27 Kasım 2024 Çarşamba Türkçe Subscribe Login

Catalog

Çetin YİĞENOĞLU Kim korkardı, deli danadan, keneden, kuş gribinden.. O nları ne zaman ekranda görsem, tutamam kendimi; ak astronot giysileri içinde, sırtlarında oksijen tüpü gibi taşıdıkları aygıtlarla belirli noktalara toksik kimyasallar püskürtmelerini her görüşümde gülmekten kırılırım... Bunda, ilaçlama görevlisinin yanı sıra, durumu canlı kanlı anlatabilmek uğruna görevlilerle bir örnek giyinmiş televizyon sunucusunun canhıraş çırpınmaları tek etmen olmaz... Giysilerinden, davranışlarından çok, onlara eşlik eden köylüler gülünç duruma düşürür onları... Bunun için köylü kurnazlığı falan yapmazlar... O tuhaf giysililerin yanında görünmeleri yeter de artar bile... İlaçlanacak yerleri gösteren muhtarın, uzay giysililerle çelişki oluşturan şalvarı, göyneği, yeleği, kasketiyle vokalist pozlardaki köy çocuklarının yalınayak başıkabak görüntüleri büyük bir gülme etkisi yaratır... Öyle ya, görevlilerle televizyoncuları çok korkutan virüs, bu denli öldürücüyse muhtarla köy çocuklarının Allaha emanet görüntülerine karşın aynı ekranı paylaşan ucube giysilere gülünmez de neye gülünür? Söz konusu köy, üstelik karantinaya alınmışsa... Bu durumda, köylüler bağışıklık kazanmıştır, türünden bir açıklama herhalde doyurucu olmaz... O zaman, o komik görüntülerin ardında başka bir şey aranır... Kimine komik gelse de, medya araçlarıyla toplumun büyük kesiminde paniğe yol açan o görüntülerin ardında farklı bir gerçekliğin yattığı kuşkusu oturur yüreklere... İnsan, çelişkiyi yakaladığında, doğal olarak böyle düşünerek arayışa geçiyor... Topluma yaşamsal tehdit gibi sunulan senaryolardaki çelişkiyi görme yetisi yönlendirici oluyor bu arayışta... Bu yeti, yaşamın içinde, doğanın bir parçasıymışçasına algılamalarla düşe kalka yaşanarak kazanılmışsa eğer, bulut ömrü kadar süren çocukluklara nelerin sığdırılabildiğini görünce şaşıp kalıyor insan... Yaşama değgin onca varsıllığa karşın pek çok şeyin, örneğin kuş gribi diye bir şeyi hiç duymamış olmak söz konusu arayışa daha da kışkırtıyor... Doğrusu, o yıllarda kuş gribi diye bir şey de yoktu... Çok çok, arada bir tavuklara kıran girerdi... Büyükler biraz kaygılanırdı, ama kimsenin pek umrunda olmazdı bu... Bırakınız, öyle astronot giysileri içinde mikroptan arındırma paranoyasıyla yaşamayı, kolonya bile kullanılmaya gerek görülmezdi kıran girmiş tavuğun muayenesi sırasında... İbiği düşen tavuk ya da horoz, görüldüğü an kesilerek yenilirdi... Sadece kıran nedeniyle ölmüş tavuk eti yenilmezdi... Hiçbir ölü tavuk eti yenilmezdi ki kıran ölüsü tavuk yenilsindi... Yöreye kıran gelende, büyüklerin tersine, çocuklar, gençler bayram ederdi, tavuk etine doyacağız diye... Kimse ne kuş gribine aldırırdı, ne Latince adıyla "Avian Influenza"ya... Keneye de kimse aldırmazdı... Kene neydi ki? Adını bilen pek çıkmazdı... Kimi sakka, kimi sakırga derdi... Bırakınız, Latince adıyla "Rhipicephalus Sanguineus" türü keneyi, KKKA (KırımKongo Kanamalı Ateşi)'dan söz edilse sanırım insanlar dalga geçildiğini düşünürdü... Kaldı ki, kim korkardı o minicik böceklerden? Köyde, yaylakta, yazlakta doğal bir hayat sürerdi insanlar... Şimdiki gibi güneş kırgın, gün uykusuz değildi... Polen kokulu bir bahar serinliği egemendi dünyaya... Çocuklar, o bol ışıklı dünyanın kızılçam koruluklarında güneşle körebe oynardı, keçilerin, koyunların sırtında... Arkalarında bulut kokusunda esintiler bıraktıkları keçi yarışlarıyla geçen günün ardından, bir ellerinde zeytinyağına batırılmış pamuklu çöp, öbüründe cımbızla çocukların apış aralarında, kulak arkalarında sakka, sakırga temizliği yapardı anneler... Çocuklarsa çalakaşık yenilen akşam yemeklerinin ardından hemen dalardı, çiçek sağanağına tutulmuş gecelerdeki ışıklı bir uykuya... Çiçek sessizliğinde uçuşan rengarenk imgelerle dolu Sakkalarla sakırgalarla düşler görülen çiy tadındaki uykulardan uyanır uyanmaz da kasabın başında alırlardı soluğu... Birgün önce sırtında güneşi yakalamaya çalıştıkları keçinin, koyunun kesilmesini büyük bir olgunlukla izlerlerdi... Hiçbiri, bazı filmlerdeki gibi duygusal tepki vermezdi... Hepsi, olan bitenin yaşamın doğal parçası olduğunu özümseyenlere özgü bilgece bir davranış sergilerdi... Bunda, hepsinin kasaptan ayrı bir beklentisi olmasının hiç etkisi yoktu... Herkes ne alacağını, ne yapacağını, kasap da kime ne vereceğini çok iyi bilirdi zaten... Kimsenin hakkı kimseye geçmediği için, hiçbir çocuk ayrıca kasaba yaranmaya çalışmazdı... Kimi böbreğini, kimi dalağını, kimi koç yumurtalarını almaya çalışırdı sadece... Koç yumurtalarının iki ortağı olurdu bazı sabahlar... Biri koç yumurtasından "taşak kebabı", öbürü cırlavuk yapmayı tasarlardı... Cırlavuk, koç yumurtası derisi, ceviz kabuğu, at kuyruğu kılıyla yapılan bir oyuncaktı... Çocukyayla halaçların yorgan döşek pamuğu atmada kullandıkları yaya bağlanan güçlü ip bu kirişten başkası değildi... İşte, o çocukların arasından çıkan bazı uyanıklar, mutfakta değerlendirilmeyen barsaklardan kiriş üretip halaçlara satarak cep harçlığı çıkartırdı, bazı günler... Kesimlik hayvanın sadece eti, sakatatı değil, her organının insanların işine yaradığını öğretmişti çünkü, hayat onlara... Eğer, söz konusu olan koyunsa yününden yelek, ceket, bere, çorap, kepenek, yatak, yastık, yorgan; keçiyse kılından çadırlık, yer sergiliği, örme denilen bir tür halat yapılırdı... Boynuzlar ise bıçak sapı yapımında değerlendirilirdi... Çocukların şalvar ceplerindeki çakıların, bıçakların sapları o hayvanların boynuzlarından, ayaklarındaki yemeniler derilerinden üretilirdi... Bunları bilen her çocuk, kesim sabahlarında bir ritüelin parçasını izler gibi izlerdi olan biteni... Kesim sonunda kanca gibi kullandıkları bir ellerinin işaret parmağına et parçasını asarken öbür elleriyle avuçladıkları sakatatla döndükleri evlerinde hemen kahvaltı sofrasına otururlardı... Daha sonra, yine o sofrada sakatat yemeklerini yerken hiçbirinin aklına deli dana hastalığına yakalanma korkusu gelmediği gibi, aralarında "Reutzfeldt Jakob"un da kim ya da ne olduğunu bilen çıkmazdı... O zamanlar, ne GDO, transgenik çeşit, hormon, ne mucize tohum gibi kavramlar henüz hayatı ablukaya almıştı, ne de tohum şirketleri dizginlenemezcesine saldırganlaşarak bir süpermen gücün ödünsüzlüğünde ulusaşırı kimlik sahibi olmuşlardı... Dünyada ne monokültür tehdidi, ne ozon tabakası deliği, ne küresel ısınma, ne biyoçeşitliliğin yok olması korkusu vardı... Sentetik tarım ilaçları da yoktu, terminatör tohumlar da... Çiçek güzelliğinde, ama lezzet yoksunu, daha doğrusu plastik tadındaki meyveler, sebzeler henüz pazarları, marketleri doldurmamıştı... İnsanların küçücük dünyalarında her şeyin tadı kıvamındaydı... Bugün hayatı hepten tehdit eden, ancak şeytanın aklına gelebilecek senaryolara kimsenin aklı ermezdi... Nereden bilebilirlerdi, ekrana getirilen uzay giysili figüranlarla yarattıkları deli dana hastalığı korkusuyla ülkenin kırmızı et üretimini, hayvancılığını, kuş gribi korkusuyla piliç sektörünü, küçük ölçekli köy tavukçuluğunu öldürmek istediklerini... Köy tavukları yok edilince kenelerin artacağını, dahası, kahrolası bir kâr hırsıyla kirletilmiş bir dünyadan enfekte olarak nasibini almış kenelerin insan sağlığını hepten tehdit edeceğini... Ekranlardan sunulan haberlerin tuzaklarla dolu olduğunu deneye yanıla öğrenmişlerdi ama... Bir gün "şarap kanser yapıyor" türünden bir haber duyduklarında bunu viski üreticilerinin oyununa veriyor; bir başka gün, çileğin "antiaging" etkisine ilişkin bir haber okuduklarında ise bir iki gün sonra turfanda çileğin markette kilosu beş liradan pazarlanacağını biliyorlardı... Geçenlerde Avustralya'da ortaya çıkan at gribinin yakında kapılarını çalacağından yana hiç kuşkuları yok... Bu at gribi dünyanın başka bölgelerinde maymun gribi, eşek gribi olacak... Onlara göre bunun nedeni oldukça basitti; beslenmek için son çare at, eşek, maymun eti yemek zorunda kalanları uluslararası tekellerin marketlerdeki kırmızı et reyonlarına çekmekti... Şimdilik bilmedikleri, bilemedikleri, zihinsel kodları, şifreleri, şifre anahtarları deşifre edilmiş bu insanların ekranlardaki uzay giysili piyon görüntüleriyle güldürülürken ne türden bir biyolojik senaryo için koşullanmaya çalışıldıklarıydı... ların doğal maddelerden kendi oyuncaklarını kendilerinin yaptığı çağlara özgü bir oyuncak... Yer yer ağustos böceği ya da kaynana zırıltısına benzer sesler çıkartır... Çocukların her biri, kasaplık hayvanlar konusunda, birer uzmandı... En iyi pirzolalığın, ızgaralığın, köfteliğin, en yumuşak etin nereden çıkacağını, kürek kemiği ya da böbrek yatağındaki etin niteliğini hepsi ezbere bilirdi... "Uykuluk" denilen protein deposunun boynun solukborusu çevresinden, uykuluğun bir benzeri olan "fındık"ın barsaktan, pastırmalık etin nereden çıkarıldığını bilmeyen olmazdı... Hepsi de, bir kasaplık hayvanı kesip, yüzüp parçalayarak mutfağa hazır duruma getirecek beceriye sahipti... Ama büyükler, henüz ergen olmadıkları gerekçesiyle onların hayvan kesmesine izin vermezdi. Sadece, yüzme sürecinde yardım etmelerine gözyumarlardı... Bir görevleri de kesim sırasında oluşan kan ve benzeri artıkların üzerini toprakla örtmekti... Bu, unutulmuş bir çevre bilincinin üst düzeydeki örneklerinden sadece biriydi... Boyun etinden madımak, işkembeden çorba, şırdan, kırkkat, barsaktan mumbar (bumbar) dolması, sucuk kılıfı yapılacağını da bilirdi o çocuklar, "kiriş" denilen, dünyanın en güçlü ipinin üretileceğini de... Kasaplık keçiye, koyuna kesimden birkaç gün önce avuç avuç tuz yedirmeleri nedensiz değildi; kirişin sağlamlığı için gerekliydi bu... Yine, hepsi bilirdi ki, avcı atalarının vazgeçilmez silahı ok 9
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear