15 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 17 ŞUBAT1992 PAZARTESİ 14 GORUŞLER HUKIJKÇU GÖZÜYLE BULENT TANOR Diyanet Işterfnin Takvimi D iyanet Işleri Başkanlığı (DİB) iki yıl sonra yet- mişine basacak. Teşkilat nerdeyse cumhuriyet- le yaşıt ve uzunca bir hayat takvimine sahip. Tek partili dönemde DİB, teknik bir kamu hizmeti sunan ve ibadet işlerini yürüten bir kuruluştu. Vaydığı esas mesaj ise rejimin baş parolası olan "iyi yurt- taş olmak"tı. Buna dinsel takviye sağlamak, bu örgütün ideolojik işleviydi. Dönem, Kemalist reformlar dönemiydi ve rejim çerçe- vesi otoriterdi. Ulus önceşi ve ulus üstü güçJü bir kurum olan din millileştirilmeye, Türkleştirilmeye ve devletleşti- rilmeye çalışıhyordu. Ömmetçi kültür ve ideolojinin ulu- sal kültür ve ideolojiye yerini bırakması esas hedeflerden- di. Bu politikanın din karşısındaki tutumu, onu devlet ve toplum ilişkiJeri düzeyinden geriletmek, bireysellik alanı- na, yani viçdanlara ve ibadete indirgemekti. Burada zor- luk, Hıristiyanlıktan farklı olarak lslam dininin din ve dünya ya da din ve siyaset işleri aynmını kabul etmemesi, hukuktan iktisata kadar hemen her alanda söyleyeceği sözlerin bulunmasıydı. Bununla birlikte, Türk laikliğinin cüretkar projesi bü- yük çapta başanya ulaşabilmiştir. Günümüz Türkiyesi'- nde demokrasi ve laikliğin vazgeçilmezliği ve bitişik ikiz- liği noktasına bu sayede ulaşılabilmiştir. İşte DİB, aslın- da klasik laiklik ve din-devlet aynlığı tanımına ters düşmekle beraber, bu sürece hizmet etmesi için kurul- muştu. Çok partili _ . t , . _ , , „ , - Diyanet Işlerı Başkanlığı'nın görevlerini "laiklik ilkesi doğrultusunda" yerine getirdiğini bildiren anayasa hükmü, bu örgütün anayasayla uyuşmayan çizgisini gözler önüne seriyor. Jıayatta ise DİB, ka- çmılmaz olarak bu işlevin dışına çıkmış- tır. Bugün, 2 trilyon- Iuk bütçesiyle, yay- gınlaşan taşra örgü- tüyle, vakıf ve fon destekleriyle pek çok icraatçı bakanlıktan daha etkindir, daha donanımlıdır. Asıl önemlisi, devletin laik ideolojik vesayetinden kur- tulan DİB, Sünni doktrinin köklerini doğrudan yayma işlevini yüklenmiştir. îlk ve ortaöğretimdeki zorunlu din derslerine paralel olarak din buyruklan DİB'in, bu "kı- saltılmış hayat takvimi" dışında bir de 2 milyon basıp yurtdışında parasız dağıttığı 1992 takvimi var. Bu takvi- min yaprakları; üniversitelerin zararlarına, tesettürün farz oluşuna, nüfus artışının kerametlerine, yağmur dua- sının faziletlerine, "insanlar içinde inananlara en büyük düşman olarak Yahudiler"e, "faizsiz finans kuruluşlan- na iştirak"e teşvike aynlmış (Cumhuriyet, 11.2.1992). Buna karşıhk devletin başka kurum, organ, kural ve politikalarından çıkan veriler yukarkilerin tam tersi yön- de. İktidarlar, biraz da demagojik ve popülist biçimde nerdeyse her ile üniversite kazandırmak istiyorlar. Ana- yasa Mahkemesi, haklı-haksız, üniversitelerde "türban yasağı"nın anayasadan doğduğuna karar veriyor. Nüfus planlaması bütün iktidarlann ortak sorunu ve hedefı. Yahudilere gelince, bu yıl, onlann aramıza gelişlerinin 500. yılını devlet programlanyla da kutluyor ve dünyaya hatırlatıyo'ruz. Nihayet bankacılık, Türk resmi ve özel sektörlerinin baş aktörü durumunda; faiz de onun can- damarı. DİB'in, laik devlet düzeni içindeki sancıh durumu el- bette bu örneklerle smırlı değil. 1982 Anayasasfna ko- nan ve bu örgütün görevlerini "laiklik ilkesi doğrultu- sunda" yerine getireceğini bildiren hüküm (md. 136), DİB'in anayasayla uyuşmayan çizgisini iyice gözler önü- ne seriyor ve sancılannı arttınyor. Anayasa Mahkemesi'- nin bu teşkilatm kuruluş yasasıyla ilgili bazı hükümleri iptalinden (1979/46) bu yana 13 yıl geçtiği halde yeni ya- sal düzenlemelerin yapılamaması biraz da bu sıkışmalar- dan doğuyor. 60-30 YIL ÖNCE CUMHURİYET 1932: Gelen altın 1477 kilodur in nefis kumaşiar. İş Bankasının ' TesU ettiği Büyük İpek kuroaş Fabrikası Pek Yakında Piyasaya Çıkıycr Şehnmıze Cumhuriyet Merkez Bankası için yeniden elli dokuz çuval içinde ve 118 paket halinde altın gelmiştir. Paketler İstanbul Paket postanesinde gümrük müdür muavini Nurettin Beyin nezareti altında teşekkül eden birmuayene heyeti i!e Devlet Bankasının İstanbul şubesınden göndenlen memurlar, sıgorta memurlan, nakliye komisyoncusunun memuru huzurunda birer birer açılmış, usulü dairesinde tartılmış, muayenesi yapıldıktan sonrajandarma nezareti altında Darpaneye gönderilmiştir. Paketlerin beheri on iki kilo beş yüz gramdan itibaren muhtelifvezindedir. Kelle altın cem'an 1477 kilodur. Beher paketin kıymeti 42.812 altın İsviçre frangıdır. Altınlann kıymeti iki milyon kâğıt liraya yakındır, yani altın olarak (263.750) liradır. Altınlar İsviçre Devlet Bankası olan Bank de Süvis tarafından ve (Zürih) şehrinden İstanbul'da Cumhuriyet Merkez Bankası namına gönderilmiştir. TARİHTE BUGÜN MÜMTAZARIKAN BİR EĞ/T/M REFORMCUSU TB2.TKBuGÜMtÜNLÜ İSVİÇKELİ E6İTİMCİ JÖHANN H£IN- ftCH PEStALOZZtÇPESTALOTSİ) Bİ YAÇlNOA ÖUHİ. &ÛÇ - ujjoen içiMDe 6EÇEN Bie çoaiKLutann SONBA, SOS- rHL *£FO*AMABA İL6İ OOYMUÇ, YOKSÜLLAH İÇİN BAZI ATJUkUAH YAPMAK İSTBUlÇTİ. BU ABAOA, TEAAI TACQU£S ftOUSSEAü'NUU "BMHŞ'ADU YAPITtHtN ÇOK EVdSİUOE MALAKAK PSDA6OJİ üzBK-iHbE ÇAUŞMAYA KOYULPU. BİHÇOIC SORUHUN, eâirıMtU OÛZELTİLMESİYLE ÇÖZÜ- LSBİUCEĞİNE (HAUABAK 8İKTMK/M OIOJLLAJttU AÇIL- MAİINA ÖNCÜLÛK. ETTİ. PeCTALOZZıUJİN OKUUAK/M- DA.ESKJ KAV OiSİPLİN VB MEKANİK ÖĞfZ£TİM, XE- RİUİ ESNEK KUftALLAJZA, SEVGİ YEAMlAYlÇA Bl- RAKACAK, BU PA BATI TİPİ ÇAĞOAÇ IUCÖĞ8£TİUIN TEMEÜNi OLUÇTUHACAtTie.. Denetim ve Ceza Prof. Dr. ERSİN KALAYCIOĞLU Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi 9 Şubat 1992 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Yüksek Öğretim KuruJu Başkanı Sayın îhsan Doğramacı ile bir mülakat ya- yımlandı. Peri masallan kadar gerçek bir dizi iddia, yine sayın başkan tara- fından sıralanıyor. Bunlann denetime ilişkin olanlan en can alıcılan oldu- ğundan, onlan kamuoyunda tartış- makta yarar görmekteyim. YÖNvıitMtin YÖK, Sayın Doğramaçı'ya göre akademisyenleri çalışmaya iten bir de- netim mekanizmasıdır. Ben 1981 yılı- nın 6 kasımından beri YÖK altında çalışan birakademisyenim. Bu dönem zarfında çalıştığım İstanbul ve Boğa- ziçi üniversitelerinde hiçbir akademik denetim uygulamasına tanık olma- dım. i Akademik denetim iki konuda ola- bilir: Derslerin verilmesi ve dersle ilgili faaliyetlerin -sınav, bitinne tezi, yük- sek lisans ve doktora tezleri vb.- yapıl- ması ve bilimsel araştırma veya sanat- sal üretim yapılması. Bir de üniversi- telerde mali ve idari denetim olabilir ki Sayıştay gibi muhasebe denetimi dışında, o konularda rektörlerin tam ve mutlak keyfi idareleri mevcuttur. Akademik laçkalık ve tembelliğin cezası akademik hayatta vardır. Bunu yapan kişinin yazdıklanna, anlattık- larına önem verilmez, okunmaz, din- lenmez. Adam olan anlar ve kendine çekidüzen verir. Batı'da maaşlar da kısmen bu faaliyetlere bağlı oldugu için akademisyen aynı zamanda fakir- leşir. Bizim kültür buna olanak tanı- madığı için bu tür cezalar uygulaya- mazsınız. Bunun başka bir cezasını aramak genellikle kuruma zarar verir ve YÖK'ün yaptığı gibi kunılan kayı- nr, yaşlan yakarsmız. Gelelim araştırmaya: Size bir öykü de ben anlatayım, ama peri masalı ol- mayan, gerçek bir öykü. Boğaziçi Üniversitesi'nin rektörü- nün.keyfi bir tasarrufuyla, Bilgi İşlem Merkezi'ndeki ana bilgisayar sistemi (mainframe computer) bozulduğun- da tamir ettirilmeme ve içindeki tüm program ve bilimsel verilerie birlikte çöpe atılması kararlaştınldı. Nite- kim, 15 Kasım 1990 tarihinde ana bil- gisayar (CDC Cyber) bozulunca da bu karar uygulamaya kondu. Merkez iki ay, yirmi gün akademisyenlere hiçbir hizmet vermedi. Benim yap- makta olduğum bir araştırma da o ta- rihte durdu! Tabii başka meslektaş- lanmınki de aynı akıbete uğradı. Kendisine başvurduğumuzda sayın rektör, "Ne yapalım paramız yok, Maliye Bakanı Sayın Kahveci gider, o zaman düşünürüz" buyurdu. 1 Aralık 1990 tarihinde Milliyet gazete- sinde yayımlanan bir demeçle bu du- rumu kamuoyuna aksettirdim. 16 Mart 1991 günü aynı keyfıyeti Boğa- ziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği'- nin genel kurul toplantısında dile ge- tirdim. Rektör Bey bu toplantıda buyurdu- lar ki, "Teknoloji değişmiştir. Artık masa üstü bilgisayarı kullamlmakta- dır. Kaldı ki yeni sistem 26 milyar tut- maktadır. Bu para bütçede yoktur." Ancak herhalde değişen teknoloji şimdi de geriye gittiğinden veya Sayın Kahveci'nin Maliye Bakanlığfndan aynlması şerefme olacak, olmayan para bulundu, yeni sistem alındı. Üç dört aydır yerleştirilmeye çalışılıyor. YÖK: DtMthn nrt, ceza M T Şimdi, Sayın Doğramacı'nın peri masalında anlatılan denetime döne- lim. Boğaziçi Üniversitesi'nde rektör bazı araştırmalan akamete uğratacak bir karan almış ve tam bir layüsellikle uygulamıştır! Benim öğrenebildiğim kadarı ile ne YÖK ne de rektörü ata- yan Cumhurbaşkanlığı makamının kılı dahi kıpırdamamıştır. Belki ben öğrenemedim; ama dün- yada eşi benzeri bulunmayan, en mü- kemmel YÖK'ümüzün, üstelik ana- yasa emri olan, denetim işlevi bu du- rumda nasıl çahşmıştır diye Sayın Doğramacı'ya sormak istediğim bir- kaç husus var: Bir. rektörler araştır- mayı sabote etme hakkına sahip mi- dirler? İki, rektörler hesap vermek (accountable) konumunda mıdırlar? Üç, bu hesabı kime ve nasıl verirler? Dört, bu tür bir hesap vermenin hiç- bir örneği mevcut mudur? Yoksa eski Yunan tanrılan gibi rektörler de her türlü kötülüğü fani tebalanna tam bir layüsellikle yapabilecek, fani ve so- rumlu olmayan yaratıklar mıdır? Ve nihayet, rektör üniversitesindeki araştırma ortamını sabote ederse, araştırma sayısı nasıl artar ve gelişir? YÖK, n mrfcni vı laçfcı KtT YÖK, bugünkü haliyle en kötü KİT'i bile solda sıfır bırakabilecek bir tuhaf merkezi yönetim teşkilatı ola- rak mevcuttur. YÖK, 1983-1991 arasında kendi sekretaryası, otomo- billeri, binalannın ısınması vb. gibi masraflar için devlet bütçesinden 784 milyar TL ödenek almış, k»rtasiye_ye boğulup gitmiş bir bürokrasidir. Üs- telik yukandaki örnekte görüldüğü gibi hesap sorulması gereken hiç kim- seden hesap da sormamıştır. Zaten Sayın Doğramacı'nın anlayışına göre YOK, onun 'tembel' olarak kabul et- tiği akademisyenlere ceza vermek için ihdas edilmiş bir uygulamadır. Kime ceza vermekte olduğu ise yukandaki örnekte daha iyi anlaşılmaktadır: Bil- gi İşlem Merkezi'ni kullanmayan 'çalışkan' öğretim üyeleri onun ka- panmasından etkilenmemişlerdir! YÖK, araştırma ve eğitimin kalite- siyle hiç uğraşmamıştır. Yalnızca Sayın Doğramacı'nın daha önce ver- dikleri bir beyandaki ifade ile "devle- tin direktiflerini üniversitelere ilet- mekte postacıhk görevi" görmüştür. PTT gibi son derece mükemmel hiz- met veren bir teşkilat varken yılda 143 milyar TL gibi bir kaynağı, esa- sen 'postaalık' yapacak bir kuruma aktarmak yerine bununla yeni üni- versiteler açıp üniversitelerin de ya ta- mamen 'özelleştirilmesini' veya müs- rif ve çalışmayan bir 'merkezden yö- netilme' biçimi yerine 'yerinden yö- netilmelerini' sağlasak daha iyi olmaz mı acaba? SEMİH BALCIOĞLU Ögretim Oyelerinin Tembellîği Üzepine Doç. Dr. SELÎM DERİNGİL Boğaziçi Ünv. Tarih Bölümü n günlerde yeniden yoğunla- n YÖK tartışmalanna so- ut bir katkıda bulunulmadı- ğı, yeni bir boyut getirilmediği Ukdirde yazıp çizmenin faydası olma- dığına hep inanmışjmdır. Ancak 9 şu- bat tarihli Cumhuriyet gazetesinde "Pazar Konugu" olan İhsan Doğra- maa'nmsözleribazıhususlannhâlâan- laşılmadığı veya anlaşılmak isten- mediğini göstermektedir. Bir kere bir öğretim üyesine Prof. Doğramaa'nın buyurduİclan üzere, "Sen Diyarbakır'a git" denemez. Dünyadaki mevcut sistemleri bu denli iyi tanıdığını her fırsatta yineleyen sa- yın Doğramacı, dünyanın hiçbir ye- rinde, (belki eski Sovyetler Birliği ha- riç) böyle emir komuta zinciriyle öğre- tim üyesi atanması yapılamayacağını herhalde herkesten iyi bilirler. Nite- kim rotasyon Türkiye'de de yürü- memiştir. Söz konusu mülâkatta YÖK başka- nı, hocalann YÖK'ün denetlemesin- den neden sıkıldıklannı şu sözlerle ifa- de etmektedir: "İstedikleri, YÖK git- sin, biz kendi kendimize tembellik ya- palımdır." Burada kendisine söyle- necek tek söz "teessüf ederim"dir. Yani söylenmek istenen, YÖK'e karşı olan binlerce öğretim üyesinin nihai ve sapmaz amacının "tembellik etmek"- ten öteye geçmediği midir? Türkiye'- nin en yüksek düzeydeki eğitim kadro- su mesleki şiar olarak "tembellik" pe- şindedir demek ki... Mesleğini ciddiye alan her öğretim üyesinin en amansız denetçisi kendi- dir, YÖK'e ihtiyacı yoktur. Sayın Doğramacı'nın söylediğinin tam tersi- ne, YÖK tembelliği, "ahbap çavuş" ilişkilerini pekiştirmiştir. Yönetim kadrosuyla yakın ilişkileri olanlann mesleklerinde ilerlemeleri, doçentlik, profesörlük gibi akademik payelerin, "adam ne yazmış" sorusuna değil, "adamın jürisinde kim var" sorusuna bağh kılınmıştır. Maalesef işin gerçeği şudur ki eğer hâlâ Türk üniversitelerinde bilim yapıla- biliyorsa bu YÖK'e rağmen yapılabil- meİctedir. 12 Eylül'den az sonra yurtdışında akademik konferans için "şahsa davet yok, kuruma davet var" uygulaması getirilmiş. birçok konfe- ransa o konunun uzmanı değil, YÖK nezdinde "mutemet kişiler" gönderil- miş ve her nasılsa hep aynt, uzmanlık- lan İngiliz edebiyatından Osmanlı ta- rihine kadar geniş bir yelpazeyi kap- sayan kişiler bu güvene layık olmuş- Tüm öğretim elemanı kadrosuna potansiyel bir suçlu, "her an tembellik veya sendikacılık (siyaset?) yapabilir" nazanyla bakan bir idareden ne hayır gelir acaba? lardır. Aynca YÖK Başkanı, "kalorifer yanmıyor, maaşım az" diyen öğretim üyeleriyle adeta alay edercesine "Sis- tem iyi tanıtılmıyor" diyerek işin için- den çıkmaktadır. Üniversitede okuma ve çalışma koşullannın ısıtma, aydın- latma gibi temel konularda yetersiz kalmasından şikayet etmek de "tembel- liğe" girmektedir gibi görünüyor. Öğretim üyeleri dahil olmak üzere çoğunluğunu çalışan ücretli kesimin ödediği vergilerin oluşturduğu bütçe- mizden üniversitelere aynlan paydan, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin don- madan eğitim görmelerini, öğretim ve araştırmanın asgari ihtiyaçlannın (te- beşir/teksirkâğıdıgibi!)karşılanmasını istemek artık bir lüks olmasa gerek. Ancak, Sayın Doğramacı'nın Cum- huriyet gazetesinde söyledikleri kendi içinde de ciddi tutarsızhklar içermek- tedir. Bir yandan "Dünyanın hiçbir yerinde yükseköğretim kanunu yapı- lırken hocalann fikri alınmaz" den- mekte, ama memnun olmayan "tem- bel" hocalara "yürüyüş yapıp yerle- rindeocurmalan" telkin edilmektedir. Diğer taraftan, "bizde sanki hocalar sendika temsilcisiymiş gibi; ne yapa- lım da kanun bize dokunmasın diye kanun şöyle böyle olsun peşindeler", gibi "dakik" bir tespit yapılmakta an- cak yasada yapılması gereken değişik- lik olarak. "tüm öğretim elemanlan ve öğrenciler siyasi faaliyette bulunabil- melidirler" görüşü getirilmektedir. Yani bir satır önce yerilen "sendika temsilciliği"nin herhalde Sayın Doğ- ramacı'nın nazannda siyasetin 's'siyle ilişkisi yoktur. Demokratik toplumlarda Sayın Doğramaa'nın yerdiği "Bu kanun bi- ze nasıl dokunur?" sorusunu sormak, her kanunun gündelik yaşamlannı na- sıl etkileyeceğini bilmeye hakkı olan vatandaşlann en tabii hakkı olduğunu kendisine hatırlatmak gerekmektedir anlaşılan. Kaldı ki bütün uygar ülke- lerde öğretim üyelerinin kendi sendi- kalan da vardır ve aktif biçimde üyele- rinin çıkarlannı gözetirler; kimse de onlann vatan haini olduklannı ima eder bir tavra girmez. Tüm öğretim elemanı kadrosuna potansiyel bir suçlu, "her an tembellik veya sendikacılık (siyaset?) yapabi- lir" nazanyla bakan bir idareden ne hayır gelir acaba? POLİTİKA VEÖTESİ MEHMED KEMAL Şir MaratonduP™ A hmet Mithat Efendi'nin damadı Muallim Naci, Tevfik Fikret'in Balıkçılar şiirindeki, "Bugün açız yine evlatlanm, diyordu peder, bu gün açız yine; lâkin yann, ümit ederim, sular biraz daha sakinleşir..." dizelerini görünce, "Eyyah şiir öldü!" diyor. Divan etkisinde bir şair olan Muallim Naci'ye göre şiir, sözcüklerin aruz kalıplanna uydurulması değil, daha başka beceriler isteyen bir sa- nattır. Edebiyat tarihçisi Cevdet Kudret, "örneklerle Edebi- yat Bilgileri" adlı kitabında, bizde, edebiyat sözûnün Tanzimat'tan sonra kullanıldığını yazar. Daha önce bu- nun yerine şiir ve inşa kullanılıyor. Recaizade Mahmut Ekrem, "Her dilde anlatım yollan nesir (inşa) ile şiir (na- zım) arasmdadır. Bunun dışında bir şey olamaz" diye "kestirip atar. Düzyazı, nesrin yerini tutmuyor. Şiirin yerini alacak sözü hâlâ bulamadık. Şiir, yerini dolduracak sözcüğü bu- lana kadar saltanatını sürdürecektir. Ozan deyip duru- yoruz, ama şair hiçbir zaman ozan olmadı. Bir yazımda şöyle demişim (Acıh Aragon her güzel şiir için "Benim de malımdır", demiş. Şiir, eskiyi kucaklayan yeniye sanlan uzun bir maraton değil midir? Kuşak 3. basım, sayfa 218): Her sözün fısıltıya büründüğü bir or- tamda şiir bir dü- şünce kurtancısıdır. Kişi ona sanldıkça kederden, hüzün- den, hatta zulümden kurtulmuş gibi olur. Şiirin baskısı siyase- tin baskısından ağır çeker. Dili sadeleştireceğim dememeli, her sözü gelişimine bı- rakmalıdır. Türk şiiri, bir elli yıl var ki ölçüsüz ve uyaksızdır. (Cev- det Kudret, uyak yerine ayak kullanmayı yeğler, ama buna aldıran azdır.) Uyaklı şiir (serbest nazım) ölçülü sa- yılabilir. Nâzım Hikmet'in uyaklı şiiri eskilerin 'müste- zat'ına benzerse de uyak, dizeler arasında yer değiştirir. Uyak, bazen başta, bazen ortada, bazen de sondadır. Nâzım Hikmet buna özellikle özen gösterir. Garip şiirinin şairleri ölçüyü ve uyağı attıklan gibi teş- bih, mecaz, istiare vb. söz sanatlannı da defterden sildi- ler. 1940 kuşağı ve İkinci Yeni de ölçülü-uyaklı şiiri unut- tu. Şiirimizin bugünkü tablosuna baktığımızda, kimi yer- de şairi görüyor. şiiri bulamıyoruz; kimi yerde de bunun tersi oluyor, şiir var, şair yok. Çok mu ağır söyledim? Günü gelecek şair de şiir de hızla ortaya çıkacaktır. İş, yeni gelen şairin neyi getirdiğini bulmaktadır. Şairi de şii- ri de bulamadığınız zaman gecikmiş olursunuz. Muallim Naci, Tevfik Fikret'in, Tevfik Fikret de Mu- allim Naci'nin şiirini anlayamadı. Birbirlerine bu yüzden mezarlığı gösterdiler. Yahya Kemal'dir ki divan şiirinden yeni bir şiir çıkar- mayı bildi. Divanda denedi, sonraki şiirlerinde buldu. Hangi şair kendi şiirini bulursa, sonra öteki şairlerle or- tak olur. Aragon her güzel şiir için "Benim de malımdır," dermiş. Şeyh Galip de "İlhamımrMesnevi'den aldım/ Çaldımsa da miri malı çaldım" demiyor mu? Şiir, eskiyi kucaklayan, yeniye sanlan uzun bir mara- ton değil midir? OKURLARDAN Sağlık Bakanı'na Açık Mektup Üç yıllık sağlık okulu mezunları olarak sağlık hizmetlerinde görev yapan ebe ve hemşireleriz. Aşağıda arzettiğimiz nedenlerle mağduriyetlerimizin önlenmesini diliyoruz. Bunlar: a) 3 yıllık sağlık okulu mezunlan, b) Sağlık meslek lisesi mezunlan, z) Sağlık meslek yüksek okulu mezunlan, d) Düz lise mezunu 9 aylık kurs cıkışlı olanlar. Bunlar sağlık hizmetleri unvanh olup 657 sayılı devlet memurlan olarak eğitimlerinin kadro dereceleri ile meslek tazminatından yararlanırlar. Biz üç yıllık sağlık okulu mezunlan olarak yukanda belirtilen meslek lisesi mezunlanmn haiz olduğu haklardan faydalanamamaktayız. Bunun gerekçesi de sağlık okulu mezunlanna bir üst eğitim fırsatının verilmeyişidir. Gelişen dünya koşullannda kişi, aile ve toplumun artan sağlık gereksinmelerini en iyi şekilde verebilmek için meslek eğitimlerinin 'Kafkasyalılar' Gazetenizin 30Ocak 1992 tarihli sayısında yer alan "Irkların Arkasına Tutulan Ayna" adlı haberin içeriğinde de yer alan "Kafkasyalılar kelimesiyanhşçevrilmiş. Batı dillerinden yapılan çevirilerin birçoğunda bu kelime (Caucasian) diğer bir nıanası düşünülerek Kafkasyalılar olarak geçmekte. Buradaki karşılığı Kafkasya'da yaşayan halk demek değıldir. Türk Dil Kurumu'nunTürkçe Sözlük'ünde, Kafkasya halkmdan olan olarak geçmektedir. ancak bu yeterli değildir. Ingilizcesözlüklere baktığmız zaman durum farklıdır. VVebster Sözlüğü"nde karşılığı, Avrupa, Kuzey Afrika, Güney Batı Asya'nm önemli birkısmında yaşayan ırklan oluşturan insan topluiuğudur. Oxfbrd Sözlüğü'nde ise tndo-Avrupa ırkı üyesi karşılığı görülür. Kısaea Beyazlrk. Dil sorunu ya da çeviri hatası diyebıliriz. Batı dillerinden akademik düzeye çıkması zorunlu olmuştur. Bizlerde bunu gerçekleştirmek için dışandan lise bitirme imtihanına girerek dersleri verdik. Buaradalise diplomasını almaya hak kazandığımız halde diploma, tarafımıza verilmedi. Nedeni ise ortaokul son sınıf derşlerini de vermemiz gerektiğini yetkililer söylediler. Halbuki lise, orta okuldan sonra gelen bir aşamadır. Buna göre ortaokul son sınıf imtihanına girmeye gerek olruadığ] ve buzorluğun idareciler tarafından çıkanldığı (Bu uygulamanın sadece Edirne Lisesi'nde yapıldığı)kanısındayız. - Bizlerin bu mağduriyetlerinin giderilmesi için Bakanlığıruzın bu konu ile meslekte geliştirme yolunun açılıp ciddi bir değerlendirmeye tabi tutularak, gereken düzenlemelerin yapılıp eğitimimizin sağlık meslek lisesi düzeyine çıkanlması ön lisans ya da tamamlama kurslan ile eğitim olanağının sağlanmasını saygılanmızla arzederiz. 130 KişiAdma Bir Grup Sağlık Personeli çeviri yapıhrken bu kelimenin tuzağına kolaylıkla düşülüyor. Türkçe karşılığının da söyleniş açısından yakın sesler içermesi Kafkasyalılar olarak düşünülmeden çevirilmesini sağlıyor. Aslında diğer bir karşılığı da budur. En son hatırlayabildiğım benzer hata, William M. Sloane'nin Bir Tarih Laboratuvan-Balkanlar (Süreç Yayınlan) kitabının çevirisinde de vardı. Geçenlerde yine gazetenizde Aksaray-Sirkeci tramvayından bahsedilirken, * 'raylı tramvay hattı' denmiş, raysız tramvay olabilir mi? Ülkemizden yıllar önce sökülüp atıldığından olsa gerek insanlantnız nasıl tanımlayabileceklerini bilemiyorlar. Keşke rayı olmasaydı da istediği yerden gitseydi. yollan tıkamazdı. İLHAN ONURKAN İstanbul
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle