22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

Nurdan Gürbilek’ten “Sessizin Payı” ‘Edebiyatın farkı, bazı şeylerin teselli edilemeyeceğini unutmaması’ Edebiyatımızın eleştiri damarının güçlü isimlerinden Nurdan Gürbilek’in yeni ktabı “Sessizin Payı” henüz yayımlandı. Gürbilek kitabında, kavramlara ve olaylara edebiyatın içinden bakan denemelerini bir araya getiriyor. Dostoyevski’de adalet, Tosltoy’da vicdan, Orhan Kemal’de merhamet, Coetzee’de utanç, Peyami Safa’da ise kutuplaşma izleklerinin peşinden gidiyor. Gürbilek’in dilinde önemli yer tutan soruları, bu kez güne ve yakın geçmişe çapa atıyor. Gürbilek’le yeni kitabını konuştuk. r Eray AK azdıklarınızı “deneme” adı altına topluyorsunuz. Ancak ciddi bir inceleme ve eleştiri süzgeci de barındırıyorlar. Siz nerede görüyorsunuz kaleminizden çıkanları ya da illa ki bir yerde görmek gerekir mi? Bu ayrımların bir açıklayıcılığı var tabii, ama türler arasındaki sınır ihlallerinden kimseye zarar gelmez. Hatta yararı da olur. Denemeyi gevşeklikten, incelemeyi katılıktan kurtarır. Ama illa bir şey demek gerekiyorsa yazdıklarıma, “deneme” demeyi tercih ederim ben. Çünkü özellikle edebiyattan söz ediyorsak, daha işin başında konuyla teması yitirmemek için bir üslup kaygısı girmesi gerekir devreye. Ama üslup derken güzel cümleler kurmaktan değil, konunun gerektirdiği bir biçimsel zorunluluktan söz ediyorum. Bir de tabii bütün kavramsal iskelesine rağmen kavramlara kuşkuyla yaklaşır deneme. Bir kavramlar ortamında hareket etmesine rağmen ele aldığı konuyu kendi üzerinde bıraktığı izlerden yola çıkarak kavramaya çalışır denemeci. Başka yazarlar üzerine yazarken kendisinin de yazıyor olduğu gerçeğini unutmamaya çalışır. S A Y F A 1 4 n 5 Deneme değil belki ama eleştiri, edebiyatımız adına güdük kalmış ya da bir şekilde halkanın dışına itilmiş bir verim. Bunun nedenleri neler sizce? Eskiden başka nedenleri vardı, şimdi başka nedenleri var. Şimdiki nedeni hepimiz biliyoruz. Eleştiri vakit isteyen, bir ruhsal yatırım isteyen, bağımsızlık gerektiren bir şey. Kitapların zevkle okunup zevkle değerlendirilmesi. Oysa öyle bir vakit yok şimdi, tanıtılması gereken kitaplar var, o kitabı tanıtıp ötekine yetişmek gerekiyor vs. Ama ben yine de “Neden eleştiri yok?” diye yakınmaktansa, var olan örnekleri neden konuşmuyoruz diye sormaktan yanayım. Sayıları az olabilir, ama okuduğumuz iyi örnekler de var. Y gidip gelmeleri, edebiyattan dışarıya, dışarıdan edebiyata bakıyor olmaları. Bir yanıyla edebiyat okumaları bunlar, ama diğer yandan bir olaya da bakıyorlar. Bir bakıma iki ayrı yazıyı iç içe ilerletmeye çalışıyorlar. Aslında okuma sürecinde bu hep vardır. Bir kitap okuyorsunuzdur, o sırada bir olay olur, siz o olaya o kitabın etkisiyle bakarsınız. Ya da tersine, o “BİR YAZARIN İÇİNDEKİ FARKLI kitaba o olayın ışığında bakıp daha önce SESLERİ KONUŞTURMAYI görmediğiniz bir şeyi görürsünüz. Ama ÖNEMSİYORUM” tabii riskleri de olan bir şey bu. İkisinin Yeni kitap Sessizin Payı’na gelelim. de hakkını vermek, birini diğerinin kenar Sessizin Payı, kavramsal ve fikirsel olarak süsüne dönüştürmemek gerekiyor. Ben birbirini tetikleyen denemelerden/incede bu okumalarda ne edebiyatın ne de lemelerden doğmuş. Bu denemeleri aynı edebiyatdışının hakkını yememişimdir kitap çatısı altında birleştiren ilmekler umarım... neler? Metinleri, yazarları ve olayları birbirBir plana sadık kalarak yazılmış yazılar leriyle konuşturma uğraşı var yazdıklarıdeğil bunlar. Ama birbirinin peşi sıra nızda. Peki siz nasıl konuşuyorsunuz bir yazıldıkları için ister istemez birbiriyle metinle, yazarla ya da olayla? Önceliklekonuşan, birbirinin eksiğine yerleşen riniz ya da dikkatle üzerine durduğunuz yazılar. Onları aynı kitapta bir araya genoktalar nelerdir? tiren, daha çok izledikleri yöntem oldu. Benim daha çok önemsediğim, bir yaEdebiyatla dışarıdaki hayat arasında zarın içindeki farklı sesleri konuşturmak sanırım. İlk okunuşta duyulmayan sesleri duymak. Ama bazen de bir yapıtı daha fazla konuşturabilmek için onu başka yapıtlarla karşı karşıya bırakmak gerekir. Farklı yerlerden tanıdığımız arkadaşlarımızı tanıştırdığımızda birbirlerine ne söyleyeceklerini merak ederiz ya, onun gibi bir şey. Birbirinden habersiz iki metin karşı karşıya gelirse nasıl bir konuşma ortaya çıkar? Ama cevabını baştan bildiğimiz bir karşılaştırmalı edebiyat sorusu değil bu. Daha gerilimli bir şey. Ya da bir metin şu olay karşısında ne düşünür? Ya da o olaya nasıl bir ışık düşürür? Tabii bizim kendi sesimiz de karışır o konuşmaya, içimizdeki farklı sesleri de daha “Konuşanlar sessizlerin hikâyesini anlatamaz, çünkü bu on iyi tanırız, ama eğer sadece bizim ların hikâyesi değildir. Ama sessizler de kendi hikâyelerini anlatamaz, çünkü onlara yapılan şey konuşma yetenekleri sesimiz duyuluyorsa orada, başani de alıp götürmüştür.” rılı olamamışız demektir. Yapıt M A R T 2 0 1 5 susar; biz de elimiz boş döneriz geldiğimiz yere. Yazı dilinizde de soruların önemi yadsınamaz zaten. Bir anlamda kendinizi ve okurunuzu sorular sorarak metne bağlayıp ilerliyorsunuz. Sessiz’in Payı’nda da öyle ancak bu kitapta, üzerine yazdığınız metinler paralelinde sorulan sorular, biraz güne ve gündeme çapa atmak için... Çünkü böylelikle darbecilerin yargılanmasına, Roboski’ye, sokaktaki çocuklara, Kazlıçeşme’ye ya da Gezi’ye geliyoruz. Ne dersiniz? O sorular benim yazıya başlarken kendime sorduğum sorular zaten. Cevabını biraz sezdiğim, ama üzerinde daha fazla düşünmek istediğim sorular. Yani sırf okura değil, kendime de sorduğum sorular. Mesela 12 Eylül davası sırasında Kenan Evren’in söylediği bir şey vardı: “Biz ihtilal yaptık, ihtilale teşebbüs etmedik.” Burada bir soru gizli aslında. Nazi görevlisi Adolf Eichmann da Kudüs’te yargılanırken şöyle demişti: “Başarırsanız madalyalara boğulursunuz, başaramazsanız darağacını boylarsınız.” Ama bu cümlelerin sorusunu yüz elli yıl önce Suç ve Ceza’da Dostoyevski zaten sormuştu. Raskolnikov şöyle der: “Eğer başarsaydım sevinçle taçlandırılacaktım, şimdi hapishaneyi boyluyorum.” Sorusu da şuydu: “Neden Napolyon kan dökünce suçlu olmuyor da ben suçlu oluyorum?” Ben bütün bu soruları bir araya getirdim, biraz daha vurgulayarak sordum sadece. “RASKOLNİKOV BİR ÖRNEK, HATTA BİR İLHAM KAYNAĞI” Raskolnikov’un adını anmışken... Kitabın açılış incelemesi “Suç ve Ceza”; Dostoyevski’nin Raskolnikov’unu, “şeytanın avukatı” Verges’i, Nazi Eichmann’ı ve Kenan Evren’i bir araya getiriyor. Buradan yola çıkarak tarih ve siyasetin, edebiyatı okumada ve yorumlamada, sizin ne kadar yanınızda olduğunu sorsam... O yazıyı yazdığım sırada sanki 12 Eylül’ün haksızlıklarının üzerine gidilecekmiş gibi bir hava estirilmişti. Öyle olmadı. O sırada Vergès henüz hayattaydı. Onun gibi bir avukat çıkıp Kenan Evren’i savunsa, suçu sıkıştırıldığı dar alanın dışına çıkarsa, yargılayanların da adaletini konuşabileceğimiz bir zemine doğru sürüklese nasıl bir yankısı olurdu diye düşünmüştüm. Yalnızca yargılananın suçunu değil, yargılayanların da adaletini sorguladığı bir “kopuş stratejisi”ni savunur Vergès. Savunma Saldırıyor adlı kitabı 80’lerin sonunda yayımlanmıştı. Edebiyattaki ünlü kopuş davaları da vardır o kitapta. Raskolnikov da bir örnek, hatta bir ilham kaynağı olarak vardır orada. Kenan Evren, Vergés ve Raskolnikov böyle bir araya geldi aslında. Evet, bugünün ışığında bir Suç ve Ceza okuması, ama aynı zamanda Suç ve Ceza’nın soruları ışığında bugüne bakma çabası. Peki, Raskolnikov’un, bugünün Türkiyesi’ne yollayacağı soru ne olurdu sizce? İki sorusu vardır Raskolnikov’un. Birincisi, yasanın ardındaki şiddeti sorgulayan cümle: Neden yasa koyucular kan dökünce suçlu olmuyor da ben suçlu oluyorum? Neden Napolyon değil de ben? Yasa koyucular başarılı oldukları için haklı, ben başarısız olduğum için mi haksızım? İkincisi, kan döktükten sonra sorduğu soru: Kendi yasamı kendim yapacağım diye kan dökmeye hakkım var K İ T A P S A Y I 1 3 0 7 C U M H U R İ Y E T Fotoğraflar: Muhsin AKGÜN
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear