Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Zülfü Livaneli’den “Konstantiniyye Oteli” İstanbul’da bir pınar Zülfü Livaneli, zengin bir insan panoramasıyla İstanbul’un derinliklerine inerken şehrin büyülü, ama bir o kadar da acımasız atmosferiyle buluşturduğu okuru “Konstantiniyye Oteli”yle sıra dışı bir yolculuğa çıkarıyor. Livaneli’nin anlattığı Konstantiniyye Oteli, aslında binlerce yıllık koskoca bir şehir olarak beliriyor karşımızda. Değişen, dönüşen, ama barındırdığı şiddet nedense aynı kalan bir şehir… r Zafer KÖSE ervantes’ten beri roman okuruz. Aslında hikâyelerle olan ilişkimiz çok daha eski tarihlere dayanır. Destanlar, masallar, hatta otuz bin yıl öncesinden kalan mağara duvarlarındaki resimler var. İnsanın günlük hayatı ve içinde yaşadığı toplulukla ilişkisi değiştikçe onun hikâyesini anlatma yolları da değişti ve elbette hayatın değişmeyen yönleri gibi anlatının da değişmeyen yönleri devam etti. Biliyoruz ki iyi romanlar insanları kabaca “iyiler ve kötüler” diye ayırmıyor. Sadece Don Kişot gibi hayalci, serüvenci, diğerkam kişileri veya Sanço gibi hesapçı, temkinli, kurnaz kişileri somutlaştırmakla yetinmiyor romanlar. Belki bundan daha çok her kişinin içindeki serüvenciliği, hesapçılığı, diğerkamlığı ortaya çıkarıyor. Marquez ve Yaşar Kemal gibi romancılar sayesinde, insan topluluklarını da birer kişilik gibi algılayabildik. Topluluklar, kendilerini oluşturan kişilerin her birinden, onların toplamından farklı birer özne olarak beliriyor. Bazen tek tek bireylerin içine sığmayan acımasızlıkların, kötülüklerin eyleyeni oluyor “toplum” denen şey. Bazen roman kahramanımızın elini kolunu bağlayan, özgürlüklerini kısıtlayan bir varlık, bazen de o sırada yaşamakta olan kişilerin kaybettiği eski erdemlerin, kadim değerlerin sürdürücüsü. Açıklamadan anlatılan büyük konuları Dostoyevski gibi ustalardan öğrendik. Minik bir hareket, kısa bir söz veya küçük bir jest aracılığıyla, insanın içinde kopan fırtınalara tanıklık ettik. En akıl almaz tercihlerde bulunan S A Y F A 8 n 1 5 C insanların, bu kararlarına neden olan buz gibi gerekçeleri gördük. Zola, Jack London ve Saramago’dan biliyoruz; roman yazmak, daha güzel bir dünya için mücadele etmenin yollarından biri. Bir okura, zaten içinde yaşadığı hayatı biraz uzaktan göstermek; insanlara zaten bildikleri konuları biraz daha farklı açıdan anlatmak; kanıksanmış yargılarla ilgili bir şüpheye neden olmak... Bir el uzanıp yakamıza yapışırcasına, omzumuzdan tutup sarsarcasına etkileyen, hayata müdahale eden romanlar biliyoruz. Kafka sayesinde, Milan Kundera sayesinde kavradık; felsefenin ve bilimin yerine geçmez edebiyat (sanat), ama onlar gibi bir düşünme yolu. Ne yaşadığımızı anlamadan yaşayıp gitmekle ne okuduğumuzu anlamadan bir romanı bitirmek arasındaki ilişkiyi fark ettik. BİZİM OTEL Konstantiniyye Oteli. Otelimiz. Bir süre konuk olup gideceğimiz dünyamız. Birkaç yüzyıldır, birkaç bin yıldır, kısacık zaman dilimleri içinde birbirini etkileyen, birbirine değen, birbirini görmeyen onca hayat. Livaneli’nin romanı. Romanımız. İstanbul’da bir otel bu. Ruhsat almanın yolu bulunmuş, eski bir Bizans sarayının kalıntıları üzerine inşa edilmiş. Derinlerdeki altyapının üzerinde yükselen yabancı ortaklı bir işletme. Bu çok lüks otelin açılış gecesini anlatıyor roman. Romanın başı ile sonu arasındaki süre birkaç saat. Geceye katılan 300 davetli, masalara dağılmış oturuyorlar, kalkıp dolaşıyorlar, birbirlerini gözlüyorlar. Çoğu, bir anlamda kendini pazarlamak için