmek istediğim
nokta şu: Dünyanın hiçbir yerinde tıp fakülteleri teorik bil-
ginin yanında her öğrenciye yeterli pratik bilgi vermezler,
vermeleri de beklenemez. Bu çocuklar daha ileri ülkelerin
tıp fakültelerinden mezun olsalar, yeterli doğum pratiği
veya her türlü yarayı dikme pratiği kazanmış olacaklar
mıydı? Kesinlikle hayırl.. Ancak olsa o/sa bir miktar daha
kapsamlı teorik bilgi edineceklerdi. O kadar. Şimdi diye-
ceksiniz ki ileri saydığımız ülkelerdeki pratisyen hekimler
bu kadar tecrübesiz midirler? Tabii değildirler ve meslek-
lerini bilirler. Işin püf noktası da buradadır. Dünyada geri
kabul ettiğimiz memleketler de dahil, genellikle tıp fakülte-
sini bitiren birisi, tıp fakültesi mezunu olur, ama hekim
olamaz. Nasıl ki bir hukuk fakültesi mezunu, 6e/// aşama-
lardan geçmeden hâkim ya da avukat olamıyorsa...
Halen benim bulunduğum ülke dahi, pek çok memleket,
tıp fakültesi mezunu gence, belirli hastanelerde bir yıl ça-
lışma koşulu getirmektedir. Dahiliye, hariciye, kadın, do-
ğum, çocuk kliniklerinde asistan gibi çalışarak, görerek,
yaparak çalışan ve teorik bilgisini pratiğe çeviren genç
doktora 'lisans' verilir, çalışma izni sağlanır. Ancak bu //-
sans, bir ülke, hatta o ülkenin belirli bir bölgesi için geçer-
lidjr; her zaman ve herhangi bir nedenle 'iptal' edilebilir.
Bu durumda o kişi bir daha hekimlik yapamaz. Daha ileri
ülkelerde (Almanya gibi) iki sene daha yeterlik belgeli
hastanelerde çalışıldıktan sonra lisans atınabiliyor, Ame-
rika ve Kanada örneğinde aynca bir pratisyen hekimin
yanında belli bir süre staj yapması öngörülüyor.
Gördüğünüz gibi sıkıntı tıp fakültesinde değil, sistemin
bozukluğunda, eğer bu çocuklar da verdiğim örneklerdeki
gibi daha bir süre eğitim görseler, hiçbir sıkıntı kalmaya-
cak, onlar da hekim olacaklar, tıpkı bizim olduğumuz gibi,
yanılma, öğrenme ile...
Nasılsa Türkiye'de insan hayatı çok ucuz...
Çocuk ölümlerinde Afrika yı solladığımız ve biryaralıya
en kritik zaman olan ilk 20-30 dakikada müdahale edeme-
diğimiz bu dönemde, bırakalım ölen ölsün...
Nasılsa kalan sağlar bizimdir."
•
Zengin Arap ülkesinde hekimlik yapan okurumun mektu-
bu bu köşeye sığmayacak, altını çizdiğim satırlarla bitir-
mek istiyorum:
"Sayın Selçuk, önemli olan insan hayatı. En az zararla,
en yüksek sonuca varmak için çok şey yapmak gerekiyor.
Halkın da bilinçlenmesi, hakkını araması, her olayı kadere
bağlamaması gerekiyor. Bakınız benim çalıştığım bu ül-
kede en ufak bir hata yapmayasınız, dünyayı başmıza yı-
karlar. Benim çalıştığım hastanede her şey bilgisayarla
takip edilir, hiçbir hata gözden kaçmaz, haftada bir topla-
nan tıbbi kurulda incelenir, soruşturulur. Aynca aileler son
derece duyarlıdır, en küçük bir olayı üst otoritelere, hatta
krala yansıtırlar. Burada bulunduğum yedi yıllık sürede
birkaç defa şikâyet edildim, çok üst düzeyde soruşturma
ile karşı karşıya kaldım. Düşünüyorum da bildiğim bilme-
diğim ne çok hata yapmışım Türkiye'deki meslek hayatım-
da!.. Bunlardan dolayı hiçbir ciddi soruşturma ile karşılaş-
madım." ^
Arap krallıklarından birinde çalışan Cumhuriyet okurunun
mektubu ilginç değil mi? t
Türk Dili Dergisi
Türk Dili Dergisi, alü yaşında!
Temmuz-Ağustos sayısı bütün büyük kitapçılarda.
"Türk dilinin bağımsızlık ülküsünü
hiçbir kötülük düşünen yok edemez"
Türk Dili Dergisi'nin hesap numarası Posta Çcki No:
1228O7'ye 25000 TL. yatırarak bir yıllık dergi üyesi
olunuz. 50000 TL. iki yıllık...
P.K. 118 Kadıköy 81302 İstanbul.
\ ü
B E L D E L E R İ
UYGUN FIYAT, KOLAY ODEM
BİR ODA BİR SALON, İKİ YÜZ KIRLANGIÇ,
BOL UÇURTMA...
Y E N İ B İ R Y O R U M
"Artan nûfusa ve ülke ihtiyaçlarına paralel olarak, vatandaşlanmızın
konut edinebilmeleri için, gereken ucuz kredi mekanizmalan oluşturulacak,
öncelikle hiç evi olmayana kredi verilecek ve vatandaşı konut sahibi
edebilecek bir ortam sağlanacaktır" Hükümet Programı Kasım 1991.
Evet... Toplu konut projeleri; hızlı, ekonomik inşaat teknikleri ve ucuz
girdilerie, herkesin ulaşabileceği maliyetlere kavuşuyor.
"İnsarf'ı ön plana atarak, mutluluğa herkesin hakkı olduğu ilkesinden
hareketle yeni bir yoruma kavuşuyor. Uygulma Temmuz 1992.
T.C. BAŞBAKANLIK
TOPLU
KONUTİDARESİBAŞKANUĞI
M U T L U Ç O Ğ U N L U K