05 Kasım 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

Handan Öztürk'ten “Mübadil” ‘Mübadele emperyal bir suçtu’ “Mübadil” acılı bir dönemin, keskin bir dille kaleme alınmış romanı. Handan Öztürk romanını, yazım sürecini, yarattığı dünyayı anlattı. Fotoğraf: www. lozanmubadilleri.org r Orçun ÜÇER eden bu konuyu seçtiniz?” diye sormak garip belki ama soracağım: Neden? Aslında konu yayınevinden geldi. Yani ilk kez bir talep üzerine roman yazdım. Fakat bunun böyle olması tuhaf bir disiplin ve baskı yarattı. Günde en az on sayfa… Eğer günü kapan başka önemli bir çalışma yoksa ve eğer o gün o on sayfayı yazmadıysam kendimi fena halde suçlu, eksik hissettim. Mübadil romanınız için yaptığınız çalışma ve araştırmalardan bahseder misiniz? Bir yıl önce yine aynı konuyla, yani mübadeleyle ilgili olarak bir belgesel çalışma yapmıştım. Bu nedenle başta Ordu ve İstanbul olmak üzere Türkiye, Selanik, Drama olarak da Yunanistan’da daha sonra da bir vesileyle gittiğim Bursa’da yüzlerce mübadil ailesiyle görüşme olanağım oldu. Konuyla ilgili neredeyse var olan bütün müfredatı taradım. İlk şaşırdığım şey bu konuyla ilgili Yunanistan’da inanılmaz edebi ve akademik çalışmaların olmasıydı. Bu yakada yani Türkiye’deyse derin ve yıkıcı bir sessizliğin hâkim olmasıydı… Yaşar Kemal’in yazdığı son romanı ve Çağan Irmak’ın Babam İçin filmi dışında neredeyse yazılanlar hep aile anılarından ibaret iyi niyetli birkaç çalışma! Oysa dünya tarihinde ilk kez savaşa katılmadığı halde savaşın bütün bedelini üstelik savaştan sonra ödeyen çok sayıda insanı fena halde savurdu. Tarihi yapanlar yine fena halde işin kolayına kaçmıştı zira... Bir anda iki ayrı ülkedeki insanlara “hemen toplanın ve yola çıkın. Evlerinize gelenler yerleşecek, siz de onların evlerine!” dendi. Ne yazık ki en basit haliyle yukarıda söylediğim cümleyle ifade edebileceğimiz mübadelenin bu temel yasası bile uygulanamadı. Bu karşılıklı insan ve mal mülk takası uyanık esnafın, yiyici bürokrasinin, çetelerin elinde telef oldu gitti. Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen Türkler camları kapıları yağmalanmış evlere sığındılar. Üstelik oradan gelenler buradan gidenlerden üç kat azdı. Yani oradan gelen her Türk aileye normalde bıraktıkları mülkün üç katı fazla mal düşüyordu. Ama buna rağmen zenginleşme S A Y F A 1 6 n 2 9 “N ve hızla zenginleşmenin bir kasırga gibi kasıp kavurduğu koşullarda verilmesi gereken malları buhar olup uçtu. Daha sonraysa yoğunlaşarak ilk burjuvazimizi yarattı. Buradan Yunanistan’a giden Rumlarıysa daha trajik bir fotoğraf bekliyordu. Zaten gelenlerden üç kat fazla olduklarından yerleşecekleri evler barklar talebi karşılamayacak kadar azdı. Bir yandan da iç savaş, kralcılar ve faşistlerin kan gölüne çevirdiği bir ülkeyle karşılaşmışlardı. Bataklıklarda bile çadırlar kurulmuştu. Selanik Operası başta olmak üzere birçok kuruma mübadiller tıklım tıklım yerleştirilmişti. Hayatımda beni en çok etkileyen fotoğrafların başında gelir Selanik Operası’na ait vesikalar. Şimdi hatırlıyorum da daha yirmi yıl önce onları gördüğümde acıyla bilincimin arşiv kuyularına itinayla saklamıştım. Bu roman bu ve benzeri izleklerimin ve araştırmalarımın toplamıdır. “AŞK GİDEREK MÜNFERİTLEŞİYOR” Zor koşullarda yaşanan bir aşkı anlatmış; gözden ırak olanın gönülden de ırak olmayacağını göstermişsiniz. Sizin aşk hususundaki görüşünüz de böyle midir yoksa daha “realist” misiniz? Bana kalırsa aşk romanları giderek çoğalacak ve önem kazanacak. Çünkü aşk giderek münferitleşiyor. Onu hayatımızın en büyülü “Bir anda iki ayrı ülkedeki insanlara ‘hemen toplanın ve yola çıkın. Evlerinize gelenler yerleşecek, siz de onların evlerine!’ dendi.” Handan Öztürk bu romanda meselenin iki yanını da anlatıyor. Hem ülkemizden Yunanistan’a gidenlerin hem de Yunanistan’dan gelenlerin trajedilerini… zamanları olarak hatırlayacak ve özleyeceğiz, geçiş dönemi bunalımlarımızı aşma noktası olarak ona geri dönmek isteyeceğiz, ama geçmiş olsun... Zira artık onun yerini pragmatik ve hedonist ilişkiler belirliyor. Kadını ve erkeği birbirine daha kolay ilişkilendiren, buluşturan modernitenin aşkı kendi durduğu yere göre zorlayarak deforme ettiğini düşünüyorum. Bütün bu kaotik geçiş süreci içinde görünen o ki ontolojik olarak aşk aslına rücu ediyor. Yani insanlık duygu tarihinde ortaya çıkmasını sağlayan dönemlerindeki gibi aşk ulaşılmazlık, iki sevgili arasında var olan somut ve soyut mesafeler üzerinden var olacak. Aşk kültünü erkeklerin dönmeme riskinin çok yüksek olduğu uzun avcılık ve savaş dönemi yarattı. Ontolojisini, kaynağını oluşturdu. Bu nedenle de en çok, kıran kırana savaşların tepe yaptığı ortaçağda yüceltilmiştir aşk. Bunun günümüzdeki izdüşümü de modern hayatta bile sevgiliye prensim, prensesim dememizdir mesela… Kısacası aşkın arkaik özelliklerini düşündüğümüzde bizim yaşadıklarımızın aşkın deformasyon halleri olduğunu görüyorum. Bu nedenle ancak kadın ve erkeğin birbirine ulaşmasının daha zor olduğu, çeşitli engellere takıldığı, yine çeşitli korkular üzerinden geçtiği mecralarda tutkulu aşk hikâyeleri duymak mümkün. Bunları aşkı yüceltmek için söylemiyorum. Tersine patalojik olduğunu söylemeye çalışıyorum belki de! Sadece çıkış noktası ve gelişimini, yani aşkın toplumsal yolculuğuna nasıl baktığımı anlatmaya çalışıyorum. Her şey gibi duygular da bir evrim geçiriyor. İnsanlık da bu anlamda yeni duygu kültleri oluşturacak ve onun hikâyelerini yazacak, filmlerini çekecek ve nitekim de yazıyor ve çekiyor. Aşkla ilgili sayfalarca konuşabiliriz. Zira hep “Tanrım beni aşksız bırakma!” dedim. Galiba o da bırakmadı ve ben de derin izlekler biriktirdim. Ben kendi adıma ilk deneyimden sonra, prensin çirkin bir kurbağaya dönüşünü bir daha görmemek için uzak mesafeli aşkları tercih ettim. Ayrı ülkeler… Ayrı diller. Sadece bir kez İstanbul’da bir sevgilim olmuş ve kafam çok karışmıştı. Gerçi o süre içinde aşkın şefkatle yer değiştirdiğini de gördüm. Ama şefkat denen erdemin giderek çirkinleşen bir kurbağaya harcamanın aptallık olduğunu da bir noktadan sonra fark ediyor insan. Hatta bir noktadan sonra sinsice kurutuveriyor bu şefkat insanı. Ve üstelik bunu bir kişiye kanalize etmek, ardından müthiş bir şekilde iki taraflı bir bencilliği de beraberinde getiriyor. Bakış açısını ve dünyasını daraltıyor. Yok işin içine şefkat de katamıyorsa o zaman pragmatik bir denge kurma ustası oluyor insan. Bu daha yaygın. Karşısındakinin “ben”ine âşık olmak yerine onun temsil ettikleri ve bu temsil ettiklerinin sana nasıl döneceği hesabı üzerine yaşanan sözüm ona aşklar yani! K İ T A P S A Y I 1302 O C A K 2 0 1 5 C U M H U R İ Y E T
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear