Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA CUMHURİYET 17 ŞUBAT1992 PAZARTESİ
14 GORUŞLER
HUKIJKÇU
GÖZÜYLE
BULENT TANOR
Diyanet Işterfnin Takvimi
D
iyanet Işleri Başkanlığı (DİB) iki yıl sonra yet-
mişine basacak. Teşkilat nerdeyse cumhuriyet-
le yaşıt ve uzunca bir hayat takvimine sahip.
Tek partili dönemde DİB, teknik bir kamu
hizmeti sunan ve ibadet işlerini yürüten bir kuruluştu.
Vaydığı esas mesaj ise rejimin baş parolası olan "iyi yurt-
taş olmak"tı. Buna dinsel takviye sağlamak, bu örgütün
ideolojik işleviydi.
Dönem, Kemalist reformlar dönemiydi ve rejim çerçe-
vesi otoriterdi. Ulus önceşi ve ulus üstü güçJü bir kurum
olan din millileştirilmeye, Türkleştirilmeye ve devletleşti-
rilmeye çalışıhyordu. Ömmetçi kültür ve ideolojinin ulu-
sal kültür ve ideolojiye yerini bırakması esas hedeflerden-
di.
Bu politikanın din karşısındaki tutumu, onu devlet ve
toplum ilişkiJeri düzeyinden geriletmek, bireysellik alanı-
na, yani viçdanlara ve ibadete indirgemekti. Burada zor-
luk, Hıristiyanlıktan farklı olarak lslam dininin din ve
dünya ya da din ve siyaset işleri aynmını kabul etmemesi,
hukuktan iktisata kadar hemen her alanda söyleyeceği
sözlerin bulunmasıydı.
Bununla birlikte, Türk laikliğinin cüretkar projesi bü-
yük çapta başanya ulaşabilmiştir. Günümüz Türkiyesi'-
nde demokrasi ve laikliğin vazgeçilmezliği ve bitişik ikiz-
liği noktasına bu sayede ulaşılabilmiştir. İşte DİB, aslın-
da klasik laiklik ve din-devlet aynlığı tanımına ters
düşmekle beraber, bu sürece hizmet etmesi için kurul-
muştu. Çok partili _ . t , . _ , , „ ,
- Diyanet Işlerı Başkanlığı'nın
görevlerini "laiklik ilkesi
doğrultusunda" yerine
getirdiğini bildiren anayasa
hükmü, bu örgütün
anayasayla uyuşmayan
çizgisini gözler önüne
seriyor.
Jıayatta ise DİB, ka-
çmılmaz olarak bu
işlevin dışına çıkmış-
tır. Bugün, 2 trilyon-
Iuk bütçesiyle, yay-
gınlaşan taşra örgü-
tüyle, vakıf ve fon
destekleriyle pek çok
icraatçı bakanlıktan
daha etkindir, daha
donanımlıdır.
Asıl önemlisi, devletin laik ideolojik vesayetinden kur-
tulan DİB, Sünni doktrinin köklerini doğrudan yayma
işlevini yüklenmiştir. îlk ve ortaöğretimdeki zorunlu din
derslerine paralel olarak din buyruklan DİB'in, bu "kı-
saltılmış hayat takvimi" dışında bir de 2 milyon basıp
yurtdışında parasız dağıttığı 1992 takvimi var. Bu takvi-
min yaprakları; üniversitelerin zararlarına, tesettürün
farz oluşuna, nüfus artışının kerametlerine, yağmur dua-
sının faziletlerine, "insanlar içinde inananlara en büyük
düşman olarak Yahudiler"e, "faizsiz finans kuruluşlan-
na iştirak"e teşvike aynlmış (Cumhuriyet, 11.2.1992).
Buna karşıhk devletin başka kurum, organ, kural ve
politikalarından çıkan veriler yukarkilerin tam tersi yön-
de. İktidarlar, biraz da demagojik ve popülist biçimde
nerdeyse her ile üniversite kazandırmak istiyorlar. Ana-
yasa Mahkemesi, haklı-haksız, üniversitelerde "türban
yasağı"nın anayasadan doğduğuna karar veriyor. Nüfus
planlaması bütün iktidarlann ortak sorunu ve hedefı.
Yahudilere gelince, bu yıl, onlann aramıza gelişlerinin
500. yılını devlet programlanyla da kutluyor ve dünyaya
hatırlatıyo'ruz. Nihayet bankacılık, Türk resmi ve özel
sektörlerinin baş aktörü durumunda; faiz de onun can-
damarı.
DİB'in, laik devlet düzeni içindeki sancıh durumu el-
bette bu örneklerle smırlı değil. 1982 Anayasasfna ko-
nan ve bu örgütün görevlerini "laiklik ilkesi doğrultu-
sunda" yerine getireceğini bildiren hüküm (md. 136),
DİB'in anayasayla uyuşmayan çizgisini iyice gözler önü-
ne seriyor ve sancılannı arttınyor. Anayasa Mahkemesi'-
nin bu teşkilatm kuruluş yasasıyla ilgili bazı hükümleri
iptalinden (1979/46) bu yana 13 yıl geçtiği halde yeni ya-
sal düzenlemelerin yapılamaması biraz da bu sıkışmalar-
dan doğuyor.
60-30 YIL ÖNCE CUMHURİYET
1932: Gelen altın 1477 kilodur
in nefis
kumaşiar.
İş Bankasının '
TesU ettiği
Büyük
İpek kuroaş
Fabrikası
Pek Yakında Piyasaya Çıkıycr
Şehnmıze Cumhuriyet
Merkez Bankası için yeniden
elli dokuz çuval içinde ve 118
paket halinde altın gelmiştir.
Paketler İstanbul Paket
postanesinde gümrük müdür
muavini Nurettin Beyin
nezareti altında teşekkül
eden birmuayene heyeti i!e
Devlet Bankasının İstanbul
şubesınden göndenlen memurlar, sıgorta memurlan,
nakliye komisyoncusunun memuru huzurunda birer birer
açılmış, usulü dairesinde tartılmış, muayenesi yapıldıktan
sonrajandarma nezareti altında Darpaneye gönderilmiştir.
Paketlerin beheri on iki kilo beş yüz gramdan itibaren
muhtelifvezindedir. Kelle altın cem'an 1477 kilodur. Beher
paketin kıymeti 42.812 altın İsviçre frangıdır. Altınlann
kıymeti iki milyon kâğıt liraya yakındır, yani altın olarak
(263.750) liradır. Altınlar İsviçre Devlet Bankası olan Bank
de Süvis tarafından ve (Zürih) şehrinden İstanbul'da
Cumhuriyet Merkez Bankası namına gönderilmiştir.
TARİHTE BUGÜN MÜMTAZARIKAN
BİR EĞ/T/M REFORMCUSU
TB2.TKBuGÜMtÜNLÜ İSVİÇKELİ E6İTİMCİ JÖHANN H£IN-
ftCH PEStALOZZtÇPESTALOTSİ) Bİ YAÇlNOA ÖUHİ. &ÛÇ -
ujjoen içiMDe 6EÇEN Bie çoaiKLutann SONBA, SOS-
rHL *£FO*AMABA İL6İ OOYMUÇ, YOKSÜLLAH İÇİN BAZI
ATJUkUAH YAPMAK İSTBUlÇTİ. BU ABAOA, TEAAI TACQU£S
ftOUSSEAü'NUU "BMHŞ'ADU YAPITtHtN ÇOK EVdSİUOE
MALAKAK PSDA6OJİ üzBK-iHbE ÇAUŞMAYA KOYULPU.
BİHÇOIC SORUHUN, eâirıMtU OÛZELTİLMESİYLE ÇÖZÜ-
LSBİUCEĞİNE (HAUABAK 8İKTMK/M OIOJLLAJttU AÇIL-
MAİINA ÖNCÜLÛK. ETTİ. PeCTALOZZıUJİN OKUUAK/M-
DA.ESKJ KAV OiSİPLİN VB MEKANİK ÖĞfZ£TİM, XE-
RİUİ ESNEK KUftALLAJZA, SEVGİ YEAMlAYlÇA Bl-
RAKACAK, BU PA BATI TİPİ ÇAĞOAÇ IUCÖĞ8£TİUIN
TEMEÜNi OLUÇTUHACAtTie..
Denetim ve Ceza
Prof. Dr. ERSİN KALAYCIOĞLU Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi
9
Şubat 1992 tarihli Cumhuriyet
gazetesinde Yüksek Öğretim
KuruJu Başkanı Sayın îhsan
Doğramacı ile bir mülakat ya-
yımlandı. Peri masallan kadar gerçek
bir dizi iddia, yine sayın başkan tara-
fından sıralanıyor. Bunlann denetime
ilişkin olanlan en can alıcılan oldu-
ğundan, onlan kamuoyunda tartış-
makta yarar görmekteyim.
YÖNvıitMtin
YÖK, Sayın Doğramaçı'ya göre
akademisyenleri çalışmaya iten bir de-
netim mekanizmasıdır. Ben 1981 yılı-
nın 6 kasımından beri YÖK altında
çalışan birakademisyenim. Bu dönem
zarfında çalıştığım İstanbul ve Boğa-
ziçi üniversitelerinde hiçbir akademik
denetim uygulamasına tanık olma-
dım.
i
Akademik denetim iki konuda ola-
bilir: Derslerin verilmesi ve dersle ilgili
faaliyetlerin -sınav, bitinne tezi, yük-
sek lisans ve doktora tezleri vb.- yapıl-
ması ve bilimsel araştırma veya sanat-
sal üretim yapılması. Bir de üniversi-
telerde mali ve idari denetim olabilir
ki Sayıştay gibi muhasebe denetimi
dışında, o konularda rektörlerin tam
ve mutlak keyfi idareleri mevcuttur.
Akademik laçkalık ve tembelliğin
cezası akademik hayatta vardır. Bunu
yapan kişinin yazdıklanna, anlattık-
larına önem verilmez, okunmaz, din-
lenmez. Adam olan anlar ve kendine
çekidüzen verir. Batı'da maaşlar da
kısmen bu faaliyetlere bağlı oldugu
için akademisyen aynı zamanda fakir-
leşir. Bizim kültür buna olanak tanı-
madığı için bu tür cezalar uygulaya-
mazsınız. Bunun başka bir cezasını
aramak genellikle kuruma zarar verir
ve YÖK'ün yaptığı gibi kunılan kayı-
nr, yaşlan yakarsmız.
Gelelim araştırmaya: Size bir öykü
de ben anlatayım, ama peri masalı ol-
mayan, gerçek bir öykü.
Boğaziçi Üniversitesi'nin rektörü-
nün.keyfi bir tasarrufuyla, Bilgi İşlem
Merkezi'ndeki ana bilgisayar sistemi
(mainframe computer) bozulduğun-
da tamir ettirilmeme ve içindeki tüm
program ve bilimsel verilerie birlikte
çöpe atılması kararlaştınldı. Nite-
kim, 15 Kasım 1990 tarihinde ana bil-
gisayar (CDC Cyber) bozulunca da
bu karar uygulamaya kondu. Merkez
iki ay, yirmi gün akademisyenlere
hiçbir hizmet vermedi. Benim yap-
makta olduğum bir araştırma da o ta-
rihte durdu! Tabii başka meslektaş-
lanmınki de aynı akıbete uğradı.
Kendisine başvurduğumuzda sayın
rektör, "Ne yapalım paramız yok,
Maliye Bakanı Sayın Kahveci gider,
o zaman düşünürüz" buyurdu. 1
Aralık 1990 tarihinde Milliyet gazete-
sinde yayımlanan bir demeçle bu du-
rumu kamuoyuna aksettirdim. 16
Mart 1991 günü aynı keyfıyeti Boğa-
ziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği'-
nin genel kurul toplantısında dile ge-
tirdim.
Rektör Bey bu toplantıda buyurdu-
lar ki, "Teknoloji değişmiştir. Artık
masa üstü bilgisayarı kullamlmakta-
dır. Kaldı ki yeni sistem 26 milyar tut-
maktadır. Bu para bütçede yoktur."
Ancak herhalde değişen teknoloji
şimdi de geriye gittiğinden veya Sayın
Kahveci'nin Maliye Bakanlığfndan
aynlması şerefme olacak, olmayan
para bulundu, yeni sistem alındı. Üç
dört aydır yerleştirilmeye çalışılıyor.
YÖK: DtMthn nrt, ceza M T
Şimdi, Sayın Doğramacı'nın peri
masalında anlatılan denetime döne-
lim. Boğaziçi Üniversitesi'nde rektör
bazı araştırmalan akamete uğratacak
bir karan almış ve tam bir layüsellikle
uygulamıştır! Benim öğrenebildiğim
kadarı ile ne YÖK ne de rektörü ata-
yan Cumhurbaşkanlığı makamının
kılı dahi kıpırdamamıştır.
Belki ben öğrenemedim; ama dün-
yada eşi benzeri bulunmayan, en mü-
kemmel YÖK'ümüzün, üstelik ana-
yasa emri olan, denetim işlevi bu du-
rumda nasıl çahşmıştır diye Sayın
Doğramacı'ya sormak istediğim bir-
kaç husus var: Bir. rektörler araştır-
mayı sabote etme hakkına sahip mi-
dirler? İki, rektörler hesap vermek
(accountable) konumunda mıdırlar?
Üç, bu hesabı kime ve nasıl verirler?
Dört, bu tür bir hesap vermenin hiç-
bir örneği mevcut mudur? Yoksa eski
Yunan tanrılan gibi rektörler de her
türlü kötülüğü fani tebalanna tam bir
layüsellikle yapabilecek, fani ve so-
rumlu olmayan yaratıklar mıdır? Ve
nihayet, rektör üniversitesindeki
araştırma ortamını sabote ederse,
araştırma sayısı nasıl artar ve gelişir?
YÖK, n mrfcni vı laçfcı KtT
YÖK, bugünkü haliyle en kötü
KİT'i bile solda sıfır bırakabilecek bir
tuhaf merkezi yönetim teşkilatı ola-
rak mevcuttur. YÖK, 1983-1991
arasında kendi sekretaryası, otomo-
billeri, binalannın ısınması vb. gibi
masraflar için devlet bütçesinden 784
milyar TL ödenek almış, k»rtasiye_ye
boğulup gitmiş bir bürokrasidir. Üs-
telik yukandaki örnekte görüldüğü
gibi hesap sorulması gereken hiç kim-
seden hesap da sormamıştır. Zaten
Sayın Doğramacı'nın anlayışına göre
YOK, onun 'tembel' olarak kabul et-
tiği akademisyenlere ceza vermek için
ihdas edilmiş bir uygulamadır. Kime
ceza vermekte olduğu ise yukandaki
örnekte daha iyi anlaşılmaktadır: Bil-
gi İşlem Merkezi'ni kullanmayan
'çalışkan' öğretim üyeleri onun ka-
panmasından etkilenmemişlerdir!
YÖK, araştırma ve eğitimin kalite-
siyle hiç uğraşmamıştır. Yalnızca
Sayın Doğramacı'nın daha önce ver-
dikleri bir beyandaki ifade ile "devle-
tin direktiflerini üniversitelere ilet-
mekte postacıhk görevi" görmüştür.
PTT gibi son derece mükemmel hiz-
met veren bir teşkilat varken yılda
143 milyar TL gibi bir kaynağı, esa-
sen 'postaalık' yapacak bir kuruma
aktarmak yerine bununla yeni üni-
versiteler açıp üniversitelerin de ya ta-
mamen 'özelleştirilmesini' veya müs-
rif ve çalışmayan bir 'merkezden yö-
netilme' biçimi yerine 'yerinden yö-
netilmelerini' sağlasak daha iyi olmaz
mı acaba?
SEMİH BALCIOĞLU
Ögretim Oyelerinin Tembellîği Üzepine
Doç. Dr. SELÎM DERİNGİL Boğaziçi Ünv. Tarih Bölümü
n günlerde yeniden yoğunla-
n YÖK tartışmalanna so-
ut bir katkıda bulunulmadı-
ğı, yeni bir boyut getirilmediği
Ukdirde yazıp çizmenin faydası olma-
dığına hep inanmışjmdır. Ancak 9 şu-
bat tarihli Cumhuriyet gazetesinde
"Pazar Konugu" olan İhsan Doğra-
maa'nmsözleribazıhususlannhâlâan-
laşılmadığı veya anlaşılmak isten-
mediğini göstermektedir.
Bir kere bir öğretim üyesine Prof.
Doğramaa'nın buyurduİclan üzere,
"Sen Diyarbakır'a git" denemez.
Dünyadaki mevcut sistemleri bu denli
iyi tanıdığını her fırsatta yineleyen sa-
yın Doğramacı, dünyanın hiçbir ye-
rinde, (belki eski Sovyetler Birliği ha-
riç) böyle emir komuta zinciriyle öğre-
tim üyesi atanması yapılamayacağını
herhalde herkesten iyi bilirler. Nite-
kim rotasyon Türkiye'de de yürü-
memiştir.
Söz konusu mülâkatta YÖK başka-
nı, hocalann YÖK'ün denetlemesin-
den neden sıkıldıklannı şu sözlerle ifa-
de etmektedir: "İstedikleri, YÖK git-
sin, biz kendi kendimize tembellik ya-
palımdır." Burada kendisine söyle-
necek tek söz "teessüf ederim"dir.
Yani söylenmek istenen, YÖK'e karşı
olan binlerce öğretim üyesinin nihai ve
sapmaz amacının "tembellik etmek"-
ten öteye geçmediği midir? Türkiye'-
nin en yüksek düzeydeki eğitim kadro-
su mesleki şiar olarak "tembellik" pe-
şindedir demek ki...
Mesleğini ciddiye alan her öğretim
üyesinin en amansız denetçisi kendi-
dir, YÖK'e ihtiyacı yoktur. Sayın
Doğramacı'nın söylediğinin tam tersi-
ne, YÖK tembelliği, "ahbap çavuş"
ilişkilerini pekiştirmiştir. Yönetim
kadrosuyla yakın ilişkileri olanlann
mesleklerinde ilerlemeleri, doçentlik,
profesörlük gibi akademik payelerin,
"adam ne yazmış" sorusuna değil,
"adamın jürisinde kim var" sorusuna
bağh kılınmıştır.
Maalesef işin gerçeği şudur ki eğer
hâlâ Türk üniversitelerinde bilim yapıla-
biliyorsa bu YÖK'e rağmen yapılabil-
meİctedir. 12 Eylül'den az sonra
yurtdışında akademik konferans için
"şahsa davet yok, kuruma davet var"
uygulaması getirilmiş. birçok konfe-
ransa o konunun uzmanı değil, YÖK
nezdinde "mutemet kişiler" gönderil-
miş ve her nasılsa hep aynt, uzmanlık-
lan İngiliz edebiyatından Osmanlı ta-
rihine kadar geniş bir yelpazeyi kap-
sayan kişiler bu güvene layık olmuş-
Tüm öğretim elemanı
kadrosuna potansiyel bir
suçlu, "her an tembellik
veya sendikacılık (siyaset?)
yapabilir" nazanyla bakan
bir idareden ne hayır gelir
acaba?
lardır.
Aynca YÖK Başkanı, "kalorifer
yanmıyor, maaşım az" diyen öğretim
üyeleriyle adeta alay edercesine "Sis-
tem iyi tanıtılmıyor" diyerek işin için-
den çıkmaktadır. Üniversitede okuma
ve çalışma koşullannın ısıtma, aydın-
latma gibi temel konularda yetersiz
kalmasından şikayet etmek de "tembel-
liğe" girmektedir gibi görünüyor.
Öğretim üyeleri dahil olmak üzere
çoğunluğunu çalışan ücretli kesimin
ödediği vergilerin oluşturduğu bütçe-
mizden üniversitelere aynlan paydan,
öğrencilerin ve öğretim üyelerinin don-
madan eğitim görmelerini, öğretim ve
araştırmanın asgari ihtiyaçlannın (te-
beşir/teksirkâğıdıgibi!)karşılanmasını
istemek artık bir lüks olmasa gerek.
Ancak, Sayın Doğramacı'nın Cum-
huriyet gazetesinde söyledikleri kendi
içinde de ciddi tutarsızhklar içermek-
tedir. Bir yandan "Dünyanın hiçbir
yerinde yükseköğretim kanunu yapı-
lırken hocalann fikri alınmaz" den-
mekte, ama memnun olmayan "tem-
bel" hocalara "yürüyüş yapıp yerle-
rindeocurmalan" telkin edilmektedir.
Diğer taraftan, "bizde sanki hocalar
sendika temsilcisiymiş gibi; ne yapa-
lım da kanun bize dokunmasın diye
kanun şöyle böyle olsun peşindeler",
gibi "dakik" bir tespit yapılmakta an-
cak yasada yapılması gereken değişik-
lik olarak. "tüm öğretim elemanlan ve
öğrenciler siyasi faaliyette bulunabil-
melidirler" görüşü getirilmektedir.
Yani bir satır önce yerilen "sendika
temsilciliği"nin herhalde Sayın Doğ-
ramacı'nın nazannda siyasetin 's'siyle
ilişkisi yoktur.
Demokratik toplumlarda Sayın
Doğramaa'nın yerdiği "Bu kanun bi-
ze nasıl dokunur?" sorusunu sormak,
her kanunun gündelik yaşamlannı na-
sıl etkileyeceğini bilmeye hakkı olan
vatandaşlann en tabii hakkı olduğunu
kendisine hatırlatmak gerekmektedir
anlaşılan. Kaldı ki bütün uygar ülke-
lerde öğretim üyelerinin kendi sendi-
kalan da vardır ve aktif biçimde üyele-
rinin çıkarlannı gözetirler; kimse de
onlann vatan haini olduklannı ima
eder bir tavra girmez.
Tüm öğretim elemanı kadrosuna
potansiyel bir suçlu, "her an tembellik
veya sendikacılık (siyaset?) yapabi-
lir" nazanyla bakan bir idareden ne
hayır gelir acaba?
POLİTİKA
VEÖTESİ
MEHMED KEMAL
Şir MaratonduP™
A
hmet Mithat Efendi'nin damadı Muallim Naci,
Tevfik Fikret'in Balıkçılar şiirindeki, "Bugün
açız yine evlatlanm, diyordu peder, bu gün açız
yine; lâkin yann, ümit ederim, sular biraz daha
sakinleşir..." dizelerini görünce,
"Eyyah şiir öldü!" diyor. Divan etkisinde bir şair olan
Muallim Naci'ye göre şiir, sözcüklerin aruz kalıplanna
uydurulması değil, daha başka beceriler isteyen bir sa-
nattır.
Edebiyat tarihçisi Cevdet Kudret, "örneklerle Edebi-
yat Bilgileri" adlı kitabında, bizde, edebiyat sözûnün
Tanzimat'tan sonra kullanıldığını yazar. Daha önce bu-
nun yerine şiir ve inşa kullanılıyor. Recaizade Mahmut
Ekrem, "Her dilde anlatım yollan nesir (inşa) ile şiir (na-
zım) arasmdadır. Bunun dışında bir şey olamaz" diye
"kestirip atar.
Düzyazı, nesrin yerini tutmuyor. Şiirin yerini alacak
sözü hâlâ bulamadık. Şiir, yerini dolduracak sözcüğü bu-
lana kadar saltanatını sürdürecektir. Ozan deyip duru-
yoruz, ama şair hiçbir zaman ozan olmadı. Bir yazımda
şöyle demişim (Acıh
Aragon her güzel şiir
için "Benim de
malımdır", demiş. Şiir,
eskiyi kucaklayan yeniye
sanlan uzun bir
maraton değil midir?
Kuşak 3. basım,
sayfa 218):
Her sözün fısıltıya
büründüğü bir or-
tamda şiir bir dü-
şünce kurtancısıdır.
Kişi ona sanldıkça
kederden, hüzün-
den, hatta zulümden
kurtulmuş gibi olur.
Şiirin baskısı siyase-
tin baskısından ağır çeker.
Dili sadeleştireceğim dememeli, her sözü gelişimine bı-
rakmalıdır.
Türk şiiri, bir elli yıl var ki ölçüsüz ve uyaksızdır. (Cev-
det Kudret, uyak yerine ayak kullanmayı yeğler, ama
buna aldıran azdır.) Uyaklı şiir (serbest nazım) ölçülü sa-
yılabilir. Nâzım Hikmet'in uyaklı şiiri eskilerin 'müste-
zat'ına benzerse de uyak, dizeler arasında yer değiştirir.
Uyak, bazen başta, bazen ortada, bazen de sondadır.
Nâzım Hikmet buna özellikle özen gösterir.
Garip şiirinin şairleri ölçüyü ve uyağı attıklan gibi teş-
bih, mecaz, istiare vb. söz sanatlannı da defterden sildi-
ler. 1940 kuşağı ve İkinci Yeni de ölçülü-uyaklı şiiri unut-
tu.
Şiirimizin bugünkü tablosuna baktığımızda, kimi yer-
de şairi görüyor. şiiri bulamıyoruz; kimi yerde de bunun
tersi oluyor, şiir var, şair yok. Çok mu ağır söyledim?
Günü gelecek şair de şiir de hızla ortaya çıkacaktır. İş,
yeni gelen şairin neyi getirdiğini bulmaktadır. Şairi de şii-
ri de bulamadığınız zaman gecikmiş olursunuz.
Muallim Naci, Tevfik Fikret'in, Tevfik Fikret de Mu-
allim Naci'nin şiirini anlayamadı. Birbirlerine bu yüzden
mezarlığı gösterdiler.
Yahya Kemal'dir ki divan şiirinden yeni bir şiir çıkar-
mayı bildi. Divanda denedi, sonraki şiirlerinde buldu.
Hangi şair kendi şiirini bulursa, sonra öteki şairlerle or-
tak olur. Aragon her güzel şiir için "Benim de malımdır,"
dermiş. Şeyh Galip de "İlhamımrMesnevi'den aldım/
Çaldımsa da miri malı çaldım" demiyor mu?
Şiir, eskiyi kucaklayan, yeniye sanlan uzun bir mara-
ton değil midir?
OKURLARDAN
Sağlık Bakanı'na Açık Mektup
Üç yıllık sağlık okulu
mezunları olarak sağlık
hizmetlerinde görev yapan
ebe ve hemşireleriz.
Aşağıda arzettiğimiz
nedenlerle
mağduriyetlerimizin
önlenmesini diliyoruz.
Bunlar:
a) 3 yıllık sağlık okulu
mezunlan,
b) Sağlık meslek lisesi
mezunlan,
z) Sağlık meslek yüksek
okulu mezunlan,
d) Düz lise mezunu 9 aylık
kurs cıkışlı olanlar.
Bunlar sağlık hizmetleri
unvanh olup 657 sayılı devlet
memurlan olarak
eğitimlerinin kadro
dereceleri ile meslek
tazminatından
yararlanırlar.
Biz üç yıllık sağlık okulu
mezunlan olarak yukanda
belirtilen meslek lisesi
mezunlanmn haiz olduğu
haklardan
faydalanamamaktayız.
Bunun gerekçesi de sağlık
okulu mezunlanna bir üst
eğitim fırsatının
verilmeyişidir.
Gelişen dünya koşullannda
kişi, aile ve toplumun artan
sağlık gereksinmelerini en iyi
şekilde verebilmek için
meslek eğitimlerinin
'Kafkasyalılar'
Gazetenizin 30Ocak 1992
tarihli sayısında yer alan
"Irkların Arkasına Tutulan
Ayna" adlı haberin içeriğinde
de yer alan "Kafkasyalılar
kelimesiyanhşçevrilmiş. Batı
dillerinden yapılan çevirilerin
birçoğunda bu kelime
(Caucasian) diğer bir nıanası
düşünülerek Kafkasyalılar
olarak geçmekte. Buradaki
karşılığı Kafkasya'da
yaşayan halk demek değıldir.
Türk Dil Kurumu'nunTürkçe
Sözlük'ünde, Kafkasya
halkmdan olan olarak
geçmektedir. ancak bu yeterli
değildir. Ingilizcesözlüklere
baktığmız zaman durum
farklıdır. VVebster
Sözlüğü"nde karşılığı,
Avrupa, Kuzey Afrika,
Güney Batı Asya'nm önemli
birkısmında yaşayan ırklan
oluşturan insan topluiuğudur.
Oxfbrd Sözlüğü'nde ise
tndo-Avrupa ırkı üyesi
karşılığı görülür. Kısaea
Beyazlrk.
Dil sorunu ya da çeviri hatası
diyebıliriz. Batı dillerinden
akademik düzeye çıkması
zorunlu olmuştur. Bizlerde
bunu gerçekleştirmek için
dışandan lise bitirme
imtihanına girerek dersleri
verdik. Buaradalise
diplomasını almaya hak
kazandığımız halde
diploma, tarafımıza
verilmedi. Nedeni ise
ortaokul son sınıf derşlerini
de vermemiz gerektiğini
yetkililer söylediler. Halbuki
lise, orta okuldan sonra
gelen bir aşamadır. Buna
göre ortaokul son sınıf
imtihanına girmeye gerek
olruadığ] ve buzorluğun
idareciler tarafından
çıkanldığı (Bu uygulamanın
sadece Edirne Lisesi'nde
yapıldığı)kanısındayız. -
Bizlerin bu
mağduriyetlerinin
giderilmesi için
Bakanlığıruzın bu konu ile
meslekte geliştirme yolunun
açılıp ciddi bir
değerlendirmeye tabi
tutularak, gereken
düzenlemelerin yapılıp
eğitimimizin sağlık meslek
lisesi düzeyine çıkanlması
ön lisans ya da tamamlama
kurslan ile eğitim olanağının
sağlanmasını saygılanmızla
arzederiz.
130 KişiAdma Bir Grup
Sağlık Personeli
çeviri yapıhrken bu kelimenin
tuzağına kolaylıkla
düşülüyor. Türkçe
karşılığının da söyleniş
açısından yakın sesler içermesi
Kafkasyalılar olarak
düşünülmeden çevirilmesini
sağlıyor. Aslında diğer bir
karşılığı da budur.
En son hatırlayabildiğım
benzer hata, William M.
Sloane'nin Bir Tarih
Laboratuvan-Balkanlar
(Süreç Yayınlan) kitabının
çevirisinde de vardı.
Geçenlerde yine gazetenizde
Aksaray-Sirkeci
tramvayından bahsedilirken, *
'raylı tramvay hattı' denmiş,
raysız tramvay olabilir mi?
Ülkemizden yıllar önce
sökülüp atıldığından olsa
gerek insanlantnız nasıl
tanımlayabileceklerini
bilemiyorlar. Keşke rayı
olmasaydı da istediği yerden
gitseydi. yollan tıkamazdı.
İLHAN ONURKAN
İstanbul