çırpınıyor; yeni ilişkiler geliştirmek, ileriye dönük fırsatlar yakalamak, haklarında oluşmuş olumsuz kanaatleri çürütmek derdindeler. Sermaye sahibi olmadığı halde o dünyada kendilerine yer edinmiş konuklar da var. Bilim insanları, haberciler, bürokratlar; içinde yaşadıkları dünyaya sağladıkları “fayda”nın derecesine göre ulaştıkları “başarı”larıyla varlıklarını sürdürenler. Aynı “başarı”yla toplumu yozlaştıranlar; yani sınıfsal ve kültürel bağlardan kopuk bir hayat yanılsaması yaratanlar ve bu yozlaştırma işlemlerinin hedef kitlesinden insanlar da orada. Masala rın arasında dolaşıyorlar, konuşmaları dinliyorlar, soruları yanıtlıyorlar. Otelin açılış gecesine davetli değil, görevli onlar; garsonlar, temizlikçiler, aşçılar. Birkaç saat boyunca, masalardaki sohbetleri dinliyoruz, orada oturanların hayatlarına tanık oluyoruz. Aynı şekilde, davetli olmayan kahramanların hayatına da uzanıyoruz. Roboski’yi görmemek için onlarca yıldır devletin durup dururken katlettiği Kürtleri görmemek için bu kez gözlerimizi kapama fırsatı bulamıyoruz. Yok sandığımız, hapishanelerde büyüyen insanları tanıyoruz. Taksicilerin dertlerini, aklına ikide bir günah düşen müminleri, IŞİD’e katılmak için para biriktirenleri, din engelinden dolayı bir araya gelemeyen sevgilileri, fırsatçıları, yüreği kararmışları, Gezi Parkı’ndaki yiğit gençleri, güzel insanları... İnsanları görüyoruz. Hatta otelin üzerine inşa edildiği bölgedeki mezarlıklar, yüzlerce yıl önce yaşanmış olaylar, hırslar, mücadeleler, İstanbul’un binlerce yıllık tarihi de görüş alanımıza giriyor. Çeşitli kahramanları, halen yaşayan ve eskiden yaşamış insanlarıyla bunların bir araya gelmesini aşan varlığıyla, roman kahramanı olarak İstanbul’u okuyoruz. BURUKLUĞU KALAN DAMLALAR Ferîdüddin Attâr’dan beri, Binbir Gece Masallarından beri; daha roman diye bir edebiyat türünün bulunmadığı tarihlerden beri tanıdığımız bir anlatı biçimi bu. Birkaç saatlik hikayenin içinde ilerlerken, anlatı çeşitli kollara ayrılıyor. Ana yoldan ayrılan yan yollar gibi. Bu yan yollardan bazıları yüzlerce, binlerce yıl uzunluğunda. Birdenbire genişliyorlar, akıp gidiyorlar. Yokuşlar, canavarlar, hüzünler çıkıyor karşımıza. Kimi açılış gecesinin yaşandığı günlerdeki memleket hikâyelerine doğru yol alıyor, kimi geçmiş yüzyıllara, kimi de gelecek yıllara. Her bir hikâye kolu, sadece kendi başına da var olabilecek nitelikte. Ama çoğu, birbiriyle ilişkili; bazen doğrudan, bazen de dolaylı, derinlerden bağlı birbirine. Son sayfasını da çevirip kitabın kapağını kapayınca başınızı kaldırıp uzaklara bakıyorsunuz. Hemen kalkıp otelin bulunduğu Sultanahmet’e gitmek geliyor içinizden. Orada oteli bulamayacağınızı biliyorsunuz ama bir pınar göreceğinize eminsiniz. Küçük bir dere oluşturmuş, çağıldıyor pınar. Çeşitli kollara ayrılıyor. O küçük derede değilse de ondan ayrılan kollarda yüzebilirsiniz. Yüzünüze sıçrayan damlalar sizi serinletir. Bazı damlalar da yüreğinize çarpar, yakar! Kim bilir yeryüzünün hangi katmanlarından, hangi zamanlarından geçip oraya ulaşmıştır o damlalar ve her bir damlada, içinden süzülüp geldiği katmanların tadı kalmıştır. Burukluğu kalmıştır. n Konstantiniyye Oteli/ Zülfü Livaneli/ Doğan Kitap/ 480 s. K İ T A P S A Y I 1339 “Konstantiniyye Oteli. Otelimiz. Bir süre konuk olup gideceğimiz dünyamız. Birkaç yüzyıldır, birkaç bin yıldır, kısacık zaman dilimleri içinde birbirini etkileyen, birbirine değen, birbirini görmeyen onca hayat. Livaneli’nin romanı. Romanımız.” E K İ M 2 0 1 5 C U M H U R İ Y E T