22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

16 Mustafa Kemal Erdemol, yeni kitabında yeni sorulara kapı açıyor C kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL 4 MAYIS 2007 CUMA “Buz Çağı” insanının kötü halleri Osman ÇUTSAY FRANKFURT / LONDRA – Gazetemizin Londra’daki temsilcisi Mustafa Kemal Erdemol, yeni kitabının kapağında “Bushçağı”ndan söz ediyor. Birleşik ve tek bir sözcü olarak yazıyor, ama anlattığı, bu sözcüğün altında yatan karanlık ve onun çaresiz insanlarıdır: Gerçekten, bazen “yeni ortaçağ” olarak da adlandırdığımız bu “Buz Çağı”nda adeta “gözleri kamaştıran” bir karanlıktan söz etme zamanımız gelmiştir. Kör etmeyi hedefleyen bir parlak silahtır bu. Yeni kitabı “Bushçağı Yazıları” ile Erdemol, işte bu çağın kahramanlarını ve zararlılarını, bu çağa bir biçimde katılanları, ona direnenleri, sıradan insanları ve her türden “uyanığı” irdeliyor. Erdemol, halkın anlayamaz halleri yüzünden böyle bir “Buz Çağı” yaşadığımızın kabul edilmesi gerektiğini söyler gibidir denemelerinde. Yürürlükteki barbarlığın, bizi ormanlara süreceğinden söz eden Mustafa Kemal Erdemol, gerçek bir yazı olayıdır: Günlük haberlere dayanarak ve onlardan hareketle derin, rengarenk bir eleştirelsol dünyayı hiç de uzun olmayan denemelerle kurabilen, üstelik Avrupa’da yaşayan bir başka yazarımız daha var mı? Şimdilik yok. Türkçenin ve gündelik yaşamın içine İngilizceden de giren, ancak dilimizin temel yapısını zenginleştirerek eleştiri oklarını savuran böyle ikinci bir yazarımız henüz yok. Yakın bir dönemde “kült yazar” özellikleri kazanmaya aday çok ilginç bir kalemle karşı karşıyayız. Mustafa Kemal Erdemol, yeni kitabındaki bazı vurgulara yönelik olarak, Cumhuriyet Hafta’nın sorularını yanıtladı. ÜM HAREKETLİLİKLERİ DONDURAN BİR ÇAĞ CUMHURİYET Bush Çağı, insan soyunun kültürel bir Buz Çağı’na girdiğini mi gösteriyor? MUSTAFA KEMAL ERDEMOL Sovyetler Birliği’nin yıkılışıyla sona erdiği söylenen “Soğuk Savaş”tan sonraki dönem, gerçekten de ancak böyle tanımlanabilir. Global efendilerin güle oynaya karşıladığı Soğuk Savaş’ın ardından gelen çağın adı budur elbette. Soğuk Savaş’ın, en azından “taraflara” sahip olunan bir dönem olduğu anımsanırsa, bugünkü buzul ortamdan, daha geliştirici, halklar için uyanıklık gerektiren bir dönem olduğu bile söylenebilir. Bugün Bush ya da Buz Çağı’nda, bildik anlamda politik taraflar yok. Sadece ABD hegemonyasına “karşıt” pozisyonda olanlar var, ama ne kadar dağınık olduklarını görüyoruz. Çin ile Rusya’nın her an kesintiye uğraması olası ABD karşıtı “ortaklıkları”, ABD için tehlikeli bir duruş değildir. İran’ın bile, ne kadar hedefte olursa olsun, ABD ile anlaşabileceği bir zaman gelebilir. Ben öyle görüyorum. Hindistan’ın nükleer silah üretiminde ABD ile özel bir anlaşmaya imza atarak, “karşıt” pozisyondan uzaklaşması da gösteriyor ki, Bush Çağı, tüm hareketlilikleri donduran bir Buz Çağı’dır aslında. ABD hegemonyasının siyasal alandan taşıp, kültürel alana kayması da bir gerçekliktir bugün. Dış politikasını askerileştirmiş bir Amerika ile karşı karşıyayız. Bu “askerileştirme”, kültürel alandan da destek alıyor. Daha doğrusu “kültürel onay” diyebileceğimiz bu destek, ABD yönetimi tarafından oluşturuluyor. Tanrı’yla konuştuğunu söyleyen bir adam Bush. Teröre karşı verdiğini söylediği sözüm ona savaşı “iyi” ile “kötü”nün savaşı olarak tanımlıyor, bunu yaparken kullandığı dil “mesianik” bir dildir. Tutucu, dinci bir toplum olarak ABD’linin buna inanması elbette zor olmuyor. Din faktörünün ağırlıkla yer aldığı “kültürel” onaylama ABD iç politikasının bir başarısıdır aslında. Garip olan oradaki “kültürel onaylama”nın, başka toplumlarda da destek buluyor oluşudur. ABD dışında, ABD’nin sözde teröre karşı savaşına destek verildiği anlamında söylemiyorum bunu. Genel anlamda bir Amerikan idealine inanma tutumu var. Yeni Amerikan Çağı’nın, sakıncalar taşısa da dünyaya bir düzen vereceği, bu düzenin özellikle kimi bölgeler için hayırlı olabileceği düşünülüyor. Katrina felaketine uğrayan Amerikalıların asla göremedikleri “Amerikan Rüyası”, örneğin Ukrayna’da “Turuncu Devrim”, Kırgızistan’da “değişim” adıyla, bu ülkelerin halklarının çoğunluğunun “rüyası” oluverdi. Bu elbette, her şeyi ABD lehine “donduran” bir Buz Çağı’nda olduğumuzu gösteriyor. Hiç mi umut yok, diye sorulabilir. Tüm olumsuzluklara karşın tabii ki umut var. Buz hiçbir şeyi yok etmez, sadece gizler. Bu çağın buzulunun altında, her an ortaya çıkabilecek şeyler var. Ben söylemiyorum bunu, çok önemli bir İngiliz düşünce kuruluşu, mevcut durumun uzun sürmesi halinde, devrimlerin olabileceğini, Marksist hareketlerin yeniden güç kazanacağını söylüyor. Sahte “Amerikan rüyası”, buzkıranlarla karşılaşacak, çünkü böyle gitmez. CUMHURİYET Bir neoliberal buz çağı olarak “Bush Çağı”nın mimarları arasında ilk sırayı Tony Blair, Gerhard Schröder, Romano Prodi gibi görece daha sosyal isimlerin almasını nasıl açıklıyorsunuz? Buz Çağı’nın kültürel algılarımızı kıran bir özelliği mi bu? ERDEMOL Nasıl ya da kimler tarafından gerçekleştirildiğine ilişkin tartışmaları bir yana bırakarak belirtmem gerekirse, bizim değil, ama adı geçenlerin “kültürel algıları” kırılmıştır. 11 Eylül saldırılarıdır buna yol açan. Avrupa’nın kendi dışındaki ülkelere, toplumlara “siyaseten doğru” (political correctnes) biçiminde tanımlanabilecek bir bakışı vardı yakın zamana kadar. Önyargı gayri resmi olarak hep var olagelmiş, ama resmi söylemde başka kültürlere saygının, tahammülün altı çizilmiştir. 11 Eylül, kimin yaptığı bir yana, bu ikiyüzlülüğü ortadan kaldıran önemli bir dönüm noktasıdır. O “siyaseten” alınmış sahte tavırlar yerini gerçekliğe bırakmıştır. Bu gerçeklik Avrupa’nın da hegemonyacı emellerini gündeme getirmesine fırsat yaratmıştır bence. Üç yıl önce, Blair’in yazarlardan, politik analistlerden, gazetecilerden oluşan danışman grubu, İngiltere’nin 1800’lü yıllardaki “emperyalist politikalarına” geri dönmesi gerektiğini dile getirdiler. “Siyaseten doğru” iki yüzlü tutumlar üzerine oluşturulmuş sahte “kültürel algı”nın kırılmasıdır bu. Prodi’yi bilemem ama Blair de Schröder de sözüm ona bir Avrupa aydınlanması geleneğini, ülkelerinin politik arenasında temsil edebilecek yeterliği olan liderlerdi. Yani bireysel olarak entelektüel donanımları var. Blair örneğin, kelimenin tam anlamıyla bir “belagat” ustası. Partisinin emekçi kitlelere dayanan çizgisini tamamen değiştirirken bu yeteneğinin bir hayli yararını görmüş de oldu. Ama ABD hegemonyasının yan aktörleri olarak ortaya çıkmak zorundaydı bu liderler. Her ne kadar “eski” (Avrupa), “yeni” (Amerika) kıta rekabeti varsa da, artık uluslararası sermayenin ABD’den bağımsız bir şey yapması mümkün değil. Merkezin ABD olması, kendi ülkelerinin uluslararası sermayesini temsil eden Blair ile Schröder’i de ABD’nin yanına itmiştir. Yani onların, sahte dediğim ve uzun süre başarıyla sürdürdükleri o “kültürel algıları” 11 Eylül bahanesiyle kırılmıştır. Bugün “çokkültürlü” bir toplum olmakla övünen İngiltere’de, polis durdurduğu bir yabancıya hangi ulustan olduğunu sormadan önce “hangi dinden” olduğunu soruyor. Bush’un dini referans alan askeri politikasının izdüşümüdür bunlar. Blair’in, Schröder’in, Prodi’nin, Bush Çağı’nın mimarları arasında olmaları, kimi karşıt duruşları olsa da, Medeniyetler Çatışması’nda, taraf olmalarının doğal sonucudur. Avrupa, kültürel, siyasi birikimiyle kendi dışındaki çevreye, Avrupalılığı oluşturan bilinci yaymak misyonuna sahip. Bu misyonun aktörleridir bu adlar. AB, sadece bir sermaye ortaklığı değil. Uzun süre böyle olduğunu düşünmüş biriyim ama, artık bir kültürel proje olduğuna da inanıyorum. AMUOYU YARATICILARI” CUMHURİYET Uzun yıllardır kapitalizmin adeta beşiği sayılan bir ülkede ve ona muhalif bir düşünce dünyasının sözcüsü olarak ve yazarak yaşıyorsunuz. İngiltere’deki İngilizlerle Türkiye’deki Türkler arasında köklü kültürel farklar olduğunu söyleyebilir misiniz? Son kitabınızda bu konuda arada büyük farklar kalmadığı yolunda işaretler var da... ERDEMOL Eğitim düzeyi, gelişmişlik gibi değerlendirmelerle ele alınarak “kıyaslama” yapılır ve İngiliz toplumunun bazı olaylara yaklaşımının elbette Türklerden farklı olduğu düşünülür. Elbette gelişmişlik açısından, bireysel inisiyatif kullanmada, özgür değerlendirme yapmada İngiliz toplumu gelişkin denebilir. Ama, “kamuoyu” yaratıcılarının etkisinde kalma söz konusu olduğunda tüm toplumlar birbirine benzer. Bu nedenle, medyasıyla, politika belirleyen kurumlarıyla yönlendirilme anlamında İngiltere’deki İngilizlerle, Türkiye’deki Türkler arasında fark ya kalmadı ya çok azaldı. İngiltere kamuoyu Irak savaşına ilk zamanlarda çok ama çok büyük destek verdi. 11 Eylül’ün, “kültürel algıları”nı kırdığı zamanlardı o dönemler. Ama, tepkisini hemen veren bir toplum İngiltere toplumu. Asker tabutları gelmeye başlayınca, tüm dünyada İngiliz nefreti artma eğilimi gösterince, sadece kendi ülkesinde işlerin yolunda gitmesiyle yetinmeyen, ülkesi dışında da çıkarlarının zarar görebileceğinin bilincine varmış İngilizler, Blair karşıtı bir tutum benimseyebildiler. Tepkilerini sandıkta da gösterip, İşçi Partisi’ne son yerel seçimlerde muazzam bir yenilgi tattırdılar. Bunlar Türk toplumunda olan şeyler değil. Ama “kamuoyu yaratıcıları”nın etkisinde kalma konusunda benzerlikler olsa da, İngiliz toplumu, büyük çoğunlukla bu “yaratıcıların” dediklerine inanma tutumundan vazgeçtiler. Bunda, medyasının “özgü” olmasının, iletişim kanallarının açık olmasının elbette bir payı var. Türk toplumunda siyasi aidiyet çerçevesinden bakılır soruna çoğunlukla. Takipçisi olunan siyasi kadroların sorgulandığı pek görülmüştür değildir Türk toplumunda. Başlangıçta benzerlikler taşıyan iki toplum, bir süre sonra farklılığını ortaya koyuyor. Ama yine de birbirine benzerlik her geçen gün daha artıyor. Önyargı konusunda Türk ve İngilizler birbirinden farklı değil artık. Göçmenlerin sürekli “yabancı”olarak kabul edildiği İngiltere’de, toplumun büyük bir kesimi İslam dininin “kültürel bir çatışma” için elverişli olduğu önyargısına sahip. Türkiye’de her Hıristiyan’ın misyoner olduğu inancı yaygınlaşmıyor mu? Bush Çağı, toplumlar arasındaki kültürel, siyasi düzey farklılıklarını ortadan kaldırmış, tüm halkları olumsuz anlamda birbirlerine benzetmiştir. Bush Çağı, halkların birbirlerine düşmanlık çağıdır aynı zamanda. Başbakan Gerginliği Seçti Konunun, başörtüsü sorununu çok yakıcı bulanlar kusura bakmasınlar ama bence “türbanlı eş”den daha vahim tarafları var. Abdullah Gül, ABD ile “muhabbeti” en sıkı olan politikacılardandır. Bu sıkılık, Çankaya’da pratik bir anlam ifade etmeyebilir belki ama, türban konusunda çok “hassas” olan AKP tabanının, hala varolduğu söylenen antiamerikancılığıyla çelişir bir durumdur. Türban, birçok çelişkinin olduğu gibi bu çelişkinin de üstünü örtmüş belli ki. Türbanla simgelenen sadece Cumhuriyet karşıtlığı değildir büyük bir kesimin gözünde. Gelişmişlik olduğu sanılan moderniteye uygun bir aksesuar olmayışının düşünülmesinde, türbanın, daha geniş bir ifadeyle “kapalılığın”, Köylülük’e dayanan bir giysi ya da tavır olduğuna inanılmasının da etkisi vardır. Bu açıkça dile getirilmez, türban sadece Cumhuriyet değerlerine karşıtlıkmış gibi ele alınır. Cumhuriyet değerlerine karşıtlık elbette bir yanıyla doğrudur ama bundan, bu karşıtlık kırsal alanda kaldığı sürece –ki tüm cumhuriyet tarihi boyunca böyle olagelmiştir pek rahatsızlık duyulmamıştı. Türban “kuşatması” kente yaklaştıkça, kenti koruma kaygısı Cumhuriyet değerlerini savunma refleksiyle buluştu. Cumhuriyet değerlerinin aşınmadığını söylediğim yok. Böyle bir tehlikeyi göremeyecek kadar kör değilim. Cumhuriyet değerlerini kırlara kadar götürememiş olanların ihmalkarlıklarının yarattığı endişeyi, moderniteyi kentte yaşayan kesimler çekiyorlar demek istiyorum. Köylülüğü, hayat bulduğu zeminde yok edememenin, kente, simgesi “türban” olan bir itiraz getirmesi kaçınılmazdı. O itiraz, siyasi gövdesini oluşturmuş, ülkede kök salmıştır. Kökü kırda olan itiraz, başını Çankaya’ya uzatmıştır. Erdoğan, tüm bunlara karşın gerginlik politikasından kaçınmalıydı. Ama tüm tutumunu bu “itiraz” üzerine oturtmuş birisi olarak gerginlikle hayat bulan bir politikacıdır Erdoğan. Gül, gülümseyen, diyalog yanlısı diyenler “gerginlik” yaşanmayacağına da inanıyor olabilirler. Umarım sandıkları gibidir. Bekleyip, görelim. Çankaya’daki 19 Mayıs resepsiyonuna, şunun şurasında ne kaldı ki? “K T ürkiye, yedi yıl sürecek gergin bir döneme giriyor. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi halinde olacak olan durum için söylüyorum bunu. Gül’ü parti içindeki dengelerin zorlamasıyla aday gösterdiğini bilsem de Tayyip Erdoğan’ın gerginlikten yana bir politika sürdürmeye kararlı olduğuna inandığımı da söylemem gerek. Eşinin, kişisel olarak, estetik ya da sosyal açılardan hiç de benimsemediğim türbanı takıyor oluşunu Gül’ün cumhurbaşkanı olmasının önünde engel görenlerden değilim. Ama, tercihim, ülkenin modern yüzünü kapatan bir giysi olarak değerlendirilen türbanın Çankaya’ya çıkmamasından yanadır. Ancak, böyle düşünmemin bu giysiye yüklenen “tehlikeli” anlamlarla da bir ilgisi yoktur. Çünkü, şimdi karşı olunan o zihniyetin sistemde yer bulması için zemini 12 Eylül’ün hazırladığını, o karanlık dönemin kimi uygulamalarını halen sürdürenlerin şimdi bunlardan yakınmaya hakları olmadığını biliyorum. Benim türban meselesini böyle görmemin bir önemi yok elbette. Büyük bir kesim, bu giysinin Cumhuriyet değerlerinin aşınması açısından bir “simge” olduğuna inanıyor. Tandoğan’da binlerce kişi işte bu inancı dile getirmek için toplandı. Bu kesimlerin endişelerini ciddiye almayan bir politikacı olarak, Erdoğan doğru bir zeminde durmadığını göstermiş oldu. Durduğu zemin “gerginlik politikası”dır. Bunun üzerine, aday olmayacağını baştan söylemeyerek, kendisi pek itibar etmese de başkaları için önemli olan değerleri küçümsüyor oluşunu, partisi içinde, toplumdaki “sembollere” önem veren karşıt kesimleri yatıştıracak adaylar mevcutken, eşinin türbanı nedeniyle yakında temsil edeceği devletle bir ara mahkemelik olmuş birini aday gösterişini ekleyin, gerginlik politikasından ne anlatmak istediğim ortaya çıkar. AKP’li Devlet Bakanı Mehmet Aydın, çok önemli bir din bilgini. Bu yanıyla AKP tabanını, eşinin türban takmayışıyla da laik kesimleri rahatlatabilirdi. Prof. Dr. Beşir Atalay ile Vecdi Gönül içinde aynı şey söylenebilir. Erdoğan, “özgürlük mücadelesini” sadece türban üzerinden sürdürme konusunda kararlı olduğunu Çankaya’ya eşi türbanlı Abdullah Gül’ü aday göstermekle kanıtlamış oldu, bence. T kemalerdemol@yahoo.co.uk Dionisos Ödülü Behramoğlu’nun SALİHLİ (AA) Her yıl bahar ve güz dönemlerinde yılda 2 kez gerçekleştirilen ‘Salihli Şiir İkindileri’ etkinliğinin 37’ncisi olan “Bahar 2007” Salihli Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda yapıldı. Salihli Belediyesi tarafından düzenlenen etkinliğe, onur konuğu şair Ataol Berhamoğlu’nun yanı sıra Fergün Özelli, Nevzat Çelik, Namık Kuyumcu, Nedime Köşgeroğlu, Yücelay Sal ve Atilla Er’in de aralarında bulunduğu çok sayıda şair katıldı. CHP İzmir Milletvekili Hakkı Ülkü ve Salihli Belediye Başkanı Mustafa Uğur Okay’ın da katıldığı etkinlikte, açılış konuşmalarının ardından şairler şiirlerini okudu. Etkinliğin özel bölümünde geçen yıl 13 Kasım’da yaşamını yitiren Salihlili şairlerden Haşim Kanar anıldı. Atilla Er, gerçekleştirdiği sunumda Kanar’ın şiirlerinden örnekler sundu. Müzisyenler Levent Akpınar ve Cem Şengül’ün bağlama ve gitarla seslendirdikleri türkülerle renk kattığı etkinliğin son bölümünde ise 37. Salihli Şiir İkindileri’nin onur konuğu Ataol Behramoğlu söz aldı. Katılımcılara şiirlerinden bir seçki sunan Behramoğlu’na, etkinlik kapsamında verilen Dionisos Ödülü’nü CHP İzmir Milletvekili Hakkı Ülkü ve Salihli Belediye Başkanı Mustafa Uğur Okay sundu. Rostropoviç öldü Kültür Servisi Rus çellist ve orkestra şefi Mstislav Rostropoviç, cuma günü 80 yaşında yaşama veda etti. 1927 yılında Baku’da dünyaya gelen sanatçı, uzun süredir hastaydı. 1951 ve 1953’te Stalin, 1964’te Lenin ödüllerini alan sanatçı, 1966 yılında “SSCB halk sanatçısı” ilan edildi. Stalin’in eleştirdiği iki besteciyle samimi arkadaşlığı olan Rostropoviç, muhalif yazar Aleksandır Soljenitsin’i 1970 yılının Eylül’ünde evinde ağırladı ve ona verdiği açık destek yüzünden gözden düştü. 1974’te Batı’ya sürgüne gitmeye zorlanan sanatçı, 1978’de Sovyet vatandaşlığından çıkarıldı. Sanatçı, ülkesine ancak 10 yıl sonra dönebildi ve 1990’da tekrar vatandaşlığa kabul edildi.Tarihe “özgürlük savaşçısı virtüöz” olarak geçen Rostropoviç, çağdaş yapıtlara getirdiği yorum ve repertuvarıyla uluslararası müzik tarihinin unutulmaz isimleri arasına girdi. ‘Yoksulluk Direniş Umut’ filmleri Kültür Servisi Halkevleri, sendika.org, DİSK’e bağlı SineSen, Basınİş ve Birleşik Metalİş ile Türkİş’e bağlı Havaİş ve Petrolİş sendikaları tarafından İstanbul, Ankara, İzmir, Adana gibi çeşitli illerimizde düzenlenen ‘II. İşçi Filmleri Festivali’ 1 Mayıs’ta Taksim Kazancı Yokuşu’na karanfil bırakılmasıyla başlayacak ve festivalin resmi açılışı, 2 Mayıs gecesi saat 20.00’de Beyoğlu Emek Sineması’nda yapılacak. İstanbul, Ankara ve İzmir’de eşzamanlı olarak yapılan festivalin İstanbul’daki resmi açılışının sunuculuğunu oyuncular Mustafa Alabora ile Türkü Hazer üstlenecek. Açılış töreninde, işçi ve emek mücadelesine katkılarından dolayı sinema emekçilerine ve Meksika, Hindistan, İngiltere’den gelen konuk yönetmenlere teşekkür plaketleri sunulacak. Timur Selçuk’un şarkılarıyla renklendireceği gece, Meksika yapımı “Ülke, Yağmur, AteşOxaca 2006” ile son bulacak. Festival, mayıs ayının ikinci haftasından sonra Mersin, Adana ve Bolu başta olmak üzere ülkemizin çeşitli kentlerinde ve ardından Bremen’deki gösterimlerle sürecek. Festival filmleri; İstanbul’da Fransız Kültür Merkezi, İtalyan Kültür Merkezi, Yeşilçam Sineması, Halkevi Sinema Salonu ile Petrolİş, Havaİş ve Birleşik Metalİş Konferans salonlarında, Ankara’da Ankara Sanat Tiyatrosu ve Ekin Sanat Merkezi’nde, İzmir’de Dr. Selahattin Akçiçek, Güzelyalı ve Alsancak Kültür merkezlerinde ücretsiz olarak gösterilecek. Festival’in adana ayağı ise Adana’da ise 6 Mayıs’ta başlayacak.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear