Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Halil Değertekin Muhacirler’i anlatıyor dir. Derken 20 Şubat’ta Rusların Rahva’ya gelmesiyle çatışmalar şiddetlenir. YILLAR SONRA Yaşadığı kasaba ve benzeri yerleşim birimlerini, yani yaşadığı toprağı terk etmek zorunda kalan insanların (kafileler halinde) yollarda yaşadığı “trajik çarpı trajik” koşullar anlatılıyor kitapta. Böylelikle bundan 100 yıl öncesinde bölgenin maddî koşullar yanında, yönetimin niteliği, yörenin ne kadar güvenli olduğu üzerine de bilgileniyoruz. Merkezden epey uzakta, Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan halkın yalnızlığı, nice sıkıntı ve tehlikelerle yüz yüze olduğu gerçekçi ve anlaşılır bir şekilde anlatılıyor. Topluca yürüyüşler, tedirgin konaklamalar, hayal meyal anımsanan yüzler… Dağlar eşkıya, kaçak asker ve asilerle dolu. Bunlar yetmezmiş gibi erken gelen kış öylesine ağır geçiyor ve öylesine kar yağıyor ki bir kısım halk bu doğa koşullarında bile Elâzığ ve Diyarbakır yönüne doğru göç ediyordu. Gidilecek yerin güvenli olabileceği ümidiyle yola çıkan “kafile” (çoluk, çocuk, genç, yaşlı kadın ve erkek) evden çıkarken birlikte getirdiği buğday, nohut, erişte, döğmeyi vs. zamanla tüketirken ayakta kalanlar, açlıktan ve soğuktan bitkin düşüp “Acız! Acız! Allah rızası için…” sesleri ve yalan yanlış bir ümitle belirsizliğe yürür. Yaklaşık iki yılı biraz geçse de (19161918) bu karmaşanın nice acılara yol açtığı konusunda yazılabilenler bile dehşet içerir. Bu kitapta OsmanlıRus cephesinin yakınındaki illerden, açıkçası kendi toprağından kalkıp Güneydoğu’ya göç eden bir grup insanımıza ayna tutuluyor. Böylelikle bunlar ve benzer acıyı, göçü tadan, yaşayan binlerce insanımız, ne gariptir, sığındığı kentlerde hep “muhacir” olarak tanımlanır. Aynı ülkenin sınırları içinde aynı dili konuşan, aynı adet ve gelenekleri yaşayan insanlara “muhacir” sözcüğü yerel ağızla “mâcır”a dönüşür yıllar içinde. Dünyada bunun bir örneği daha var mı? Tam da bu anda hatırladım: O dönemden mi kalmış, bilemiyorum. Kızı komşu bir il ya da ilçeye gelin gidenin ailesi “Kızımız gurbete gitti” diye dertlenirmiş… (Şeytan dürttü. Acaba, dedim, şu birkaç yıldır yurdumuzun belli başlı kentlerinde çoluk çocuğuyla adım başı dilenerek ayakta kalmaya çalışan Suriye muhacirlerinin… Yıllar sonra, çocuklarından eli kalem tutan birileri nasıl, neler yazacaktır bugünlere dair?) n Birinci Dünya Savaşı Doğu Cephesi’nde Muhacirler/ Halil Değertekin/ Kanguru Yayınları/ 216 s. K İ T A P S A Y I 1339 Kendi yurdundaki göçmenler Halil Değertekin ilkin annesinden ve onunla birlikte o dönemi yaşamış yakınlarından olabildiğince ayrıntılarıyla dinlediği göç olaylarını ve çok etkilendiği ayrıntıları ele alarak yazmış romanını. Bununla da yetinmemiş, çalışmasını o yıllara ilişkin bir çok resmi kaynağın yanı sıra anı kitaplarından yararlanarak zenginleştirmiş. r Remzi İNANÇ irminci yüzyılın başında, uzun süren savaşlardan, özellikle Balkanlardaki felaketten yılgın düşen Osmanlı İmparatorluğu’nun yorgun ve bezgin halkı, hemen her bölgede olduğu gibi Doğu Anadolu’da da oldukça yıpranmıştı. Bu coğrafyada, cephelerden uzak olunsa da halk, sorgu sual etmeden kardeşi, babası ya da oğlunu hemen her savaşa yollamıştı. O sıralarda, genel kabule göre, ocağında şehit, gazi ya da sakat olmayan yok gibiydi. Balkan Savaşı (19091911) sonrasında Makedonya, Kafkasya ve Yunanistan göçleriyle imparatorluk topraklarından Anadolu’ya milyonlarca göçmen gelmişti. TEHCİR KARARI Osmanlı hükümeti, 27 Mayıs 1915’te bin yıllık yurttaşımız Ermeniler için tehcir kararı (göçe zorlama) aldı: Ermeniler bulunduğu yeri terk edecekti! Bunun ne olduğunu, ne anlama geldiğini önceleri kimse pek anlayamadı. Çok geçmeden işin aslı ortaya çıkacaktı: İmparatorluğun belirli yörelerinde yaşayan Ermeniler, cephe gerisinden imparatorluğun savaştan uzak bölgelerine kafileler halinde göç edecekti. Bunun için iki gün mühlet verilmişti. Tehcir dedikleri böyle bir şey olmalıydı… (Bu “tehcir” kararını duyan romanımızın çocuk kahramanı ve yazarımızın yıllar sonra annesi olacak Rasime’nin, o sırada on yaşında; birden aklına kasabadaki Ermeni arkadaşları gelir. “Acaba onlar da gidecek mi?” diye anne ve babasına sorar. Aldığı yanıt çocuğu rahatsız eder. “Peki” der, “onların ne kabahati vardı?” Çünkü bütün gün bir arada idiler ve hatta askeri uğurlamaya bile birlikte gitmişlerdi. Ne yazık ki karar kesindi). 28 Temmuz 1914’te Avrupa’da başlayan savaş söylentisinin ardından, Sultan Mehmed Reşat tarafından alınan seferberlik kararı, bütün yerleşim merkezlerinde davul çalınarak duyurulur. İstanbul hükümeti, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen başında Almanya’nın safında yer almıştı. Aynı S A Y F A 1 6 n 1 5 Y yılın sonunda (21 Aralık 1914) Osmanlı ordusu Kafkas Cephesi’nden Rusya’ya saldırır. Artık yangın her yana yayılmıştır ve olacakları beklemekten başka çare yoktur. Kötü haberin gelmesi gecikmez. Enver Paşa’nın yönettiği Sarıkamış Harekâtı’nda (22 Aralık 1914Ocak 1915) yanlış sevk ve idare yüzünden tam bir facia yaşanır. Kısa sürede altmış bin askerimiz daha savaşmadan; tifüsten, açlıktan ve soğuktan oldukları yerde donarak yaşamını yitirir. Geri kalanlar da esir düşer. Bu kara haber ne kadar gizlenmeye çalışılsa da çok geçmeden memlekete yayılır BİZİM MUHACİRLER… Önce bir parantez: Bugün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan (yaşamış), yaşı 70’ten yukarı kimselerin çocukluğunda ailesinden, konu komşulardan bir masal gibi duyduğu bu “seferberlik”, “muhacirlik”, hele de “sürgünlük”te geçen olayları, değerli yazarımız Halil Değertekin ilkin (uzun sayılacak bir ömür yaşayan) rahmetli annesinden ve onunla birlikte o dönemi yaşamış yakınla “Yol boyunca açlıktan, yakalandığı hastalıktan ölen ve ne yazık ki doğru dürüst gömülme şansı bile olmayan çocuklar ve yaşlılar… 100 yıl sonrasından bakıldığında, bu muhacir kafilelerin yürümek zorunda olduğu kent ve kasabaların yolu birbirine hiç de uzak değil.” rından olabildiğince ayrıntılarıyla dinlemiş. Çok etkilendiği bu anlatılanlardan yola çıkarak o yıllara ilişkin birçok resmi kaynak yanı sıra anı kitaplarıyla çalışmasını zenginleştiren Değertekin, duyarlı ve aydın bir evlat olarak bu yaşananları bir gün yazmak için kendi kendine söz vermiş. Sanıyorum yüz yıl önce Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan bu hazin “hicret” olayını ayrıntılı ve gerçeğe epeyi yakın anlatan kitapların başında geliyor bu çalışma. Bu nedenle de Muhacirler’in hak ettiği ilgiyi göreceğini ümit ediyorum. 1916’ya girildiğinde, Doğu Anadolu’da sınıra yakın birçok il ve ilçe elden çıkmış, Ruslar artık Bitlis’e epeyi yaklaşır. Derken ocak ayı sonunda, şehrin boşaltılması için devletin aldığı karar sokaklarda davul zurnayla halka duyurulur. Bölge halkının bir an önce yanına sadece gerekli eşyalarını alarak en güvenli yer olan Baykan’a doğru yola çıkması istenir. İşgale uğrayan Doğu Anadolu topraklarında, ağır kış koşullarının hüküm sürdüğü Anadolu’nun orta ve güney (yerleşik bölgelerine) illerine göç eden “muhacirler”in sayısı bir milyona yaklaşır. Şubat 1916’da Muş ve Tatvan’ın düşmanın eline geçmesinin ardından, Bitlis’in işgale uğraması artık an meselesi E K İ M 2 0 1 5 C U M H U R İ Y E T